Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1944 yılına gelene kadar denilebilir ki; görünüş itibariyle de olsa kuruluş ülküsüne bağlıdır. Bu ülkü de Türkçülüktür. Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Türkçü düşünürlerin, Türk Ocaklıların ortaya atmış olduğu tezler, Mustafa Kemal Atatürk tarafından ustaca yaşam alanına geçirilmiş ve uygulanmasına başlanmıştır. Türkçülüğün önerdiği yeni hayatta, ümmet devleti yerine millet devleti vardır. Saltanat yerine cumhuriyet vardır. Kadınların toplumsal hayata katılımı vardır. Dini kurumların Türkleşmesi, Türkçeleşmesi vardır. Camilerdeki hutbelerden Kurana, Kurandan ezana kadar Türk dili ile yapılması vardır. Ekonominin Türkleşmesi vardır. Kısacası hayatın her alanında Türkleşme teklifi vardır. Mustafa Kemal bu önerileri cesaretle yeni Türkiyede hayata geçirir. kadın haklarından ezanın Türkçeleştirilmesi, ekonomik Türkleşmeden hukuka kadar. Cumhuriyetin ilk partisinin program umdelirinin hazırlayıcısı da yine Türkçülüğün ve aziz Atatürkün fikir babası Ziya Gökalptir. Dolayısıyla 1940-1944 döneminin devlet yönetenleri Türkçülük ideolojisinin hem ırkî yönüne, hem de Turan yönüne yabancı değillerdir.
Mustafa Kemal ile başlayan Türk aslından burjuva yaratma özlemi 1940larda gerçekleşemedi, azınlıkların milli ekonomideki hakimiyetlerinin kırılamadığı görüldüğü için; azınlıkları ekonomiden kovmak amacıyla Varlık Vergisi konulur. Müslüme M, gayri müslime G, dönmeye D deyip üçlü bir sınıflamaya gidilerek azınlıklardan takatlerinin üzerinde vergi alınmaya çalışılır. Milli ekonomideki hakimiyetleri yok edilmeye çalışılır. 1944e gelinene kadar çeşitli okullara girişleri dahi yasaktır.
1944lerde bile Türk ırkından olma esası aranır. Dahası ikinci cihan harbinin başlarında Ankara hükümeti Almanlarla gizli pazarlığa bile oturmaya çalışır. Pazarlığın konusu da Kafkasya ve Türkistan Türkleridir. Bu tür pazarlık arayışlarını o dönemin Alman Dışişleri Bakanı Ribbendtrop ile dönemin Almanyanın Ankara Büyük Elçisi Von Papen ve diğer siyasiler arasındaki yazışmalar ve gizli belgelerde açıkça görmek mümkündür. Bakınız bu gizli yazışmalardan bir kaç örnek verelim:
Alman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Vaiszoekerin bakan Ribbentropa gönderdiği 05/08/1941 tarihli gizli yazışmadan:
Türkiye Büyük Elçisi bugün bana yeni elçilik müsteşarını tanıttı. Ve konuşmayı hemen Sovyet Bölgesinde yaşayan Türk-Moğol asıllı sınır kabileleri üzerine çevirdi. Bu Türk-Moğol kabilelerinin yapacakları Sovyetlere karşı propagandaya dikkati çekti. Hazar Denizinin doğusunda bağımsız bir Türk-Moğol Devleti kurulabileceğini imada bulundu.
Hüsrev Gerede, bunları sırasına getirip resmi olmayan tarzda söyledi. Fakat bu sözlerin tesadüfen ortaya çıkmış olmadığını gösterir. Ali Fuatın sayın Von Papen ile olan görüşmesinde kullandığı ifadelere aynen uymaktadır. Nitekim Gerede, Bakünün bütün halkının Türk dilini konuştuğunu kastederek, propleme girmekten geri durmamıştır. (..)
Gene Alman Dışişleri Bakan Yardımcısı Hendingin Alman diplomatları Ermandatof ve Vahramana gönderdiği yazıda şöyle der:
Türk Genel Kurmay Başkanı, Türk-Alman ilişkilerinin sadece Turancılık temeline dayanabileceğini ifade etmiştir.
Meraklıları o dönemin Alman gizli belgelerini araştırırlarsa buna benzer herhalde daha bir sürü gizli yazışmaları göreceklerdir.
