* Dini Hikayeler *

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Du Ayni DuÂ, Ama Okuyan Ağız...
Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:

'Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:

' Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.

Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...

' Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!

Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:

' Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:


Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...

Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:

' Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:

' Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve tevecelde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmazcühü tamam değildir!..

İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Dört Dirhemlik Gömlek

Ashab-ı Kiram'dam Ebu'd-Derda r.a. Hazretleri anlatıyor:

Günün birinde bir gömlek almak için çarşıya çıkmıştı. Yolda Ebu Zerr r.a. Hazretleri onunla karşılaştı, nereye gittiğini sordu. Ebu'd Derda r.a. dedi ki:

- On dirheme bir gömlek satın almak istiyorum. Ebu Zerr r.a. ise:

- Dikkat edin! Ebu'd-Derda müsriflerdendir! diye seslenmeye başladı. Ebu'd-Derda r.a. gizlemek istediyse de bunu yapamadı ve dedi ki:

- Ebu Zerr, böyle yapma! Benimle gel de beni sen giyindir.

Birlikte çarşıya gittiler. Ebu Zerr, Ebu'd-Derda'ya onun parasından dört dirheme bir gömlek alıverdi.

Ebu'd-Derda r.a. diyor ki:

Dönüp gelirken, avret yerlerini bile kapatmaktan uzak, çıplak bir adama rastladım. Onu örtüsüne dikkat etmesi için uyardım. O ise örtünecek elbisesi olmadığın söyledi. Ben de aldığım giysiyi ona verdim. Çarşıya dönüp dört dirheme bir gömlek daha aldım.

Evime dönerken, bu kez de yolda ağlayan bir hizmetçi kadın gördüm. Ona niçin ağladığını sordum. Şunu söyledi:

- Yağ konan kabım kırıldı. Aileme dönmek için de geç kaldım.

O kadınla birlikte çarşıya gittim. Bir dirheme ona bir kap yağ alıverdim. Bu defa kadıncağız dedi ki:

- Ey efendi, bana yapacağın iyiliği yaptın. Aileme kadar da benimle geliver. Çünkü ben eve geç kaldım. Beni dövmelerinden korkuyorum. Benimle gelirsen, belki bana dokunmazlar.

Onunla beraber efendisine gittim ve ona dedim ki:

- Hizmetçiniz geç kalmış da onu dövmenizden endişe etmiş. Bunun için benimle birlikte size gelmemi istedi, onun için buradayım.

- Madem seninle gelmiştir, dedi adam; artık o Allah için hür ve serbesttir!

Bunu görünce kendi kendime dedim ki:

- Ebu Zerr benden doğrusunu yaptı. Toplam on dirheme bana bir gömlek alıverdi, bir fakire de bir gömlek giydirdi, bir köleyi de hürriyetine kavuşturdu
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Doğruluk

Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri'ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri'nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri'yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde...
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri'ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:

Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb'im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah'tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de ***ürürlerdi, dedi.

Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, efdal olan, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa, doğruyu söylemektir.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Tabutumdan Tuğlayi Çikarin

Şâh-ı A'lâ Şeyh Abdüsselâm'ın vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geçmişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından olan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâmir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şehrinden kırmızı taş getirtti. İnşâata başlandı.


İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh'in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve;
-Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düştü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devâm edin" buyurduğunu gördü.


Sabah olunca o mühendis, Mesmât'ın yanına geldi ve rüyâsını anlattı. Mesmât;
-Hazret-i Şeyh'in buyurduğunu yapın, dedi. Öyle yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düştüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor. Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu tâmir ettiler ve türbenin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi .
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Şoför

Sokaklarda sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı? İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi. – Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç ******mla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumu lekelenmemden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum.
Beklenmedik bir anda gelen bu “Allah rızası için yardım” talebi zaten kıt-kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı. Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına; ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört lastiği de kabaklaşmıştı. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da ikaz etmekten geri kalmıyordu:

– Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan, aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle?’ diye korku içinde bekliyorum.

O an için nefsi ve şeytan birlik olup vesvese vermeye başladılar:

– Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna!

Fakat imanı ve vicdanı da şöyle sesleniyorlardı:

– Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir. Çocukları aç durumda, Onu namusunu kirleterek, para kazanma zorunda bırakmamalısın.

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki lastik parasını tümüyle kadıncağıza uzatarak:

– Al bacım, namusunla yaşa. Bu para bir müddet seni idare eder. Sonrasında da Allah başka sebepler halk eder! Dedi. Minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken kadının:

– Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın! duasını duydu. Gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) dedi.

Akşam eve gelince beklediği soruyla yine muhatap oldu.

– Hâlâ değiştirmemişsin lastiklerini...

– Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam etti. Bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, “Bu defa ne diyeceğim?” diye düşünürken beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı. Hanım kendisine adres yazılı bir kağıt uzattı, sonra da şöyle dedi:

– Bugün bir lastikçi geldi, şu adresi verdi. “Yarın bana mutlaka gelsin, lastiklerini değiştireceğim” deyip gitti. Al şu adresi. Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi. İlk işi kağıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kağıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Lastikçi:

– “Sen o musun?” deyip şoförün boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

– Tam üç gündür Resûlüllah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, “Şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol” buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki Resûlüllah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Şikayet Masası

Bir cemiyet için, bir millet için adâlet, insanın damarında dolaşan kan gibidir. Adâlet mekanizması sıhhatli çalışırsa, cemiyet hayatı da sıhhatli olur. Dilerseniz Hazret-i Ömer (r.a.) devrinden bir misâlle mevzûmuzu müşahhaslaştıralım.

Ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in iştirak ettiği hiçbir gazâdan geri kalmayan, bazan da Medîne'de Efendimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden Ensâr'dan Muhammed bin Mesleme (r.a.), Hz. ömer (r.a.)'in hilâfeti esnasında onun 'Şikâyet Masası' reisi idi. Memurlarla alâklı şikâyetler bu masaya gelirdi. O, gelen bu şikâyetleri inceler, araştırırdı. Neticede şayet haksızlık yapan, adam kayıran, rüşvet alan biri ortaya çıkarsa cezalandırılırdı.

Bir defasında Medîne'de toplanan memurlara, Hz. Ömer (r.a.) nasîhat ediyor ve onları, insanlara âdil davranmaları, zulmetmemeleri hususunda îkaz ediyordu. İşte bu esnada halkın arasından, sessiz-sâkin ve kimsesiz bir adam ortaya çıktı ve:
-Beni memurlarınızdan işte şu adam, haksız yere dövdü. Halbuki suçladığı hususta benim bir kabahatimin olmadığı da sonradan anlaşıldı, diyerek dâvâcı olduğunu söyledi.
Bunun üzerine mes'ele araştırıldı... Adamın haklılığı anlaşıldı, memurun ona zulmen kırbaç vurduğu meydana çıktı.
Hz. Ömer (r.a.)'in kararı kesindi:
-Seni döven memura sen de, onun sana vurduğu kırbaç adedince vuracaksın! Amr bin Âs (r.a.) itiraz etti:
-Yâ Ömer, bundan sonra memurlarınızı insanların gözü önünde dövdürecek misiniz? Şayet böyle yaparsanız, bu tatbikat, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hâle getirir.
Hz. Ömer'in cevabı aynen şöyle oldu:
-Ben zâlimi, şu veya bu bahânelerle koruyup da, mazlûmu mâruz kaldığı zulümle başbaşa bırakmam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki, tekrarına cesaret edemesin. Böylece karar kesinleşti. Sessiz ve kimsesiz şikâyetçi adam, kendisine vurulan kırbaç adedince kırbaç vuracaktır zulmeden memura...
Bu defa Amr bin Âs (r.a.), kimsesiz olan bu şikâyetçi adama gitti ve şu teklifte bulundu:
-Sana, onun vurduğu kırbaç sayısınca altın vereyim. Bunları al, dâvandan vaz geç. Yoksa kötü niyetli bazı insanlar cesaret bulur, memurlar korkaklaşır. Neticede adâletin temini daha da güç hâle gelebilir, dedi. Mazlum ve mağdur adam da bu teklifi kabul etti: Yediği kırbaç adedince altınları aldı, dâvâsından vaz geçti. Ve böylece, idare edenlerle idare olunanlar arasındaki buna benzer haksızlıklar da son bulmuş oldu.

Ne âdil bir hüküm, ne güzel bir hâl çaresi... Tabii ki ne mes'ut bir cemiyet! Bütün insanlığa örnek olması dileğiyle..
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Şeytan İle Oduncunun Dövüşü

ŞEYTAN İLE ODUNCUNUN DÖVÜŞÜ
Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk" vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.

Oduncu, bir gün: «Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.

Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:

- Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:

- Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.

Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.

Şeytan zahide:

- Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.

Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.

Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:

- Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.

Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:

- Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Şeytanın Hilesi Zeus

Şeytan, şeytanlığını yapabilmek için, insanların zihnine girebilmek için kendine hep bir yol arayıp bula gelmiştir...


Bir zamanlar..., Allah'tan sakınan, gece gündüz ibadet eden birçok kimse vardı.

Onlar Allah'ı sever, Allah'da onları severdi. Allah onların dualarını geri çevirmezdi.

Allah'ın bu sevdiği seçkin kullarını insanlarda sever ve sayardı.

Tabi şeytan da vardı. Ama Şeytan'ın işi zordu. İnsanoğlunun ayağını kaydırmak zordu. Bu salih kullar yoluna engeller koyuyor, doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor almıyor du. Şeytanlık bayağı zordu, acınacak hali vardı İblis'in oğlunun.

Ama şeytan bu durur mu? Durmaz tabi... Düşündü düşündü, yılları düşünmekle geçti ve bir gün fırsatını buldu.
Bu Allah dostları, halk tecelli edip vefat etmeye başlayınca, Şeytan balkarki engeller kalkmaya başlamıış, halkın içine girebiliyor. O da her fırsatta onların içine girmiş ve her fırsatta onlara Allah dostlarını hatırlatmaya başlamış...


- Şunu, şunu nasıl bilirdiniz?


- Allah Allah. Sorduğun soruya bak. Nasıl bileceğiz? Onlar Allah'a çok bağlıydılar. Duaları geri çevrilmezdi.


- Onlara ne kadar üzülüyorsunuz?


- Çok çok.. Tarifi mümkün değil.


- Öyleyse onları görmek isterdiniz değil mi?


- Hemde nasıl!


- Niçin onlara hergün bakmıyorsunuz?


- Ne demek istiyorsun? Hiç mümkün olabilir mi? Onlar vefat ettiler, aramızdan ayrıldılar.


- Siz de onların resimlerine bakın!

Şeytan'ın bu sözleri halkın beğenisini toplar.


Bunun üzerine o salih insanların resimlerini yaparlar ve hergün o resimlere bakmaya başlarlar böylece ayrılık özlemlerini giderirler...


Zamanla resimlerden heykellere geçerler...


Bunları evlerine ve mabetlerine kadar her yere koyarlar...

Resim ve heykelleri ilk yapan bu insanlar Allah'a ibadet ediyorlar. O'na ortak koşmuyorlardı.


Bu heykellerin taştan yapıldığını, yarar ve zararı olmadığını biliyorlar, ancak gene de saygı gösteriyorlardı.


Gittikçe heykeller çoğaldı. Heykellerin çoğalmasıyla saygıda çoğaldı.


Heykellere saygı ve bağlılık gösterisinde bulunmak moda oldu. Öyle olduki, salih bir kimse vefat edince, hemen heykelini yapmak bir görev haline geldi.

Nesiller geldi nesiller gitti.


Çocuklar torunlar babalarının ve dedelerinin heykellere tavırların görmüş, onların önünde başlarını eğdiklerini, saygı duruşunda bulunduklarını görmüşlerdi.


Boynuz kulağı geçer misali, çocuklar saygıda babalarınıda geçtiler, secde etmeye, ihtiyaçlarını heykellerden istemeye başladılar.


Bu arada heykeller için kurban kesmelerde başlamıştı.

Sonunda heykeller putlaştı. İnsanların ihtiyaçlarını gideren tanrılar olarak kabul görmeye başladı. İbadet artık onlaraydı. Şeytan'ın tuzağına düşülmüştü.


...ve sonraları tanrılaştırılan Zeus bile Hz. İdris'in Atina'ya Tevhid inancını tebliğ etmesi ve halkı çok tanrıcılığın parçaladığı ahlâkî yozlaşmadan kurtarması için gönderdiği valiydi.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
ŞEYHİN MÜRİDLERİNİ İMTİHANI

Mire-i Nişabûri (k.s.) Hazretleri, yanında müridlerinden bir hizmetçisi olduğu halde Nesa denilen yere gitmişti. Orada büyük rağbet gördü, bir hayli müridleri oldu. Başına toplandılar, hatta onun zikrinden bile meşgul ediyorlardı. O bu durumdan incinmekte idi. Nesa'dan geri dönmeye karar verdi. Ve bir gün müridlerine Allaha ısmarladık diyerek yola çıktı. Onun etrafını saran yeni birçok müridi de kendisi ile gelmeye karar verdiler ve peşine düştüler. O her ne kadar siz gelmeyin kendi memleketinizde kalın dediyse de illâ da biz de gideceğiz diyorlar ve arkasından gelmeye devam ediyorlardı. Giderken bir tepenin başına vardılar. Şiddetli rüzgâr esmekte idi. Mire-i Nisabûrî Hazretleri şalvarını çözdü, ayakta bevletmeye başladı, hattâ kendi üzerini ve etrafında bulunan bir çok kimsenin de üzerini pisledi.

