Alınan Borçlarla Kurtarılan Vatan

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
Bugün ülkemizin içinde bulunduğu dışarıdan borç para bulma politikası, kökleri Osmanlı’ya kadar uzanan bir anlayışın ürünü. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde büyük bir siyasi ve ekonomik iflasa dönüşen bu politika, aslında iki tarafı keskin bir bıçak. O dönemlerde, neye mal olacağı hesaplanmadan yıllar yılı devam eden borçlanma politikasının üzerine bir de paraları eşe-dosta, yandaşa peşkeş çekme yağmacılığı eklenince, koca bir cihan devletini yitirdik.

Oysa borç parayla büyük başarılar sağlayan ülkeler de var. Mesela Almanya. Onlar da bizimki gibi büyük bir savaş mağlubiyetinin ardından 57 milyar dolar dış borçla işe başladı. Sekiz senede, mucizevî bir kalkınma hamlesiyle yanmış yıkılmış bir ülkeden dünyada söz sahibi bir ülke doğurmayı başardı.


Osmanlı devletinin dış borçlanma dönemi 1850’de başladı. Yani o meşhur Tanzimat hareketiyle. Avrupa devletlerinin gözüne girebilmek için gayri müslim teba ile müslümanları eşit statüye getiren o meşhur “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile.

Tanzimat fermanı sadece sosyal hayatta değil, devlet yönetiminde de bir dizi değişiklerin gerçekleşmesine sebep oldu. Gelir dağılımındaki dengesizliğin kaldırılması, ekonomik hamlelerin yapılması yerine, Avrupa benzeri idari yapılanma hareketlerine öncelik verildi. Yöneticilere “memur” sıfatı o günlerde verildi. Padişahın bazı yetkilerinin daraltılarak yeni meclislerin oluşturulması ve dolayısıyla “bürokratik sistem”in ortaya çıkması da Tanzimat döneminin eseri. Valilikler, kaymakamlıklar, kaza ve nahiye müdürlükleri, bunlara bağlı birimler ve kâtipliklerin kurulması, yeni meclislerin oluşturulması, kısaca atılan her adım paraya dayanıyordu. Bu yüzden de “Tanzimat Vükelâsı” bir dizi ekonomik tedbirler paketi uygulamaya koydu. Padişah da mecburen bu tedbirler paketini hatt-ı hümâyun neşrederek imzalamış oldu.

Ama bunlar, ülkenin hayat standartlarının yükseltilmesi için yeterli tedbirler değildi. Ülkenin sermaye ve paraya ihtiyacı vardı. Bir ülkenin ekonomik dinamizmi belli bir seviyeye kavuşmadan sosyal tedbirlerin alınması, birikmiş sorunların çözülmesi için yeterli olamazdı. Hele tabandan başlamayan, halkın ihtiyaçlarına cevap vermeyen, sadece devlet mekanizmalarında yapılan değişiklikler veya birkaç kanun-yönetmelik çıkarmak, sorunları çözmede hiç de işe yaramıyordu.

‘DIŞ BORÇ ALMAYA MAHKUMUZ HÜNKARIM’

Tanzimatın baş mimarı Mustafa Reşit Paşa, Sultan Abdülmecid’i bu yenileşme hareketinin gerçekleşebilmesi için dış borç almanın gerekliliği konusunda iknaya uğraşıyor, ekonominin ve hazinenin kontrolünü elinden kaçırmak istemeyen padişahın bitmez tükenmez endişelerini izale etmeğe çalışıyordu. Padişah merakla soruyordu:

“Söyler misin paşa, ceddimiz mazideki bu çeşit dertlere nasıl çare bulmuşlar? Benzeri buhranlardan nasıl çıkmışlar? Tebadan ‘imdadiye’ alarak meseleyi hal yoluna nasıl koymuşlar, araştırıyor musunuz? Kendi insanımıza ve kaynaklarımıza güvenmek yerine niçin Avrupa’dan para istiyoruz?”

Padişah, sarsıntı geçiren hazinenin ve dışarıdan alınması düşünülen borçların devleti kurtarmak için değil, bu paraların sadece kendi menfaatlerini düşünen devlet erkânı ve onların yandaşlarınca çar-çur edilebileceğini düşünüyor olmalıydı. Reşit Paşa ise Padişahı borçlanma konusunda ikna etmek için dil döküyor ve şunları söylüyordu;

“Şevketmeap! Kullarının mevzuyu derinlemesine tetkik ettiğine itimat buyurun. Evvela arz edeyim ki, devlet-i aliyenizin itilâ devrinin zirvesi olan cennetmekân Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman Hanların devr-i saadetlerinde dahi imdadiye alınmış, tüccar, zengin eşraf ve ayandan devlet borç almış, fakat bilâhare bunları iade etmişti. Hatta Mısır seferi sırasında ellibin duka altını borç alınan bir zat vefat edince, devrin defterdarı olan zat, ölenin parasının çok olduğunu, iki evladının bolluk içinde olduğunu, bu sebeple alınan paranın iade edilmemesini teklif ettiği zaman, adil padişah bu istizan varakasının üzerine el yazısıyla ‘müteveffaya rahmet, malına bereket, evladlarına afiyet, gammaza da lânet’ iradesini yazdığı meşhurdur. Ama o zaman, bir ordu seferine ihtiyaç duyulan parayı şahsen verecek zenginler var imiş. İmdad ederlermiş. Bugün şartlar değişti. Müsbet ilimler ve buhar devri başladı. Sanayi müesseseleri, bankalar, ilme dayalı ziraat olmadan milli refah olamıyor. Bunun için de bütün milletler daha zenginlerinden faizle para almışlar, eksiklerini tamamlamışlar, madenlerini işletmişler, fabrikalar kurmuşlar, limanlarını köprülerini yapmışlar, istihsallerini istihlâklerinin, ihracatlarını ithalatlarının üstüne çıkarmışlar, zengin olmuşlar. Şevketmeap! Biz dahi hariçten faizli borç almaya ve memalik-i şahanelerinde bu noksanlarımızı telafiye mecbur, hatta mahkûmuz. Yeter ki alacağımız parayı münhasıran bu gaye için sarf etmiş olalım. Kullarının hizmet-i devletlerinde bulunduğu müddetçe de buna emin olunuz. Yoksa bugün, mazide olduğu gibi halkdan imdadiye alarak devletin kısa vadeli ihtiyacını karşılamakla hiç bir netice elde edilemez. Esas hizmetleri devletçe ifa edilmemiş bir ülkede halk imdadiye vermeye kudretli değil, imdada muhtaçtır.”

Evet, mason localarında uluslararası sermayenin temsilcileri olan Galata bankerleri ile içli dışlı olmuş Reşid Paşa, “imdad”ı Batı’dan bekliyordu.

İlk resmi devlet dış borcu, aktardığımız bu konuşmadan sonra ellibeşmilyon frank olarak, Fransız-İngiliz ortak sermayeli İstanbul Bankası’ndan yapılmıştı. Yıl 1850 idi. Osmanlı tebası ise artık dış borç faizlerini ödemek için vergilere mahkûm edildiğinden habersizdi. Borçlanmayı bir erdem olarak gören devlet adamları, ülkeyi uluslararası güçlerin avucunun içine düşürüyorlardı.

Aradan geçen yüzelli sene sonra değişen ne var ki? Bankaların, finans kurumlarının isimleri ve borçların miktarlarından gayrı...

ALACAKLI VESAYETİNDE ÜLKE YÖNETMEK

Rakamlara boğulmuş bir tarih yazısı bilmiyorum sizleri sıkar mı, ama aynı delikteki yılana kaçıncı kez sokulduğumuzu görmek için biraz sabır...

Kırım Harbi, dış borç almamızın dönüm noktası. 1853’de başlayan Osmanlı-Rus savaşı İngiltere ve Fransa’nın arayıp da bulamadığı bir fırsat doğurur. Rusya’nın karşısında müttefik arayan Mustafa Reşid Paşa, Fransa ve İngiltere ile üçlü bir ittifak kurarak, güya Fransa ve İngiltere’yi Devlet-i Aliye’nin yanına çekmiştir. Oysa gerçek, Osmanlı Devleti’nin Fransa ve İngiltere’ye yem edilmesidir. Fransa ve İngiltere’nin kefaleti ile 1854’de faiz oranı % 6 olmak üzere beş milyonluk, 1856 ve 1858 de beş ve üçer milyon altınlık olmak üzere üç borçlanma gerçekleştirilir. Borç verenler, paralarının nereye harcandığını tespit için heyetler göndermeye başlarlar. Çünkü 1856 Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü, Kırım savaşında Ruslara karşı bizimle birlikte çarpışan İngiltere ve Fransa’nın taahhüdü altındadır.

1860’da devletin resmi ve gayri resmi borçlarının toplamı 774 milyon Fransız Frankı’nı buluyordu. Bunun 274 milyonunun aynı yıl içerisinde ödenmesi gerekiyordu. İngiltere fırsatı kaçırmadı: Almanya büyümüş, meşhur “Şarka Doğru” siyasetini yürürlüğe koymuştu. Osmanlı Devleti içinde daha sonra Hatt-ı Saltanat denilen Anadolu-Bağdat demiryolunun ön projesi hazırlanmış, yeni stratejiler geliştirilmektedir. İngilizler, Almanların Hindistan’a nasıl iştahla baktıklarının farkındadır ve halifenin tesirinde olan bu toprakları elinden kaçırmak istememektedir. Bunun için Osmanlı Devleti’ne vasî olmak tek yoldur. İstanbul’daki İngiliz sefiri Sör Henri Bulvenk şu sinsi teklifte bulunur: “Üçyüzmilyon frank daha verelim ve size yardım için maliyenizi kontrol edelim.”

Osmanlı hazinesi üzerinde vesayet böylece başlamış oldu, Düyun-u Umumiye’nin temelleri atıldı.

150 yıl önce olup bitenlerden söz ediyoruz. Ama her şey nasıl da aşina geliyor değil mi?

DEVLET İÇİNDE DEVLET YA DA DÜYUN-U UMUMİYE

Dış borç alımı 1862, 1865, 1869 ve 1870 senelerinde de gerçekleşti. Devlet bu borçlara karşı her seferinde çoğu yüksek gelir getiren teminatlar gösterdi. Gelen paraların çoğu savunmaya gitti. Güçlü bir donanma oluşturuldu. Onun dışında sarayın artan masrafları, verilen komisyon ve faizlere harcandı. Tarım, ekonomi, sanayi ve sosyal alanlarda ıslahatlar yapılamadı. Çoğu yüzeysel kalan bazı uygulamalar, borç alınan paraların boş yere heder olmasına sebep oldu. Mustafa Reşid Paşa kılık kıyafetle uğraşıyordu, devlet memurlarının sakalları kesiliyor, sarık yerine fes, ayağa setre pantolon giymek, devlet dairelerine padişah resimleri astırmak maharet sayılıyordu.

O meşhur 93 Harbi kapımıza gelip dayandığında artık her şey için çok geçti. Uğradığımız ağır yenilgi alacaklılarımızı telaşlandırmıştı. Savaş sonunda yapılan Berlin Kongresi’nde İtalyan delegesi Kont Alfonzo Krovetti, Osmanlı hükümet ve milletinden alacaklı olanların hukuklarının muhafazası için İstanbul’da bir mali komisyon kurulmasını kabul ettirdi. Mali vesayet, uluslararası düzeyde böylece tescil edilmiş oluyordu.

Meşrutiyet dönemlerinde de değişen bir şey olmadı. Devlet, “rüsum-u sitte” olarak anılan altı vergi çeşidini devlet içinde devlet gibi işleyen Düyun-u Umumiye’ye devretti. Bu operasyonu resmileştiren 102 maddelik anlaşma basından ve halktan gizli tutulmuştu. Resmi kaynakların bir çoğu dahi anlaşmanın tam metninden haberdar değildi. Sayısı yirmiyediyi bulan alacaklı vekilleri ve onlara katılan İstanbul’daki sefirlerinin karşısında, Osmanlı devleti ve milletini temsil eden heyete bakın: Servet Pasa, Münir Bey, Ohannes Çamiç Efendi, Vatendorf Bey, Fişer Efendi, Bertram Bey... Bu isimler bile devletin kimlerin eline kaldığının çok acı bir örneği idi.

Bu veriler, zihnimizi ister istemez yine dün-bugün mukayesesine ***ürüyor. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünü bir de duvarlara mı asmalıyız acaba?

‘PAŞAM BİZ BU HARBE NİYE GİRMİŞTİK?’

Okullarda tarih derslerinde Birinci Dünya Savaşı’na giriş sebebimizi nasıl öğrendiğimizi hatırlamaya çalışalım. Bir de dönemin en yetkili ağızlarından yapılan şu açıklamaya bakalım. Böylece yakın tarihimizin olaylarını anlamada ve bugünü yorumlamada kendimize bir kapı açalım:

1918 ortalarında, bir Büyükada gezintisi sırasında meşhur yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya şu soruyu yöneltir:

- Bu harbe niçin girdik?

Cevap şöyledir:

- Maaş vermek için. Orduyu beslemek için... Hazinede on para yoktu. İtibar da tükenmişti. Ben ve Cavid Bey Fransa’nın; Tevfik Paşa ile Rauf Bey İngiltere’nin kapısını ısrarla çaldık ama kabul edilmedik. Almanların uzattığı altınları kurtuluş akçesi olarak kabule mecbur kaldık. Öteki sebepler bu temelin çevresinde yeşerdi. İktidara geldiğimiz zaman devlet maliyesinin nasıl feci iflas içinde olduğunu bilmiyorduk. Öğrendiklerimizi açıklamamıza da imkan yoktu. Çünkü bu taktirde borç para bulma ümitlerini elimizle kapamış olacaktık. Fakat kendimize gelebilmemiz için dış yardım şarttı. Bu yardım, bir taraftan hudutlarımıza tecavüze kararlı düşmanları önümüzde bulunca, bizi aynı zamanda vatan müdafaası için harbe de soktu.”

Harbe soktular da ne oldu? Acı sonucu hepimiz biliyoruz. O sonuçlardan en kötüsü, şüphesiz yine dış borçlardı. 1923’de Lozan’da karşımıza dikilen düyun-u umumiyeciler, yani alacaklılarımız, önümüze yaklaşık 130 milyon altın tutarındaki alacaklarını sürdüler. Temsilcilerimiz, borçların artık yıkılmış bulunan Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu ileri sürdülerse de kimseyi ikna edemediler. Büyük pazarlıklar yapıldı. 1928’e kadar süren görüşmeler sonucunda, borcu ancak 87.316.000 altına indirebildik. Kabullendiğimiz bu borç miktarı bile 1928 bütçesinin tam otuzüç misli idi.

İşte dededen toruna kalan borçlar o günden bugüne uzayan bir zincirin halkaları. Ama kimse bu facialardan ders almadı. Neye mal olacağı hesaplanmadan yıllar yılı devam eden borçlanma politikasının üzerine bir de paraları eşe-dosta, yandaşa peşkeş çekme yağmacılığı eklenince, bugünlere gelmiş olduk. Oysa bizimle beraber Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’ya bir bakın!

1945’de ABD’den 57 milyar dolar borç almış, sekiz senede kalkınma mucizesini gerçekleştirmiş, yanmış yıkılmış bir ülkeden imar edilmiş ve kalkınmış bir ülke doğurmayı başarmış.

Yazık ki bizde alınan borçlar ülkeyi kalkındıracak atılımlar için kullanılmadı. Ne modern tarım, ne ileri endüstri, ne çağdaş teknoloji, ne şehircilik, ne sanat, ne sağlık ve ne de eğitim için kullanıldı.

Bugün de borç alıyoruz. Aldığımız borçları verenler devlet organlarımızı denetliyor. Yani bir bakıma maliyemiz vesayet altında. Verdikleri her kuruşun hesabını soruyorlar. Verecekleri her kuruş için minnet duyuyor, silinmesini istediğimiz her kuruş için gözlerinin içine bakıyoruz. İsteseler onlar için savaşa gireceğiz, komşularımızla kötü olacağız. Tekrar hatırlayalım; dün Almanlar’dan aldığımız borç karşılığı İngiliz ve Fransızlar’a savaş ilan etmiştik. Bugün alacaklarımızla hangi maceralara sürükleneceğimiz ise meçhul.


//alıntı
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.