İşte böyle atmosferdeki Türkiye Devletinde dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu 05 Ağustos 1942 tarihli Meclis kürsüsünden okuduğu kabine programının sonuç konuşmasında;
Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. (Mecliste alkış ve bravo sesleri) Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız. diyerek devletin başbakanınca devletin temel ülküsü anlatılmaya çalışılmıştır.
Dönemin gençliği hassas derecede Türkçüdür. Milliyetçidir. Zaten 3 Mayıs 1944ü yaratanlar da bu yüksek Türklük şuuruna erişmiş Türk gençliğidir.
1944 Türkçülük Olayının Meydana Geliş Şekli:
Büyük Türkçü Nihâl Atsız Beğ; devletin ülküsünün Türkçülük ve dönemin Başbakanı Saraçoğlununda Türkçü olduğu inancı içindedir. Buna karşılık devletin her tarafına komünist ve hain kadroların yerleştirilmekte olduğunu görmektedir. O günkü Başbakanı ve devlet yetkililerini uyarmak için Atsız Beğ; devrin başbakanı Şükrü Saraçoğluna Orhun Dergisinde 1 Mart 1944te ve gene bir ay sonra 1 Nisan 1944te olmak üzere iki açık mektup kaleme alır. Devletin içine hatta beynine sızmaya çalışan virüsleri haberdar eder. Ve Başbakana şikayet ve uyarıda bulunur. Bu virüslerin içinde -sonradan Bulgaristana kaçarken öldürülen- Sabahattin Ali de vardır. Devrin Milli eğitim bakanı Hasan Ali Yüceli bu mektuplar büyük bir telaş ve endişeye düşürür. Hasan Ali Yücel ile o günlerin Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atayın teşviki ile Sabahattin Ali tarafından Atsız Beğ mahkemeye verilir.
26 Nisan 1944te Ankarada başlayan ilk mahkeme, dönemin üniversite gençliği tarafından hınca hınç doldurulur. Bu yoğun kalabalık ve tezahurat karşısında Mahkeme heyetinin içeriye pencerelerden girebildiği söylenir.
Nihâl Atsız Beğ Mahkeme Heyetine;
Sabahattin Aliden sorulsun, hıyanetini ispat edelim mi? Buna razı mı? diye sorar. Sabahattin Ali ise bu sözler karşısında sessiz kalmış ve bir cevap verememiştir.
Mahkeme 3 Mayıs 1944e ertelenir. Ne olduysa davanın ikinci celsesi 3 Mayıs 1944 günü olur. 3 Mayıs 1944te Türk gençliği bir volkan gibi patlar. Türklük ülküsüne ve onun ideolojik lideri, hocası Hüseyin Nihal Atsıza sahip çıkmak için Ankara Adliyesinin koridorları, salonları doldurulduğu gibi adliyenin önü de yüzlerce genç tarafından doldurulur. Topluluğun bir kısmı adliyede Atsızı yalnız bırakmazken diğer binlerle ifade edilen büyük bir topluluk Ulus Meydanına doğru protesto yürüyüşüne geçer.
İşte bu 3 Mayıs günü Atsız Beğin de isteği doğrultusunda 3 Mayıs 1954 tarihinden itibaren Türkçüler Günü olarak anılmaya başlanır. 3 Mayıs Türkçüler Günü budur.
Bir kaç yıldır MHPli ve Ülkü Ocaklı gençlerin de bu anmalara Atsız Beğin mezarının başında katıldıklarını görmekteyiz. Bu partililerle ülkü ocaklılar bu anma sırasında; Başta sayın Başbuğumuz Alparslan Türkeş olmak üzere diye başlamaktalar ve 3 Mayıs anma toplantısını hem de Atsızın mezarı başında siyasi bir slogan haline getirdikleri tekbir sesleri ile bitirmektedirler. Bir kere Başta Başbuğumuz demek ile Başbuğlarına da saygısızlık yapmaktadırlar. Çünkü 3 Mayıs 1944 de Alparslan Türkeş, her hangi bir özelliği olmayan sadece Atsız Beğin yanına gelip gitmekten dolayı tutuklanan bir üsteğmendi. Diğer yandan kendisinin bu olaylara tesadüfen katıldığını beyan eden Mahkemeye verilmiş bir pişmanlık mektubu da söz konusudur.
Elbette ki 3 Mayıs 1944ün bir sürü kahramanı vardır. Fakat 3 Mayıs 1944ün yaratıcısı doğrudan doğruya Türkçü fikirleri ve hareketleriyle Atsız Beğ ve Onun yanındaki arkadaşlarıyla Türk gençliğidir. Türk gençliğinin kendi ideolojisi olan Türk Milliyetçiliğine sahip çıkmak ve gene bu ideolojinin düşünürü, konuşanı, yazanı Atsız Beği yalnız bırakmamak için patladığı anlamlı bir gündür.
Yukarıda anlata geldiklerimiz meselenin görünen yönüdür. Bir de görünmeyen yönlerine bakalım. Sonradan, bu 3 Mayıs olayından sonra bildiğimiz üzere Türk Milliyetçilerinin önde gelenlerinin çoğunun tutuklanmalarına gidildi. Gardist, Troçkist düzen düşmanı ihtilalci gibi savlarla mahkemeye sevkedildi. Hem de dönemin reisi cumhuru İsmet Paşanın meşhur 19 Mayıs 1944 nutku ile. Peşin hükümle Türk Milliyetçileri potansiyel suçlu ilan edildi. Milliyetçilik ideolojisini temel felsefe yapan bir devlet, milliyetçiliği savunan insanlarını nasıl olur da böylesine acımasızca suçlayabilir?! Potansiyel suçlu ilan edebilir?! Bir devletin hem kuruluş felsefesi milliyetçilik olacak hem de milliyetçilik ideolojisini ve onu savunan idealistlerini mahkemelere verecek! Bu gerçekte eşyanın tabiatına aykırı bir olay.
Yukarıda bu meselenin görünen yönüdür derken, bir de görünmeyen yönü var mıdır acaba? İşte bu görünmeyen yönüne dikkati çekmeye çalıştım! Nasıl olur da Bizim ülkümüz Türkçülüktür diyen bir başbakana sahip devlet, yine Türkçülüğün diğer ayağı olan Turan için Almanlar ile gizli pazarlıklar arayan bir devlet, birden bire ters yüz ederek kendi ideolojisini savunanlara karşı sert tavır alır?! Onları ve onların şahsında Türkçülük ideolojisini mahkum ettirmek için mahkemelere verir!.
Bunun cevabını Almanların yenilgisinde ve bu yenilginin sonucu daha bir kabaca çıkan Sovyet Rus sömürgeciliğinin aşırı bir istek ve yayılmacılığında aramak gerekir. Nitekim, Moskovanın kışkırtması ve yönlendirmesi ile gene Sovyet istihbaratının bilgileri ile enforme edilen komünist partisi Tan Gazetesi vasıtası ile 1 Temmuz 1943 tarihinden beri Türk milliyetçilerine karşı hücum halindeydi. Cumhuriyet döneminde ırkçı Türkçülük nasıl doğdu, Türkçülüğün menşei ve mahiyeti, Türk milliyetçiliğinin esasları gibi seri yazılar ile adeta Moskova adına Ankarayı kendi ideolojisini katletmesi için zorluyordu. Gene aynı dönemde T.K.P. Merkez Komitesinin hazırlamış olduğu En Büyük tehlike adlı büroşür T.K.P. militanlarından Faris Erkman imzası ile çıkarılıp dağıtıldı. Bugün de Irkçı-Türkçülük deyimi size bir şey hatırlatmıyor mu?
O gün Cumhuriyet Türkiyesinin başında, bu Sovyet yayılmacılığına karşı cesaretle karşı durabilecek bir insan göremiyoruz. Cumhuriyetin başı ikinci adam İsmet Paşadır. Bu İsmet Paşa hayatı boyunca ikinci adam olmuş, Kurtuluş Savaşına bile hasbel kader katılmış, tanzimat sonrası geleneksel Osmanlı oportünist politikalarının devamcısıdır. Tanzimat sonrası Osmanlı politikacıları güçlü devletin her istediklerini yapmakla, Osmanlının ayakta kalacağı inancı içinde idiler. Yahut da onların hoşuna giden şeyleri yapmakla. Paşa da bunu yaptı. Sovyet Emperyalist koloniyel yayılmacılığına karşı tanrılar kurban istiyordu. Ve 19 Mayıs 1944 Nutku ile kurbanlarını işaret etti. Meşum nutku aşağıdaki gibidir:
Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır.
Şimdi vatandaşlarımdan iki suale zihinlerinde cevap bulmalarını isteyeceğim: Irkçılar ve Turancılar gizli tertiplerle teşkillere başvurmuşlardır. Niçin? Kandaşları arasına gizli fesat tertipleri ile fikirleri memlekette yürür mü? Hele doğudan batıdan ülkeler, gizli Turan cemiyeti ile zapt olunur mu? Bunlar o şeylerdir ki devletin kanunları ve esas teşkilatı ayak altına alındıktan sonra başlanabilir. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisinin mevcudiyetinin aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.
Bu konuşmanın akabinde başta Türkçü mütefekkir Nihâl Atsız olmak üzere çeşitli milliyetçi aydınlar ve genç kurbanlar, aylar boyunca en ağır zulümlere tâbî tutuldukları tabutluklara, işkence odalarına, zindanlara gönderilmişler ve hayali suçlamalarla engizisyon cezası çektirilmişlerdir. Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 sanık, sorgulama adı altında çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlanmıştır. Irkçılık-Turancılık davası adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız Beğ 6,5 yıl hapse mahkûm olmuştur.
Atsız Beğ, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
Gerçekte bu durum padişahların, isyancılar karşısında isyancıları yatıştırmak için verdikleri kellelere benzemektedir. Türkçüler ve Türkçülük önceden senaryosu hazırlanmış, tiyatromsu mahkemelerde yargılanmış ve mahkum olmuşlardır. Ancak ikinci adam İsmet Paşaya rağmen askeri temyiz nezdinde itiraz edilen bu mahkumiyet kararları bozdurulmuştur.
Askeri Temyiz Bozma Kararında:
1 Numaralı Sıkıyönetim mahkemesi tarafsızlıktan ayrılmıştır. Mahkeme 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından görülmelidir. der.
Mahkemeler tutuksuz olarak bu kez 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesince görülmeğe başlanır.
Savunmalarında Atsız Beğ şu son sözleri söyler:
- KİMSEDEN HAKSIZ BİR YERE BİR ŞEY TALEP ETMİYORUZ. ATALARIMIZDAN KALAN MİRASIN MEFAHİRİMİZİN GÖMÜLÜ OLDUĞU TOPRAKLARIN BİZİM OLMASI ÜLKÜSÜNÜ KALBİMİZDE TAŞIYORUZ. ORALARI UNUTMAMAK İSTİYORUZ.
BEN BUNLARI ŞAHSIM İÇİN İSTEMİYORUM. ORALARDA ÇİFTLİK VEYA APARTMAN YAPACAK DEĞİLİM. MİLLETİM İÇİN DÜŞÜNDÜĞÜM HAKLARDAN DOLAYI DA KİMSE BANA VATAN HAİNİ DİYEMEZ. BU ÇİRKEF İFTİRAYI İADEYE DE TENEZZÜL ETMİYORUM. KİMİN HAİN, KİMİN VATANPERVER OLDUĞUNU TARİH TAYİN EDECEKTİR. HATTA ETMİŞTİR BİLE.
3 Mart 1947 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi sanıkları suçsuz bularak beraatlerine karar verir.
Beraat Kararının Gerekçesi:
187 sayfa tutan karar çok ilgi çekici ve ibret verici aynı zamanda da Türklük mücadelesinde tarihe şeref sayfası olarak geçecek bir karardır. Bakınız bu beraat kararında ne diyor:
- Bu nümayış (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir.
Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır. Fakat o millet içinde ayrı ırklardan bahsedilemeyeceği anlamına gelmez. diyen Mahkeme ayrıca ırk bakımından kamu haklarının bir kısım vatandaşlara tanınmaması keyfiyetinin anayasaya aykırı olabileceği fakat bu aykırılığın cezalandırılacağına dair T.C. kanununda hiç bir kayıt bulunmadığından sanıkların bu fiilden beraatlerine, uzun bir tahlilden sonra hükmet darbesi bulunmadığını söyledikleri ve reddettiklerini, mantıken de buna imkan olmadığı delilleriyle Vali Dr. Lütfi Kırdar dahil dinlenen pek çok şahitlerden ve mektuplardan anlaşılmış, aksine polise verilen tek bir ifadeden başka bir şey görülmemiş olup, bu suretle sabit olmayan, bilakis MİLLİ BİR GAYE İÇİN ÇALIŞTIKLARI tebeyyün eden Zeki Velidî ve arkadaşlarının beraatine karar verilmiştir.
Bu mahkeme kararlarında dikkati çeken bir nokta var. Kararda diyor ki: Her milletin içindeki azlıklar o milletin hakim ırkının adını alır.