O zamana kadar tereddütsüzce bağlı olan müridleri:

- Bu ne biçim şeyhlik, bu ne biçim hareket? diyerek peşini bırakıp gerisin geriye döndüler.

Sadece kendisi ile Nisabur'dan gelen hizmetçi peşini takip etmekte ve o da içinden:

- Bu nasıl iştir. Bunca yepyeni iştiyakla bağlanan müridi arkasında iken böyle yaptı? Hepsinin geri dönmesine sebeb oldu, diye düşünüyor ve işi şeyhi inkâra vardırıyordu.

Şeyh Hazretleri hiçbir şey söylemeden yoluna devam ediyordu. Yolda bir akarsuya vardılar. Şeyh bütün elbisesi ile olduğu gibi suya daldı, iyice elbisesini ve bütün vücudunu yıkadı. Sudan çıkıp yoluna devam etmeye başladı. Sonra dönüp baktı ki Nisabur'da yanına aldığı hizmetçi hâlâ arkasını takip etmekte. Ona dönerek şöyle dedi:

- Artık beni inkâr etmemelisin! Çünkü büyük bir meşguliyet ve âfeti bu halle giderebildim. Onların meşguliyetinden ve fitne-i fesattan kurtulmak için bu belâya razı oldum. Eğer evvelki belâya razı olsaydım belki de sermayemden olabilirdim. Onların bizi sevip etrafımızda toplanmaları bizde bir ayıp görmediklerindendir. Ama en küçük bir ayıp görseler veya onların isteklerinin hilâfına bir hâl zuhur etse işte böyle terkederler, inkâr ederler, buyurdu.

Zamanın büyük âlimleri, şeyhülislâmlar bu hâdiseyi şöyle yorumlamışlardır:

- Onların kendini kabul etmesi şeyhin nefsine tabiatına hoş geldi ve bundan kurtulması için de öyle yapması vacipti. O da öyle yaparak kendisini kurtardı...

Şeyhİn Kedİsİ ŞEYHİN KEDİSİ
Zamanın ulularından Ahi Fere Zencanî Hazretleri'nin bir kedisi vardı. Evinde de hiç misafir eksik olmazdı. Her zaman müritleri ziyarete gelirler o da müridlerine bir şeyler ikram ederdi.

Gelecek misafirlere yemek hazırlamak istendiği zaman kedi çağrılırdı. Kedi ne kadar miyavlarsa hizmetçi tencereye o kadar su ilâve ederdi. Her miyavlaması için bu miktar, bir bardaktı. Bir gün yemek hazırlandı, misafirlerin önüne kondu. Fakat gelen misafirlerin sayısı hazırlanan yemekten bir fazla çıktı. Kedinin eksik miyavlamasına şaşırıp kaldılar. Biraz sonra kedi misafirlerin içine girdi, misafirleri teker teker kokladı. Ve en sonunda da birinin üzerine vardı, işedi. Sonra araştırıldığı zaman o kimsenin bir gayr-i müslim olduğu anlaşıldı.

Yine bir gün, aşçı çömleğe sütlaç yapmak için süt doldurmuştu. Bir zehirli yılan gelerek çömleğin içine girdi. Aşçının bundan haberi yoktu, kedi gelip çömleğin etrafında miyavlamaya ve feryat etmeye başladı. Aşçı kedinin bu halinden bir şey anlamıyordu. Onu azarladı ve oradan kovaladı. Fakat bir fırsatını bulan kedi kendini çömleğin içine attı ,ve öldü. Çömleği boşalttıkları zaman kara bir yılanı çömleğin içinde ölmüş olarak buldular.

