Türk cemiyetinin temeli aile idi. Evlenen kız veya erkek* ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi. Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi. Boyların kendilerine ait toprakları* başlarında boy beyleri bulunur* boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi. Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse* buna "budun" denirdi. Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse* buna "il" denilmekteydi ki* bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır.
Türklerin en belirgin özelliklerinden biri* kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete* istiklâle alıştırdığı için* hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten* Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde* devletsiz kaldıkları* yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur.
Türklerde istiklâle verilen değer* bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58'de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle* Çin yıllığı* Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
"Bizim için* tâbiiyet* yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi* Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken* devletimizi korumalıyız."
Orhun Kitabeleri'nde ise* istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul* hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan*
Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe* altta yer delinmedikçe* Türk budununun ilini* töresini kim bozabilir."
Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju* Kağan* Han* Yabgu* İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alâmetleri* "taht* otağ* tuğ* davul* sorguç" gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde* altından bir kurt başı bulunurdu.
Hükümdar* yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar* onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan* yaradanın* kut'u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar* devlet işlerinde daima* büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar* onların razı olmadıkları işi* pek yapmazlardı.
Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler* hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri* asıl güçlerini* temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare yetkisi* bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak* giydirmek* toplamak* çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig'de* halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar* b) âdil kanun* c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra * "Ey hükümdar* sen halkın bu haklarını öde* sonra kendi hakkını iste" denilmektedir.
Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu. Ancak* oğulları hükümdar olacağı için* ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi.
Hâtunlar* zaman zaman devlet işlerine karışırlar* hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Fakat onların devlet işlerine karışmaları* dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
Kağanların oğulları* devlet işlerine alışmak üzere* tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler* sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han* şad* tigin gibi unvanlar alırlardı.
Hükümdarın ve valilerin emirleri altında* çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri* buyruklar (nâzır* bakan)* iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç* tarkan* apa* boyla* yula* baga* ataman* tudun* yugruş* külüg* babacık vb. unvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı"* hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi.
Eski Türkler* devamlı şehirlerde yaşamadıkları için* yerleri* sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı.
Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz* savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı. En büyük askerî birlik* 10 000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar* Göktürkler ve Uygurlar'da "tümen" adı veriliyordu. Tümenler binli* yüzlü* onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı* yüzbaşı* onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
Ordular* o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok* yay ve kılıç* mızrak ve kargının yanında* kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar* subaylarda* görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar* okçu süvari birlikleriydi.
Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler* sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar* merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman* sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu (Turan taktiği) adını verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker* komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka bir şey düşünmezdi.
Diğer taraftan* etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin* rahat ve emin olabilmeleri* disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre* her şeyden önce gelirdi.
Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp* örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her konuda* töre'nin ne olduğunu* küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde* gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı.
Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye ters düşen kağanlar* tahtlarından indirilir* hattâ idam edilirdi. Türk töresi* oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre* Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için* kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten* töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki* Türk töresi* milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti.
Eski Türklerin dinleri* hangi dinden oldukları* bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze* bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi* doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır.
Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar* totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa totemcilik sadece* bir hayvanı ata tanımaktan* yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki* sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan* bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
Birçok tarih kitabındaysa* eski Türklerin* Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler* Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı. Kam* tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar* kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer* yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi.
İslâmiyet'ten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler* yani kam veya şamanlar* din adamı olmaktan ziyade* birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler* hastaları iyileştirirler* ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı* din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler* Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır* her işte onun rızası düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar* Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple* tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök* altta yağız yer yaratıldıkta* ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek* bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir.
Yine onların "Tanrı yapar* Tanrı yaşar" inancına göre* Tanrı mahlûk değil* yaratandır. Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin* gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil* olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde* yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi* çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazen kullanılmaktadır.
Diğer taraftan* eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından* zina etmek* yalan söylemek* dedikodu yapmak* düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak* zulüm etmek* hırsızlık yapmak gibi hususlar* büyük suç olarak kabul edilip* bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı.
Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar* İslâm'la büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre* Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği* çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim* uçmak (Cennet)* tamu (Cehennem)* yükünç (secde* namaz)* uluğ-gün (kıyamet)* yek (şeytan)* yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyet'te de görülmektedir.
Bu durumda Türklerin* sonradan* zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle* dinlerine hurafeler* yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler* onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581)* Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca* beyleri bu işe karşı çıktı.
Aynı şekilde Bilge Kağan* Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca* Bilge Tonyukuk karşı gelerek* bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
İlk defa* Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779)* Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için* yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti* böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu. Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar* Musevî dinine girdiler. Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.
Türklerin en belirgin özelliklerinden biri* kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete* istiklâle alıştırdığı için* hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten* Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde* devletsiz kaldıkları* yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur.
Türklerde istiklâle verilen değer* bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58'de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle* Çin yıllığı* Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
"Bizim için* tâbiiyet* yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi* Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken* devletimizi korumalıyız."
Orhun Kitabeleri'nde ise* istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul* hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan*
Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe* altta yer delinmedikçe* Türk budununun ilini* töresini kim bozabilir."
Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju* Kağan* Han* Yabgu* İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alâmetleri* "taht* otağ* tuğ* davul* sorguç" gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde* altından bir kurt başı bulunurdu.
Hükümdar* yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar* onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan* yaradanın* kut'u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar* devlet işlerinde daima* büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar* onların razı olmadıkları işi* pek yapmazlardı.
Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler* hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri* asıl güçlerini* temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare yetkisi* bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak* giydirmek* toplamak* çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig'de* halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar* b) âdil kanun* c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra * "Ey hükümdar* sen halkın bu haklarını öde* sonra kendi hakkını iste" denilmektedir.
Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu. Ancak* oğulları hükümdar olacağı için* ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi.
Hâtunlar* zaman zaman devlet işlerine karışırlar* hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Fakat onların devlet işlerine karışmaları* dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
Kağanların oğulları* devlet işlerine alışmak üzere* tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler* sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han* şad* tigin gibi unvanlar alırlardı.
Hükümdarın ve valilerin emirleri altında* çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri* buyruklar (nâzır* bakan)* iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç* tarkan* apa* boyla* yula* baga* ataman* tudun* yugruş* külüg* babacık vb. unvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı"* hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi.
Eski Türkler* devamlı şehirlerde yaşamadıkları için* yerleri* sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı.
Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz* savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı. En büyük askerî birlik* 10 000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar* Göktürkler ve Uygurlar'da "tümen" adı veriliyordu. Tümenler binli* yüzlü* onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı* yüzbaşı* onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
Ordular* o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Meselâ başlıca silahları olan ok* yay ve kılıç* mızrak ve kargının yanında* kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar* subaylarda* görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar* okçu süvari birlikleriydi.
Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler* sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar* merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman* sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu (Turan taktiği) adını verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker* komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka bir şey düşünmezdi.
Diğer taraftan* etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin* rahat ve emin olabilmeleri* disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre* her şeyden önce gelirdi.
Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp* örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her konuda* töre'nin ne olduğunu* küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde* gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı.
Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye ters düşen kağanlar* tahtlarından indirilir* hattâ idam edilirdi. Türk töresi* oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre* Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için* kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten* töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki* Türk töresi* milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti.
Eski Türklerin dinleri* hangi dinden oldukları* bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze* bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi* doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır.
Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar* totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa totemcilik sadece* bir hayvanı ata tanımaktan* yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki* sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan* bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
Birçok tarih kitabındaysa* eski Türklerin* Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler* Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı. Kam* tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar* kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer* yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi.
İslâmiyet'ten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler* yani kam veya şamanlar* din adamı olmaktan ziyade* birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler* hastaları iyileştirirler* ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı* din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler* Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır* her işte onun rızası düşünülürdü. Kazâ ve kadere inanırlar* Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple* tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök* altta yağız yer yaratıldıkta* ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek* bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir.
Yine onların "Tanrı yapar* Tanrı yaşar" inancına göre* Tanrı mahlûk değil* yaratandır. Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin* gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil* olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde* yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi* çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazen kullanılmaktadır.
Diğer taraftan* eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından* zina etmek* yalan söylemek* dedikodu yapmak* düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak* zulüm etmek* hırsızlık yapmak gibi hususlar* büyük suç olarak kabul edilip* bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı.
Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar* İslâm'la büyük bir benzerlik göstermektedir. Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre* Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği* çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim* uçmak (Cennet)* tamu (Cehennem)* yükünç (secde* namaz)* uluğ-gün (kıyamet)* yek (şeytan)* yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyet'te de görülmektedir.
Bu durumda Türklerin* sonradan* zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle* dinlerine hurafeler* yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler* onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581)* Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca* beyleri bu işe karşı çıktı.
Aynı şekilde Bilge Kağan* Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca* Bilge Tonyukuk karşı gelerek* bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
İlk defa* Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779)* Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için* yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti* böylece resmen Mani dînine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu. Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar* Musevî dinine girdiler. Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler.