Atatürk Ve Türk Kurtuluş Savaşı

serkan tr

Katılımcı Üye
23 Haz 2007
368
2
Beşiktaş
Atatürk Ve Türk Kurtuluş Savaşı



Türk Milleti’ nin yetiştirmiş olduğu en büyük evlatlarından biri olan Mustafa Kemal Atatürk’ ün aramızdan ayrılışının 61. Yıldönümünde yine bir aradayız.
Türk Kurtuluş Savaşı, çökmekte parçalanmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları arasından devletin özü olan Türk unsurunu ve onun anayurdunu çıkarıp kurtarma mücadelesidir. Birinci Dünya Savaşı, bizim dahil bulunduğumuz Bağlaşma Devletleri ile Anlaşma Devletleri arasında geçmiş, müttefiklerimiz olan Bulgaristan, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile birlikte yenilmiştik.
Mütareke döneminin İstanbul’u, her şeyden önce dünya savaşı öncesi yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nu gizli anlaşmalarla aralarında paylaşmış bulunan emperyalist devletlerin merhametine ve hakseverliğine sığınarak tahtını kurtaracağını sanma gafletini ısrarla sürdürerek hain damgasını yiyen padişahın ve onun hükümetinin merkeziydi. Bu merkez etrafında diğer işbirlikçi güçler sıralanıyordu. “Hürriyet ve İtilaf Partisi, Askerî Nigehban Cemiyeti, İngiliz Muhibleri Cemiyeti, Ermeni ve Rum Patrikhanesi vs..” Özellikle İngiliz Muhibleri Derneğinin iki görünüşü ve niteliği vardı. Biri dış görünüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeye ve sağlamaya yönelen niteliği idi. Ötekisi gizli yönü idi. Asıl çalışma bu yönde idi. Yurt içinde örgütler kurarak ayaklanma ve baş kaldırmalara yol açmak, millî bilinci işlemez kılmak, yabancı devletlerin işe karışmalarını kolaylaştırmak gibi haince girişimler, derneğin bu gizli kolunca yönetilmekteydi. İstanbul Hükümeti halkı korumak için köklü tedbirler almaya cesaret edemediği ve hatta bunu düşünmek bile istemediği için, uzlaşma ve taviz politikasından ayrılamıyordu.
Tevfik Paşa kabinesi daha ilk günden itibaren iş yapamaz hale geldi. İtilaf Devletleri orada hiçbir sebep yokken, Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesine dayanarak, savaşta geçemedikleri Çanakkale Boğazı'nı, Mütarekenin susturduğu Türk toplarının arasından ellerini kollarını sallayarak geçtiler. Boğazı geçen 60 gemilik düşman donanması, 13 Kasım'da İstanbul'u işgal ettiler. Düşmanın görünüşte Mütarekenin 7. maddesine, aslında ise "Sykes-Pikot Antlaşması" gereğince Türk topraklarını işgal ediyordu. Artık bağımsız bir Osmanlı Devleti, padişahı ve hükümeti kalmamıştı.
Osmanlı Devleti'nin durumu gittikçe kötüleşiyor ve işgal bölgesindeki İstanbul hükümeti sözünü kimseye geçiremiyordu. Ümitler yok olmuş, neredeyse aralıksız suren 8 yıl süren savaşın sonunda bitkin düşen halkta yoksulluk had safhaya ulaşmıştı. Bir zamanların yenilmez, sırtı yere gelmez devletinin başkenti de dahil topraklarının büyük bir kısmı işgal edilmişti. Doğu bölgesinde yaşayan Türkler yas içindeydi. Dünya Savaşı, Kafkas seferi, Sarıkamış felaketi, Rus istilasının ardından Batum, Kars ve Ardahan illeri gözyaşları içerisinde sınırlarımız dışında kaldılar. Buralarda yasayan silahsız ve savunmasız halka Ermenilerin ve Pontus hayalcilerinin saldırıları her geçen gün artmış ve insanlık dışı bir hal almıştı.
19 Mayıs 1919, Türk tarihi içerisinde çok özel bir yere sahip. Osmanlı Devleti'nin "bitti" denildiği bir donemde; 15 Mayıs 1919'da İstanbul'dan kalkan Bandırma Vapuru, 19 Mayıs günü Samsun'a vardığında her şey yeniden başlıyordu. Samsun'dan Kurtuluş Savaşı’nın meşalesini yakan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları "vatan topraklarını düşman işgalinden kurtarmak" için and içmişti. Kısa bir zaman dilimi içinde halkı örgütleyip düşmana karşı hazır hale gelmesinden sonra yapılacak tek bir şey kalmıştı: Düşmanı vatan topraklarından atmak... Havza, Amasya, Erzurum ve Sivas genelgeleri ile Milli Mücadele'nin gerekçe ve amaçları açıklanmış, arkasından Misâk-i Milli ilan edilerek, "Türk milletinin herhangi bir devletin hakimiyeti altında yaşayamayacağı" hep bir ağızdan cihana duyurulmuştu. İnsanlık tarihinde eşine az rastlanan bir mücadeleyi Mustafa Kemal Atatürk'un önderliğinde kazanarak, adını tarihe altın harflerle yazdıran ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk milleti, 19 Mayıs tarihini o günden beri bir bayram havası içerisinde kutlamaktadır.
Ancak tüm bunlar, Anadolu’da doğan millî teşkilatın bir devlet teşekkülü haline gelmesini hem kolaylaştırmış, hem de hızlandırmıştır. Düşmanların merhametine, hakseverliğine sığınarak tacını, tahtını kurtaracağını sanmışlardı. İstanbul Hükümeti, halkı korumak için köklü tedbirler almaya cesaret edemediği ve hatta bunu düşünmek bile istemediği için uzlaşma ve tâviz politikasından ayrılamıyordu. Öyleyse kurtuluş için â deta bir mucize gerekiyordu. Bu biricik ve tek ümit, devletten çıkmayınca kimden nereden tecelli edecekti. Kim bu millete sahip çıkacaktı. Bunun cevabını Büyük Atatürk açık ve net olarak ifade etmektedir. " Millet, Büyük Türk Milleti" bu asil milletin ağrından çıkan Anadolu insanı. Mucizeyi onlar gerçekleştireceklerdi.
Damat Ferit Paşa’nın, 19 Eylül 1919’da, Anadolu’daki adamlarına gönderdiği bir genelge ile Anadolu hareketini Bolşevik hareketi olarak nitelendirmesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, “Hey’et-i Temsiliye” adına bunu kesin bir dil ve delillerle şiddetle protesto etmişti. Ancak, bir taraftan bu yolda harekete devam eden Damat Ferit, diğer taraftan da Anadolu’daki adamlarına para yağdırarak, “Kuvâ-yı Millîye” hareketini engellemek için kardeşi kardeşe kırdırmaktan geri durmuyordu. Halbuki 26 Temmuz 1919’da toplanan Balıkesir Kongresi’nde ise, kongre başkanı Hacim Muhittin (Çarıklı) Bey ve arkadaşları, maksat ve gayenin vatanın kurtarılması olduğunu ve düzenli bir teşkilat dahilinde Yunanlıları Anadolu’dan atmaya azmettiklerini ilan ediyordu. Bu amaca ulaşmak için de millî seferberlik ilânına karar vermişlerdi.
Kuvâ-yı Milliye hareketini " meşru hakların müdafaası" olarak nitelendiren Salih Paşa, İtilaf Devletlerinin isteklerini reddederek 2 Nisan 1920 tarihinde istifa etti. Bu gelişmeler üzerine Padişah, İngilizlerin istekleri doğrultusunda 5 Nisan 1920’ de Damat Ferit’ i yeniden sadrâzamlığa getirdi. Mustafa Kemal Paşa ise 8 Nisan 1920’de yayınladığı bir genelge ile, düşman süngülerine dayanan bu kabineyi tanımadığını bildirdi. Anadolu’da başlayan bu şanlı direnişi kırmak, yok etmek için iş başına getirilen Damat Ferit, İngiliz yüksek komiseri Amiral de Robeçk ile görüşerek, tutuklanmasını istediği vatanseverlerin bir listesini de İngilizlere verdi. Bütün bunlardan sonra, padişahın sempatiyle bakmadığı, İtilâf devletlerinin de güven duymadığı ve 18 Marttan beri çalışmayan Meclis-i Mebusan 11 Nisan 1920’de padişahın emriyle dağıtıldı. Diğer taraftan, aynı gün Ferit Paşa’nın isteği ile İngilizlerin de ısrarıyla, Kuvâ-yı Milliye aleyhine Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah imzasıyla bir fetva yayınlandı. Buna padişahın bir fermanı da eklenerek, her üç metin bir arada basılarak Yunan ve İngiliz uçakları ile Anadolu’ya dağıtıldı. Fetvada, Millî Mücadeleyi yönetenler Padişaha baş kaldırmış, kendi çıkarlarını düşünen zorbalar, halifeyi dinlemeyen dinsizler olarak gösteriliyordu Damat Ferit, bu genelge ile halkın desteğini sağlamak istiyor ve Kuvâ-yı Millîye aleyhinde kamu oyu oluşturmaya çalışıyordu. Nitekim genelgede Kuvâ-yı Millîye hareketi bir fitne ve fesat hareketi olarak niteleniyor, ona karşı mücadele geçildiği belirtilerek, bu harekete katılanların ve tertip edenlerle teşvik edenlerin te’dib edileceği beyan ediliyordu.
Aynı şekilde Şeyhülislâm Dürrizâde esseyyid Abdullah Efendi de aynı gün bir fetva yayınlayarak “Padişahın haberi ve emri olmaksızın asker toplayanların, askeri iaşe ve donanım (teçhiz) bahanesiyle vergi alanların, memurin-i ilmiye ve askeriye ve mülkiyeyi hodbehot azl ve kendi hempalarını nasb ve merkez-i hilâfet ile memâlik-i mahrusanın muvasalat ve münakalât ve muhaberatını kat ve taraf-ı devletten sâdır olan evâmirin icrasını men..” edenlerin öldürülmelerinin şeran uygun olduğunu ilân ediyordu. Kuvâ -yı Milliye hareketini bir Şekavet hareketi olarak niteleyen Damat Ferit, İngilizlerin de desteğini alarak, bu hareketi yok etmek için 18 Nisan 1920’de " Kuvâ -yı İnzibâtiye" adıyla bir ordu meydana getirdi. T.B.M.M. ise Damat Ferit’ in Milli Mücadele aleyhinde meydana getirdiği olumsuz cereyanları önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları, idare edenleri ve katılanları yola getirmek amacıyla 29 Nisan 1920’ de çıkardığı " Hıyanet-i Vataniyye" kanunu ile bu gibileri idam cezasına mahkûm etti. Bu gelişme üzerine Damat Ferit’ in Birinci Divân-ı Harb-i Örfi başkanlığına getirdiği Nemrut lakaplı Mustafa Paşa, 1 Mayıs 1920’ de Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşlarını ölüme mahkû m etti. Bunlar hakkında gıyaben verilmiş idam kararını padişah, 24 Mayıs 1920’ de" Ele geçtiklerinde tekrar muhakeme edilmek" kaydıyla tasdik etmiştir.Bu arada Kuvâ-yı Milliye yanlısı birçok kumandan gıyaplarında idama mahkûm olduğu gibi, Anadolu’ ya geçerek Kuvâ-yı Milliye’ ye katılan pek çok subay da askerlik mesleğinden atılarak ihraç edildi.
Bir süre sonra teşkil edilen bir alayına sancak bile verildi. Hatta Padişah Vahdettin 16 İnzibâtiye gazisini ! Mecidiye nişanıyla taltif etti. Refi’ Cevat gibi sözde aydınlar, gazetelerinde “Anadolu Kemalistlerden temizlenmelidir.” diyordu. Ulusal namusun galeyanı ile ayaklanmış olan Türk Milleti, bizzat hükümdar tarafından elleri, kolları bağlanarak düşman ayaklarının önüne atılmak isteniyordu. Bugün ve yarın tarihin bu noktası geldikçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin evlatları buralarda derin düşünceye dalacak ve büyük dersler çıkaracaklardır.
Tarihinin hiçbir döneminde bu tür oldu bittilere boyun eğmemiş olan Büyük Türk Milleti bu işgale de seyirci kalmamıştır. Nitekim resmî makamların tüm çekimser tutumlarına rağmen, inisiyatif kullanan komuta kademesindeki subaylar emirleri altındaki birlikler ve mahalli kuvvetlerle düşman ilerlemesine silahla karşı koymuşlardı. Yunan işgal ve ilerlemesini reddeden Batı Anadolu insanı, hükümetin sükûnet tavsiye eden kararlarını dinlemeyerek bazı direniş heyetleri oluşturmuşlardır. Memleketlerinin düşman çizmesi altında çiğnenmesini asla kabul etmeyen vatanseverler öncelikle bölgesel kurtuluş hareketlerine girişmişlerdir. Bu bakımdan daha kongreler yapılıp, Millî Mücadele’nin esas programı yürürlüğe konmadan Batı Anadolu işgale karşı çıkmıştır.
Türk halkı, savaş meydanlarında püskürttüğü düşmanına masada yenilmeyi kabul etmedi. Düşmanın yok yere ülkesini işgal etmesine gönlü razı olmayan halk, yer yer işgal kuvvetlerine hiçbir yerden emir almadan direniş hareketi başlattı. Halk; yurdunu, yuvasını, şeref ve haysiyetini korumak için kendiliğinden harekete geçti. Milis kuvvetleri kurarak gerilla muharebelerine başladı. Özgürlük kıvılcımları kısa zamanda özgürlük ateşine dönüştü. Yurdun dört bir yanında başlayan yerel direniş hareketleri, az zamanda cepheleşti. Direnişçiler, güneyde Fransız ve İtalyanlara karşı Güney Cephesini, batıda Yunanlılara karşı Yunan Cephesini, doğuda Ermenilere karşı Doğu Cephesini, kuzeyde ise Pontus Cephesini kurdular. Anadolu, İstanbul'un aksine kıpır kıpırdı. Halk, meydanlarda yendiği düşmana masada yenilmeyi hazmedemiyor ve masada alınan galibiyetle topraklarının işgal edilmesine razı olmuyordu. Ülkenin çeşitli yerlerinde başlayan işgal protestoları sürüyor, yer yer mitingler düzenleniyor ve direniş örgütleri kuruluyordu.
Atatürk bu noktada çok önemli bir noktanın altını çizerek, açıklamalarda bulunmaktadır. Millet ve ordu, padişah-halifenin gafletten öteye bir ihanet içinde bulunduğundan haberi olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Millet ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrayacak durumda değil. Bu inançla bağdaşmayan görüş ve düşünceleri açığa vuracak olanların vay haline ! Hemen dinsiz, vatansız, hayın ve bozguncu olur.
Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görünmemektedir. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer etmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti_nin yanında koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden mağlûb eden İtilaf Devletleri karşısında yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Üstelik bu anlayışta olan sadece halk değildi. Özellikle seçkin sayılabilecek birçok devlet adamı, asker, yazar ve aydın da da böyle düşünüyordu. Öyleyse, kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin İtilaf Devletlerine karşı yeniden düşmanlık durumuna girilmeyecekti. Sonra da Padişah ve Halifeye karşı canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı. İşte bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için düşünülen çareler şunlardı :
Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek
İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek
Bu iki karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, ülkeyi bütün olarak bir büyük devletin kanatları altında bulundurmayı tercih edenlerdir.
Üçüncü karar,bölgesel kurtuluş yollarıyla ilgilidir. Örneğin, bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyordu. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
ATATÜRK’ÜN KARARI :
Atatürk bu kararların hiç birini yerinde bulmuyordu. Çünkü bu karaların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunulan o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi.
Bu durum karşısında bir tek kara vardı. O da millet egemenliğine dayanan kayıtsız, şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak. İşte Atatürk ve arkadaşlarının daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündükleri ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladıkları karar bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi : Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm !
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Ancak en büyük zorluk milleti topyekün kurtuluşa inandırmak, bunun için de korkak ve acz içinde olan Osmanlı Hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine baş kaldırmak ve bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşı çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ilk günlerde açıklamak ve söylemek elbette yerinde olmazdı, olamazdı. Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletin duygu ve düşünceleri üzerinde işlemek ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. O, milletin vicdanında ve geleceğinde sezdiği büyük gelişme yeteneğini bir millî sır gibi vicdanında taşıyarak yavaş yavaş tüm Türk toplumuna uygulamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yenilgisi, Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) imzalanarak kabul edilmiş, imparatorluğun elde kalan bölgeleri İtilaf devletleri kuvvetleri tarafından işgal edilmişti. Mustafa Kemal Paşa, Söylev’de bu durumu şöyle anlatmaktadır :
“Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf devletleri Mondros Mütarekesi hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer vesile ile, Anlaşma Devletleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antakya ve Konya’da İtalyan kıtaları ; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor ..
Her yanda yabancı subay ve memurları, özel adamları çalışıyor. Nihayet, sözünü ettiğimiz tarihten (19 Mayıs 1919) dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da Anlaşma devletlerinin onayı ile Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor.”
“Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da, ulusal egemenliğe dayalı kayıtsız-şartsız bağımsız yeni bir Tür Devleti kurmak ! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur”
Millî Mücadele’nin ve onun büyük önderi ile mahalli önderlerin dayanabilecekleri ve umutla bağlanacakları tek kuvvet, milletin manevi varlığı ve özellikle halkın vatanseverlik duygusuyla bütünleşmiş azmiydi. Kurutuluş Savaşını yönetin güçler mâli olanaksızlıklar içinde kıvranmaktadırlar. Başkomutan ve onun karargâhı ile diğer komutanlıklar çok mütevazi koşullar içindeydiler. Derme çatma masa, sandalyeler ve kırık dökük araçlarla çalışıyorlardı.
İşte böylesine bir tablo içerisinde, Milli Mücadele'nin parasız günlerinden sözeden birkaç hatırattan biri olan Mazhar Müfit Kansu’nun ‘‘Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber’’ adlı kitabında Kurtuluş Savaşı'nda çekilen parasızlık sayfalar boyunca anlatıyordu. Kansu'nun sözünü ettiği birkaç olayı burada aktarmakta çıkarılacak büyük dersler vardır. Bu kitap, İstiklâl Savaşı'yla ilgili olarak yazılmış en içten eserlerden biridir... Hatıradan ziyade romanı andırır ve ibret dolu olaylardan söz eder...
İşte, bu olaylardan birkaçı: Erzurum Kongresi yapılmış, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas'a doğru yola çıkma hazırlığına girişmişlerdir... Ama küçük bir eksik vardır: Para... Gerisini, Mazhar Müfit'ten izleyelim:
‘‘...Bizim sivil karargâhın masraflarına para dayandırmak kolay değildi. Gerçi en asgari hayat şartlarına tabi olarak ve askeri tabldottan yemek alarak geçiniyorduk. Buna rağmen, umumi masrafları ve ihtiyaçları karşılarken, para bütün ihtimamımıza rağmen suyunu çekmekteydi. ...Paşa, para ile meşgul olmaktan hoşlanmazdı. Alışveriş etmeyi ve her türlü gelir ve giderle meşgul olmayı bana bırakmış, 800 lirasını da yine bana vermişti. Bunun içindir ki para mevzuunda sıkıntılı vaziyette idik ve cepten yiyorduk. Paşa ‘‘Hazırlığımız tamamlandı mı? Ağustos'un 29. Günü hareket edebiliyor muyuz ?’’ dedikçe, beynim burgu ile delinircesine zonkluyor, gözlerim ‘‘Parrrra!’’ diye kararıyordu. Paşa'nın azim ve cesaretini kırmamak için ona ‘‘Ne ile gideceğiz? Para nerede?’’ diyemiyordum...’’
Ve, bir başka parasızlık öyküsü: Sıvas Kongresi yapılmış ve çalışmalar aynı hızla devam etmektedir:
‘‘...Mustafa Kemal Paşa, Hüsrev Sami Bey'le bana ‘‘Birer kahve içeriz de öyle gidersiniz’’ diyordu. Bu, ‘‘Sabahlayacaksınız’’ demenin müjdesiydi. Kalktık. Emirber Ali'ye emretti:
- Ali, bize birer şekerli kahve yap.
Ali ‘‘Paşam, şeker yok. Sade yapayım mı?’’ deyince, Paşa gülerek yüzüme baktı: ‘‘Canım Mazhar Müfit, niçin şeker aldırmıyorsun?’’ dedi. Ben de gülerek ‘‘Yarın inşallah aldırırım’’ dedim ve ilâve ettim: ‘‘Hele şimdi sade içelim’’...
Emireri Ali sade kahveleri pişirmek üzere odadan çıktıktan sonra Paşa, mahzun mahzun gözlerini gözlerimde dolaştırarak ‘‘Farkındayım, yine züğürtledik’’ dedi.
- Evet Paşam. Hem züğürtledik, hem de mevcut paramız şeker almaya müsait
değil. Şeker çok pahalı...”
Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre, savunmadan yoksun ve yoksul dokuz kolorduya izin verilmişti ki, bunlar âdeta kadro halindeydiler. Her tümen için 1540 tüfekli er gösterilmiş, sonuç olarak tüm Osmanlı Ordusunun subay ve er kadrosu, 45-60 bin dolaylarında kabul edilmişti. Taburların mevcudu 50-60 kişiyi geçmiyordu.
Ancak Osmanlı Genelkurmayı ve İstanbul’daki bazı vatanseverler el altından, çeşitli vasıtalarla Anadolu’daki direnişleri ve Mustafa Kemal Paşa’yı destekliyorlardı. Harbiye Nazırı Cemal Paşa, birbiri ardına Genel Kurmay Başkanlığı yapan Fevzi (Çakmak) ve Cevat (Çobanlı) Paşalar, Kuvâ-yı Milliyenin takviyesi konusunda ellerinden geleni yapıyorlardı.
İzmir’in işgalinin ardından yapılabilecek ilk savunmanın Kuvâ-yı Milliye ile mümkün olabileceği anlaşılmıştı. Nitekim 17. Kolordu komutan vekili Albay Bekir Sami (Günsav), Bandırma’daki 14. Kolordu komutanı Yusuf İzzet Paşa, Balıkesir’deki 61. Tümen komutanı Albay Kâzım (Özalp),57. Tümen komutanı Albay Şefik (Aker), Ayvalık’ta 172. Alay komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya) kendi bölgeleri içinde Batı Anadolu’daki ilk direnişlerin örneklerini vermekte gecikmemişlerdi

S o n u ç
Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği içerisinde olanlar nedense görüntü üzerinde duruyorlar. İstiklâl mahkemelerinin almış olduğu kararları eleştirenler, bu yargılamaların â dil olmadığını, yargılama sırasında avukat bulunmadığını vs. hatırlatanlar, madalyonun öbür yüzünü hiç çevirmiyorlar. Ülke yangın yerine döndüğünde, milletin ırz ve namusu ayaklar altına alındığında, işgal güçlerinin her türlü haksızlık ve zulmü yaptıkları sırada bu milletin avukatlığına kimler soyunmuştu ? Padişah mı, yoksa Damat Ferit hükümetleri mi ? Yine de tüm yokluk ve sıkıntılara rağmen millet adına bu zulme karşı çıkan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları değil miydi ? Ayrıca, düşman saldırılarının tüm şiddetiyle hüküm sürdüğü, asker kaçaklarının had safhaya vardığı bir sırada vatanın bölünmez bütünlüğünü sağlamak için kurulmuş olan “İstiklâl Mahkemeleri” nin vermiş olduğu cezaları eleştirenler, sırf Kuvâ -yı Milliye yanlısı oldukları gerekçesiyle İstanbul Hükümeti tarafından idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmış olan yüzlerce mâsumu unutmuş görünmektedirler.
Bugün Kurtuluş Savaşımız ve Atatürk konusunda yapılan tartışmalar asıl mecrasından yapılmaktadır. Atatürk’ ün bu muazzam mücadelede, ülkenin içinde bulunduğu koşullar bunu gerektirdiği için savaştığı kavratılmalıdır. Esas sonucun çağdaşlaşmak, akılcılıkla ve aksiyonla ilerlemek olduğu vurgulanmalıdır. Yine Atatürk’ün ifadesiyle " fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" nesiller yetiştirmenin kavgasının verildiği örneklerle açıklanmalıdır.
O’nun mücadelesi, belki pek çok mücadeleden daha meşru, daha gerçekçidir. Bu ülkenin, bu büyük milletin yetiştirmiş olduğu kahraman evlatlarından biri olan Mustafa Kemal Atatürk, bağımsızlığın yok edilmek istenmesine, aziz vatanımızın parçalanmasına baş eğmediği için, İstanbul’daki işbirlikçi, âciz ve korkak Damat Ferit Hükümetine karşı koyduğu için âsi, çeteci olarak, vatan evlatlarının bu muazzam mücadelesi ise “gayr-i millî” ilân edilmiştir. Onun mücadelesi meşrudur, gerçekçidir. Mustafa Kemal Paşa, bağımsızlığı yok edilmesine, haksız işgallere karşı koyduğu için işbirlikçi, korkak ve aciz Damat Ferit Hükümeti tarafından “gayr-i millî” ilan edilmiştir.
Esef verici olan, bugün bazı çevreler ulusal mücadelemizi reddetmeseler de, Atatürk’ ü bu mücadelenin dışına atma, hatta onu küçültme, karalama çabası içindedirler. Ancak bu çevrelerin çabalarının, Millî Mücadelemizdeki benzer çevrelerin gayretleriyle paralellik göstermesi son derece anlamlıdır. Aslında bu çevreleri ürküten O’ nun ilerici, çağdaş kimliğidir. Millî Mücadelede olağanüstü bir kararlılık ve mücadele örneği gösteren bu büyük askerin, savaştan sonra da neler yapabileceğinin sezilmeye başlanmış olmasıydı. Bugün de bunu anlamayan, ya da anlamak istemeyenler onun ve onun izinde gidenlerin bu ilerici, çağdaş, birleştirici kimliğinden ürkmektedirler.
Bu aziz vatanın topraklarını kanlarıyla sulamış, bayrak bayrak kutsallaştırmış şehit ve gazilerimizin ölümsüz hatıraları önünde bir kez daha saygı ve minnetle eğiliyoruz. Ayrıca bu muazzam muharebelerde tarih sahnesine çıkarak bir güneş gibi doğan eşsiz kahraman Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün, bütün komutan ve silah arkadaşlarının da manevi huzurunda engin saygılarımızla eğiliyor, onları rahmet ve minnetle anıyoruz.
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.