Şeyh Ahi Fere Zencanî Hazretleri:

— O kedi kendini dervişlere feda etti. Onu yıkayıp kabre koyunuz ve ziyaretgâh ediniz, buyurdu.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
SURET VE SİRET

İmam Şafiî Hazretleri şöyle bir hatırasını anlatır:
'İlm-i firaset (sezgi ve anlayış bilgisi) ile ilgili kitaplar aramak için Yemen'e gittim. Konuyla ilgili kitapları derleyip toparladım. Geri dönerken konaklamak için, yolda evinin avlusunda duran bir adama uğradım.
Adam gök gözlü ve çıkık alınlı biriydi. Bu suret ise firaset ve kıyafet ilmine göre olumsuz sîretin (ahlâk noksanlığının) habercisiydi. Beni evine misafir etti. Bir de gördüm ki, pek cömert bir adam! Bana akşam yemeği ve güzel koku, hayvanıma alaf, ayrıca yatak ve yorgan gönderdi.
Bunları görünce kendi kendime dedim ki: İlm-i firaset, bu adamın oldukça düşük bir şahsiyete sahip olduğunu gösteriyor. Ben ise ondan hayır ve iyilikten başka bir şey görmüyorum. Demek ki bu ilim boş ve gerçek dışıymış!
Sabah olunca yanımdaki hizmetçi çocuğa hayvanı eyerlemesini söyledim. Hayvana binip çıkacağım sırada adama dedim ki:
- Mekke'ye geldiğin zaman, Muhammed b. İdris'in (Şafiî) evini soruver. Adam dedi:
- Peki, dün gece sana yaptığım hizmetin karşılığı nerede?
- Neymiş o?
- Sana iki dirheme yemek aldım; ayrıca aynı fiyatlarla katık, güzel koku, hayvanına yem, sana yatak ve yorgan alıverdim...
Çocuğa dedim ki:
- Oğlum, ona istediğini ver! Başka bir şey kaldı mı?
- Ev kirası nerede? Ben evimi sana genişletip kendime daralttım!
Bu durumu görünce kanaatim güçlendi ki, firaset ilmi gerçekmiş. (Ancak İslâm dini, ona uyan insanın tabiatını terbiye eder, tevbe de kötü adet ve huylarını değiştirip ıslah eder.)
Şu güzel söz, konumuzu aydınlatır:
'Suretin sîretine şahittir; başka şahit aramak zaiddir.'
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Mevlananın Yunus Emre ile Karşılaşması

Mevlana dervişleriyle yaptığı sohbeti bitirdikten sonra,bir derviş telaşla odaya girdi ve heyecanla,uzaklardan gelen genç birisinin kendisini ısrarla görmek istediğini haber verdi.
Mevlana , '' Buyursun bakalım '' diye izin verdi.
İçeriye orta boylu,cübbesiz,külahsız ve sakalsız,çok sade giyinimli bir delikanlı girdi.
Mevlana yerinden adeta bir ok gibi fırladı.Bu zatı mana aleminden tanıyordu.Bu,kendisi gibi çağlara damgasını vuracak yiğit bir HAKK aşığı olan Yunus Emre idi...
Heyecan ve hasretle kucaklaştılar.
Odadaki dervişler bu samimi karşılamaya bir anlam verememişti,ama ortamın manevi yükünün yoğunlaştığını anlamakta zorlanmadılar...


Daha sonra Mevlana ve Yunus Emre Karşılıklı Dini Şiirler Söylediler...Bir Mevlana Söylüyor...Bir Yunus Emre Söylüyor... Dervişlerde onları hayranlıkla izliyordu...


Yunus Emre ve Mevlana birbirini özleyen iki kardeş gibi yan yana oturdular...Mevlana sordu ;
- Pek güzel, Pek Sade giyinmişsiniz.Üzerinizde hırkanız bile yok ,üşümezmisiniz ?
Yunus Emre şiirle karşılık verdi ;
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen,hırkaya muhtaç değil


Mevlana beğendiğini belli eden bir hareket yaptı.Ve yine sordu ;
- Pek doğru söylersiniz.Nasılsınız iyimisiniz ? Nelerle meşgulsünüz ? Ne yapar ,ne eylersiniz ?
Yunus Emre yine şiirle karşılık verdi ;
Adımız miskindir bizim,düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazuz,kamu alem birdir bize
Ben gelmedim dava için,benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir,gönüller yapmağa geldim !
Mevlana, Yunus Emre'ye Sordu;
-Biz dervişlerimize Tevhid'i öğretirken '' Bir elma iki ayna '' demiştik.Siz ne dersiniz ?
Yunus Emre cevap verdi;
Tevhid imiş cümle alem
Tevhidi bilendir adem
Bu tevhidi inkar eden
Öz canına düşman imiş.
Mevlana,Yunus Emre'nin bir süre dergahta kalmasını istiyordu.
-'' Evet,davetimizi kabul buyurursanız,çok memnun kalacağız.Hemde size yazdığımız 6 ciltlik Mesneviyi okurduk'' dedi.
Yunus Emre kalktı ,kapıya doğru yönelirken ilk kez şiirsiz konuştu;
-Ne kadar uzun yazmışsınız ! Çok emek ve gayret sarfetmişsiniz.Bize kalsaydı aynen şunu söylerdik ;
'' Ete Kemiğe Büründüm,Yunus Diye Göründüm
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Meleklerin Yıkadığı Sahâbînın Oğlu:ABDULLAH BİN HANZALA

Abdullah bin Hanzala hazretleri, Eshâb-i kirâmdan, şehâdeti ile meşhûrdur. Babası da, Eshâbdan olup, (Gasîl-ül-melâike) Meleklerin yıkadığı Sahâbî lakabıyla tanınmıştır. Annesi Cemile binti Abdullah’tır.

Babası Hanzala, Uhud vak’ası gecesi evlenmiş, ertesi gün Uhud’da şehîd olmuştur. Hz. Abdullah, Peygamber efendimizin vefâtında yedi yaşında idi ve Peygamberimizi görüp, gönüllere şifâ olan sohbetine kavuşmuştur.

Rü’yâda gördüm

Hz. Abdullah, 682 senesinde, Hara savaşında Zilhiccenin bitmesine üç gün kala, perşembe günü şehîd olmuştur.

Önce sekiz oğlunu, birer birer savaş meydanına çıkarıp, hepsi şehîd olduktan sonra, kılıcının kınını kırarak askerlerin içine dalmış, şehîd oluncaya kadar mücâdele etmiştir.

Abdullah bin Ebî Süfyân anlatır:

"Ben babamı şöyle derken işittim: Abdullah bin Hanzala’yı şehîd edildikten sonra rü’yâda çok güzel bir şekilde gördüm. Kendisine sordum:

- Ey Ebû Abdurrahmân, sen öldürülmedin mi?

- Evet, fakat öldürülünce, Rabbim beni Cennetine koydu. Ben burada serbestçe dolaşıyor ve Cennet ni’metlerinden istifade ediyorum.

- Ya senin eshâbın, arkadaşların? Onlara ne oldu?

- Onlar benim sancağım etrafındadırlar. Ki, sen bunu görüyorsun.Aramızda olan bu konuşmalardan sonra, uykumdan uyandım. Gördüğüm rü’yânın Hz. Abdullah bin Hanzala için hayırlı olduğunu anladım."

Süfyân bin Selim’in rivâyetine göre, Iblis, Hz. Abdullah bin Hanzala’ya göründü ve ona dedi ki:

- Dinle sana birşey öğreteyim.

Hz. Abdullah da cevap verdi:

- Senden birşey öğrenmeye ihtiyacım yoktur.

Baskasından birşey isteme!

Şeytan tekrar dedi ki:

- Dinle de, istersen alır, istemezsen almazsın.

Şeytan, sonra sözlerine şöyle devam etti:

- Ey Hanzala’nın oğlu, Allahtan başkasından birşey isteme! Her istediğini Allahü teâlâdan iste! Kızdığında, nasıl bir hâl aldığına bir bak!

Sen kızdığın zaman, ben sana hakim olurum.

Abdullah bin Hanzala hazretleri, ziyâret için, arkadaşları ile beraber, Sa’d bin Ubâde hazretlerinin oğlunun evine gitmişti.

Namaz vakti gelince ev sahibine, imâm olmasını teklif ettiler. O da misâfirlerden birinin imâm olmasını istedi. Hz. Abdullah şöyle rivâyette bulundu:

- Resûlullah efendimiz, "Bir kimsenin kendi yatağında yatması, hayvanına binmesi ve evinde imâmlık etmesi evlâdır" buyurdu
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Secde Et ve Yaklaş

Yarı çemberin içindesin. İçinde dünyaya küskünlük var . Yarı çemberin dışındasın. Asılı mı kaldın hayatta? Ya da sıkışık mı kaldın?

Sevinçli vahşi yüreğin ile günahkar yanmış yüreğinin derinliklerinden gelen bunaltı mı geriyor seni? Yoksa yoruldun mu? Bu gün yaşadıkların yordu. Anladım. Sadece bugün yaşadıkların değil. Sıkıntılı günlerden biriydi. Peki. Yok yok tam anlamadım. Bir daha söyler misin? Ruhunu sürgüne mi yolladın? Benliğini yüceltmenin sürgünündesin öyle mi? Azap verici bir gerilimin içindesin.


Konuşmak istemiyorsun. Gerginsin. Bunalımdasın. Ağlıyorsun. Yalnızsın. Kederlisin. Mutsuzsun. Kimse seni anlamıyor. Sen kimseyi anlamıyorsun. Kıyıda köşede kalmış gibisin. Durgunsun. Öfkelisin. Ne yapacağını bilmiyorsun. Ne yapmayacağını biliyorsun. Güçsüzsün. İçinde kötü şeyler olacak korkusu var. Kaygılısın. Heyacan basıyor. Tedirginlik bedenini uyuşturuyor.


Yabani sarılgan bir sarmaşığın hayat ipine sarılması gibi hem kendi benliğinin hem de kötücül benliklerin bencil arzuları ruhuna ve bedenine sarılmış hissediyorsun.


İçimi rahatlasan ise şu: Herşeye rağmen hayatını yeniden ele geçirmek istiyorsun. Farklı canlılık veren bir şeyin meydana gelmesini istiyorsun. Tıkanıp kalmışlığın biteceğine dair umudun sönmemesi ne güzel. Bu ölüm bile olsa.


Dayanmak istiyorsun. Dayanıyorsun. Zamanın akışı içinde yıpranmış ve gevşemiş varlığın aynı zamanda rüzgalarla bilenmiş kaya gibi seni güçlü kılıyor.


Bugün de mi aynı soruları sordun? Dur sen söyleme. Biliyorum o ünlü sorularını: Ben neye açım diye soruyorsun. Özlemini çektiğim nedir? Ben ne arıyorum? Neyi çok istiyorum? Neyi çok arzuluyorum?


Tam düşündüğün gibi. Kalbini çokluk yordu. Onun dışındaki herşey kalbine tutunmaya, kendine bir yer edinmeye çalışıyor. Kalbin dünyanın mahzeni gibi. Odanda fazla eşyalar her zaman seni boğar biliyorsun. Bu yüzden sık sık temizlikler yaparsın. Kalbindeki herşeyi de arkanda bırakmak ne güzel olurdu. Ama aynı anda hem kalmanın hem gitmenin bir yolu yoktur. Bir çok şeyi nasıl bırakabilirsin arkanda? Kalbinin kapılarını açıp içindekilerin dışarı uçmasını nasıl başarabilirsin? Bunun için geceler uykusuz mu kalmalı, yemeden içmeden mi kesilmeli, bırakıp gitmeli mi?


Önce tek başına olma görevini üstlenmek istemelisin. Hani konuşmuştuk ya. İnsan kendi kendine, kendi için uyanık olmalı bu zamanda. Senin için uyanık olan insanların devri geçti artık. Onun için bir hayatı yaşamak için tek başınasın.


Yalnız başına ölmeden önce yalnız başına vlmalısın. Kendi tekliğini hissetmeden Onun tekliğine varamayacağını biliyorsun değil mi? Hemfikir olmamıza sevindim.


Herşeyi arkanda bırakmak ve tekbaşınalığı yaşamanın bir yolu olmalı . Kalbin ancak çokluktan kurtulunca serinliyor. Kalbin o zaman karmaşadan kurtulup bir düzene giriyor.


Kalbini ne düzene sokacak?


96: 19 Secde et ve yaklaş


Allahın bu sözü ruhuna nefes aldırıyor.


Secdeye varmalı diyorsun. Her secde Ondan başka her varlığı arkanda bırakmak değil mi? Bütün çoklar geride. Önünde teklik var. Önce kendinin tekliğı. Yalnız ölmeden önce yalnızca secdeye kapanmalısın. Başkasıyla birlikte secdeye kapansan da her secde yine de biriciktir.


Melekler kalbine dokunacak secdede. Yenilenme, yeniden hayat bulma secdede gerçekleşecek. Kalbinin önündeki varlıklar arkaya çekilecek. Sen ve O. İkiniz aranızda bir ilişki anı olacak. Sen ve O. O ve sen. Ne büyüleyici bir an olmalı. Tüm dünyaya bedel bir an olmalı bu. Tüm evren secdedeki tek bir anda yaşanan sen ve O ilişkisi bile edemiyor değil mi?


Bedenin, ruhun, duyguların ve benliğin secdede olacak birazdan. Duygularını rahat bırakacaksın ama. Bırakacaksın kalbin ne yaşayacaksa yaşayacak. Yakınlaşayım diye çabalamayacaksın . Kalbini yöneltmeye kalkmayacaksın. Secdede ne hissediyorum diye kendini yoklamayacaksın.


Bunu nasıl yapabilirim diye endişe mi duyuyorsun? Sen yapmayacaksın ki zaten. Kalbin yapacak. Sen Kalbinle oynama yeter. Tüm iradeni alnını secdeye koymak için toplayacaksın. Kalbinin yaklaşması için değil.


İnsan kalbini kurcalamamalı.


Günde kırk kere secde etmek demek, kırk kere Ona yaklaşmak demek. Bu fırsatı insan nasıl kaçırabilir?

 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Ağızdaki Taşın Hikmeti

Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Dua edenin ''Rabbim'' demesi

Birisi her gece kalkıp Allah'ı anıyor, O'na dua ediyordu. <
<
Şeytan ona dedi: <
<
- Ey devamlı Allah'ı anan kişi! Bütün gece Allah deyip çağırmana, yakarman karşılık seni buyur eden var mı ki?

Sana bir tek cevap bile gelmedi, daha ne zamana kadar böyle yakarıp dua edeceksin?

Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu ve hüzün içinde uyudu.

Rüyasında ona şöyle dendi:

- Kendine gel uyan! Niye duayı, zikri bıraktın? Neden usandın?

Adam:

- Buyur diye bir cevap gelmiyor ki... Artık kapıdan kovulmaktan korkuyorum, dedi.

Bunun üzerine dendi ki ona:

- Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah'ın senin ruhuna haber uçurmasındandır.

Senin çabaların, çareler araman, Allah'ın seni kendine yaklaştırması, ayaklarındaki bağları çözmesindendir.

Senin korkun, sevgin, ümidin, Allah'ın lütuf kemendidir. Senin her Yarabbi demenin altında, Allah'ın buyur demesi vardır..

Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demeye izin yok ona. Ağzında da kilit var onun, dilinde de...

Zarara uğradığı zaman, ağlayıp sızlamasın diye Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermedi. Artık anla ki, Allah'a dua etmeni,

O'nu çağırmanı sağlayan dert, Dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopar...
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Adalet

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına ***ürmüş. Atını alıp ***ürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana ***ürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:

- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
 

SonGeneraL

Yeni üye
14 Eki 2013
34
0
Hay ALLAH Senden Razı Olsun Kardeşim Üşenmeden Bu Kadar Paylaşmışsın ALLAH Gönlüne Göre Verir İNŞALLAH
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Adalet ve Tevazu

Emevi halifelerinin büyüğü Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adalet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işlere tahsis ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü ise devlet ve millet işleriyle ilgili yazışmalarda kullanırdı. Halife, birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi.
Yakınlarından birisi Ömer b. Abdülaziz'e bir elma hediye göndermişti. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sahibine geri gönderdi. Elmayı geri ***üren görevliye şöyle dedi:
- Ona de ki, elma yerini bulmuştur.
Fakat görevli itiraz edecek oldu:
- Ey müminlerin başkanı! Rasulullah Aleyhisselâm hediye kabul ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.
Halife cevap verdi:
- Evet ama, Rasulullah s.a.v.'e verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.
Valilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı:
- Valiler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa, kendilerini halkın işlerine vakfederler.
Bir gece halifenin yanında bir misafiri vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki:
- Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin.
- Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem.
- Öyleyse ben kalkıp kandile yağ koyayım.
- Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.
Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi:
- Ben kalkıp iş yaparken de Ömer'dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer'im.
İki buçuk yıllık halifelik döneminde İslâm aleminde adaleti hakim kılmıştı. Büyük dedesi Hz. Ömer r.a. gibi adalet ve basiret sahibiydi. Henüz kırk yaşlarında iken onu çekemeyenler tarafından bin dinar altın para karşılığında hizmetçisi eliyle zehirlenmişti. Hizmetçisi suçunu itiraf ettiğinde, Ömer b. Abdülaziz, paraları adamdan alarak devlet hazinesine koymuş, kendisini serbest bırakmış, öldürülmekten kurtulması için de kaçmasını söylemişti.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Ahde Vefa

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.

Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin...

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:

-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Amr ibni As' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey Amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr'ın idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Amr tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.
Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer :
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :
- Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Ahsen-ül Kasas

Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir. [/font]
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri

Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi
Öbürü ise;
Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek ***ürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor
Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.