Bu gün acaba Türkiye mozaikler ülkesidir yahut da Bu vatan hepimizindir diyenler acaba yukarıdaki mahkeme kararlarındaki sözle çelişip suç işlemiyorlar mı? Kanaatimiz odur ki hem çelişiyorlar hem de bugünkü anayasanın başlangıç ilkelerini de çiğnemiş oluyorlar. Yani düpedüz anayasal suç işliyorlar.
Biz bu Türk adını devletimize yeniden vermek için tam 900 yıl bekledik. Aman devletimize zeval gelmesin diye Arabı, Farsı kardeş bilip ümmet olduk. Rumu, Bulgarı tebamız bilip Osmanlı olduk. Bir türlü ne kendi kimliğimiz söyletildi ne de devletimiz bu kimliğini söyledi. hem kan ve can vergisi verdik fakat nimete gelince kovulduk. 900 yıl sabırla bekledik. Ve Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk denir dedik. Devletin adı da Türkiye Cumhuriyeti Devletidir dedik. Bu nedenle bu ülke mozaiktir diyenler de, bu vatan hepimizindir diyerek Türk vatanına ortak arayanlar da hem tarih ve şehitler huzurunda hem de anayasa huzurunda suç işlemektedirler.
1944 hadiseleri ve görülen dava sonuçlarının kısaca yorumlanmasına gidersek neler söyleriz?
Bakınız bu davalarda devletin başı ile devletin hukuku karşı karşıya gelmişlerdir. Devletin başı meşhur ve meşum 19 Mayıs 1944 konuşmasında bunlar haindir diyor, bunlar devlet düşmanıdır diyor. Ve totaliter bir kafa yapısı gereği kendini hem hakim hem de savcı yerine koyuyor. Şimdi buna karşılık olarak da o günkü devletin en üst hukuk kurumu da hayır diyor. Bu düşünce suç olamaz. Bu düşünceyi taşıyanlar da suçlu olamaz. Dahası Irkçılık suç değildir diyor. dahası bu ideoloji devletin ideolojisidir diyor ve Mahkeme sonucu yargılananlar aklanıyor.
Türk milliyetçiliğinin Türkün tabii ideolojisi olduğuna dair o günkü Türk hukuku adeta beraat kararı veriyor. Mahkeme sonucu güzel bir olay olması gereken bir sonuç. Ne var ki oportünist, korkak, aciz yönetimce (ki başı milli şef İnönü) ekilen gayrı Türk tohumunun acısını Türk devleti ve Türk milleti bugün hala çekmekte. Her yanılgının ve tıkanmanın kökeninde o günkü ikinci adamın 19 Mayıs 1944te yaptığı Türk milliyetçiliğini ve Türk milliyetçilerini karalayan konuşmada aramak gerekir. O günden sonra Türk milliyetçiliği ve milliyetçiler devletten sürekli şekilde dışlanmışlardır. O günlerde devlete bulaşan virüs, Türk devletini milletin temel ülküleri doğrultusunda karar almasını daima bozar hale getirmiştir.
Sovyetler Birliği çözülürken hazırlıksız yakalandık diyenlere sormak gerekir. Neden hazırlıksız yakalandınız? Sebebi nedir? Kanaatimiz odur ki, hazırlıksız yakalanmanın ana nedenini 3 Mayıs 1944 öncesi ve sonrası hadiselerde aramak doğru olsa gerekir. Bu hadiseler 1944ten sonra Türk Milliyetçiliğini devletten dışlamış, onun yerine yani ULUSALIN yerine EVRENSELİ koymuştur. Sonuçta da, EVRENSELİN kapısından önce millici olmayan batıcılık ve Amerikancılık ile onun ekonomik anlayışı kapitalizm girmiş bu da yetmemiş ardından marksizm ve siyasi ümmetçilik girmiştir. Dünün marksist hareketlerini yerine bugün siyasi ümmetçiliği karşımızda görüyorsak bu Türkçülüğü devletçe 1944ten bu yana sırt çevirmenin bir bedeli olsa gerektir.
Nejdet Sançar, İnönü ve Dış Türkler, Ötüken Dergisi, sayı 98, sayfa 4-7.İlhan Darendelioğlu, Türkiyede Milliyetçilik Hareketleri, sayfa 142-143-144, Toker Yayınları.Altan Deliorman, Tanıdığım Atsız, sayfa 135-136, Boğaziçi Yayınları.
Son düzenleme: