* Dini Hikayeler *

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Alay Etmenin Cezası

Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu.

O da;
"Gitmedim efendim" deyince;

"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.

İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;

"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;

"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.

Bunun üzerine;

"Doğu tarafına bak!" buyurdu.

O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;

"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.

O da;

"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu.

Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;

"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.

Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.

Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;

"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.

Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.

Evliyalar Ansiklopedisi, İhlas Yayınları
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur

İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.

Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a ***ürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:

- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:


"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere ***ürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Allah Nasıl Misafir Edilir?

Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:

«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):

«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:

«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.

Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Başka Dua Bilmez misin

Bir şahıs, Harem-i Şerîfin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona, Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise, Bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken, birinin sesi duyuldu:
Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp ***ürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma, elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefât etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!..

(Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)
Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise, ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi, îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn...
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Ashâb-ı kiramdan, Beşir bin Sa'd'ın kızı ve Nûman bin Beşir'in kız kardeşi (r. anhüm) anlatıyor:

'Annem Amre bint-i Revâha (r.a.), beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra,

' Kızcağızım! Git de, baban ile dayın Abdullah bin Revâha'nın gıdâlarını kendilerine ver, dedi.

Giderken, Resûlüllah (s.a.v.)'a rastladım. Babamla dayımın nerede olduklarını sordum. O bana,

' Kızcağızım, beri gel, yanındaki nedir? diye sordu.

' Yâ Resûlellah, dedim, bu hurmadır. Annem bunu, yesinler diye, babam Beşir bin Sa'd ile dayım Abdullah bin Revâha'ya gönderdi.

Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem,

' Getir onu, buyurdu.

Ben de onu, Resûlüllah'ın iki avucuna döktüm. Avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini emr etti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı ona koyduktan sonra, örtünün üzerine yayıp dağıttı. Yanındakilere;

'' Gıdâya, kumanyaya geliniz!' diyerek hendek halkına sesleniniz, buyurdu.

Hendek halkı toplanıp ondan yemeğe koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış, örtünün etrafından dökülüp taşmıştı.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Halifeyi Ağlatan Çocuk

Sicak bir yaz günüydü.
Arabistan çöllerine günes bütün sicakligiyla vuruyordu.
Adeta insanin beynini kaynatiyordu.
Herkesin kösesine çekildigi, etrafin sessizlige büründügü bir anda, ezan vaktinin yaklastigini gören halife,
abdestini almis,agir agir camiye gidiyordu.

Bir çocugun, kendisini geçmek istercesine hizli adimlarla gittigini gördü. Küçücük çocugun bu telasi neydi?
Acele edisinin mutlaka bir sebebi vardi.
Acaba bir derdi mi vardi? Derdi varsa, derdine çare
bulmak halifenin göreviydi.
Nihayet halkin derdini dert eden halife sordu:
- "Yavrucugum nedir bu telâsin? Bir derdin mi var?
Niçin bu kadar hizli gidiyorsun?"
Çocuk halifeyi taniyamamisti.
- "Camiye gidiyorum amcacigim" diye cevap verdi.
Halife sasirdi. Çocuk henüz küçüktü. Ama sözleri
büyük adam sözleriydi. Biraz daha konusturmaya karar verdi:
- "Yavrucugum senin yasin daha küçük! namaz sana farz degildir.
Niçin bu kadar telaslaniyorsun ?"
Çocuk kinar gibi halifeye bakti:
- "Amca, amca! Bu isin büyügü küçügü olur mu?
Daha dün mahallemizde bir çocuk öldü.
Üstelik benden de küçüktü.
Ölüm denen gerçegin büyük küçük ayirdigi yok.
En iyisi her yasta buna hazir olmali.
Hem bu yasta namaza alismazsam, büyüyünce kilmak zor gelebilir."
Halifeyi derin bir düsünce daldi.
Gözlerinden yaslar bosanirken agzindan su cümleler döküldü:
"Ey rabbim! Ne akilli bir çocuktur bu çocuk!
Büyüklerde bulunmasi gereken ruhu tasiyor.!
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
VEYSEL KARANİ VE ANNEYE İTAAT

Veysel Karani, aşkı Resulullah ile yanıp tutuşmuştur. Tek emeli, biricik gayesi Resulullah'ın mübarek cemalini görmekti. Bu aşk ile günler gelip geçiyordu.
bir gün annesine:
-Anneciğim! Eğer müsaade edersen gidip sevgili Peygamberimizin mübarek yüzünü göreyim. Gidip Medine'de ziyaret edeyim, dedi.
Veysel Karani'nin anası uzun uzun düşündü.
Sonra:
-Bir şartla izin veririm. Resulullah'ı hane-i saadetlerinde (mübarek evinde) ziyaret edeceksin. Başka yerde değil, dedi.
Aşık-ı Resul olan Veysel Karani anam izin verdi diye sevinç içinde Medine yoluna düştü. Günlerce yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı. Peygamberimizin evini sordu. Gösterdiler. Hane-i Saadetin kapısını çaldı. İçeriden Hz. Aişe validemiz:
-Kim o? diye seslendi. Veysel Karani:
-Benim, ben, Veysel, Yemen'in Karan köyünden geldim. Resulullahı ziyaret için geldim dedi. Hz. Aişe validemiz:
Resulü Ekrem mescide gitti. Hemen oracıkta görebilirsin dedi. Veysel Karani:
-Ah! dedi. Gidemem, anamın izni buraya kadar dedi.
Hz. Aişe (R.A.) validemiz:
-Ey Allah'ın kulu! Kimsin sen? dedi. Veysel:
-Adım Veysel'dir. Yemen'in Karan Köyündenim. Çobanlık yaparım. Sevgili Efendimizi ziyaret için buraya kadar anacığımdan izin almıştım. Demek ki görmek nasip değilmiş diyerek gerisin geriye döndü.
Resulullah, mescidden döndüklerinde:
-Ya Aişe! Buraya Üveys (veysel) mi geldi?
Onun beni bu dünyada görmesi nasip olmayacak. Allah onu imtihan ediyor. Annesine olan itaatının derecesini ölçüyor, dedi.
Veysel Karani anasına geldi, olanları derin bir ah çekerek anlattı. Üzüntü ve kederinden sararıp solmuştu. Anası:
-Üzülme oğlum, üzülme dedi. Sen beni memnun ettin ya, Allah'da seni memnun edecek. Sevgili Efendimizi öbür dünyada göreceksin dedi.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Bir Müslüman Olunuş Öyküsü


21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız genci tarafından Paris’te kurulup geliştirilen ve milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen Oumma.com adlı internet sitesinde, ünlü ve yüksek rütbeli bir Hıristiyan din adamının kendi elyazısıyla yazdığı, nasıl Müslüman olduğunu anlatan hatıralarının bu zâtın ölümünden sonra ortaya çıktığına dair bir haber vardı. Ve bu hatıralar, ilgili sitede yayımlanarak bütün dünyaya duyuruldu. Alışılmadık, son derece heyecan verici anılardı bunlar. Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla yazılıp bırakılmış belgede, Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl arayıp bulduğunu ve nasıl hidayete erdiğini görüyor, aramızdan yakın zaman önce ayrılmış olan o mübarek insana rahmetler diliyoruz:

Rahip Jean-Marie Duchemin (1908-1988), Paris havzasının batısında yer alan Sarthe bölgesinde Katolik mezhebinin önemli ve tanınmış bir siması idi. İslâm’a girdiğini herkese ilân etmeye karar vermezden az önce, kendisini böyle bir tercih yapmaya ***üren sebepleri yazıya döktü. Nasıl hidayete erdiğini “yaptım, okudum, gördüm” gibi birinci şahıs ifadeleriyle değil de, “okudu, gördü, anladı” gibi üçüncü şahıs ağzından anlattı.

Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle 1983 yılında yazılmış olmalıdır. Rahip Abdülmecid Jean-Marie Duchemin 6 Eylül 1988’de Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.1908 Yılında, İman sahibi ve son derece dindar, koyu Katolik bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın iman, ibadet ve ahlâk esasları konusunda pek çok yetişkin Hıristiyandan daha bilgili ve daha inançlı idi. Kendisi için yaşamak ile inanmak ayrı şeyler değildi; tam aksine, ikisi de bir ve aynı şeydi. Henüz çocuk yaştayken papazlık mesleğine karşı dayanılmaz bir ilgi duydu. Sonraları, diğer meslekler ve kültür faaliyetleri kendisini az çok büyülemiş ve cezbetmişse de, din adamlığından başka bir yola gitmeyi aklından asla geçirmedi. Yetiştiği dönemin dinî anlayışı, ailesinde, devam ettiği Hıristiyan okulunda ve dinlemeye bayıldığı kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim sonucu, daha o gencecik yaşında, “Kilise dışında kesinlikle kurtuluş olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça cennete girilemeyeceğinden)” kesinkes emindi.

İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren duymuştu. Duydukları da bu dinin çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu iddialarıydı. Hep aleyhte ve hep aşağılayan ifadelerdi bunlar. Derken, on veya onbir yaşına doğru, sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik, Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak bu din erdirir” başlığını taşıyan dersin açıklamasını yapmaya başladı. Hocahanım sözlerini desteklemek için diğer dinlerden de söz etmeye koyuldu. Öteki Hıristiyan mezheplerinin mensupları olan bütün Protestanları ve Ortodoksları keyifle cehenneme gönderiyor ve cennete sadece ve sadece Katoliklerin gidebileceğini söylüyordu.

Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince; bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün horluyor ve küçümsüyordu. aşağılık Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı; İblis’in teki olan sefih Muhammed—hâşâ—tarafından aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin kökünü kurutamamıştı, ama cesur misyonerler dayanılmaz fedakârlıklar pahasına ve hatta hayatlarını tehlikeye atarak onları Hıristiyanlıştırmak için hâlâ gayret ediyorlardı.
Bu yaman öğretmen, alay etmek bahanesiyle,dinlerini yaymak için mücadele ederken ölümü rahatça göze alabilen bu Muhammedîlerin fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı üzerinde namaz kılmak için onca temizlik yapmaya katlandıklarından; bütün gün katı bir oruç tutarken geceleri pisboğazlık ettiklerinden, hem de bunu koca bir ay boyunca yaptıklarından; domuz eti ve şaraptan kendilerini mahrum ettiklerinden, halbuki Allah’ın bunları insanların iyiliği için yaratmış olduğunun herkesçe bilindiğinden bahsetti!...

İşte o günden itibaren Müslümanlara karşı hem büyük bir merhamet, hem de büyük bir sempati duymaya başladı. Papaz olduğu zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını ve böylece onlara imanlarına lâyık dünya ve âhiret saadetini sağlayabileceğini ümit ediyordu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca kâfirler, özellikle de Müslümanlar için dua ediyordu;misyonerlerin elde edebildiği bütün yayınlarını okuyor ve o önemsiz cep harçlığını misyonerlik çalışmaları için harcıyordu.

Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm ülkelerinde görev yapabilmek gayesiyle Kapüsenler tarikatına girmeye niyetlendi ve tarikata başvurdu. Doğuşundan beri daha da kararsızlaşan sağlık meselesini gözönüne alan danışmanı kendisine beklemeyi ve rüyasının gerçekleşmesini daha sonraya, sıhhatinin daha elverişli olduğu zamana ertelemeyi tavsiye etti.

Yirmi yaşında rahipliğe hazırlanmak üzere papaz okuluna kaydoldu. Orada, dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele alan birtakım kitapları gözden geçirme fırsatını buldu. O dönemin Katolik yayınlarının yanlı ve az çok yobaz karakterine rağmen, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında şahsî bir kanaat edinmeye muvaffak oldu. Onun kanaatince, Hz. Muhammed samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi; Müslümanlar saygı duyulacak ve imanlarının sağlamlığından ötürü, çoğu zaman da, hayran olunacak insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün hakikati kendisinde toplamamakla birlikte, müntesiplerini kurtuluşa erdirecek yeterli bir hakikate de sahip ciddî bir dindi. O devrin anlayışına göre, Müslümanlar Kilise ‘bünyesi’nin dışında kalmakla beraber Kilisenin ruhu içinde yer alıyorlardı, dolayısıyla da âhirette kurtuluşa erebilecek idiler.
1933’te rahip olunca papaz yardımcılığına tayin edildi. Rahip Charles de Foucauld’nun hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgileri çok seneler öncesinden öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına yaşayıp Müslümanlar için dua etmek üzere inzivaya çekilen bu rahip onu heyecanlandırmıştı.

1937’ye doğru, danışmak ve aralarına katılıp katılamayacağını öğrenmek üzere Trapistler Cemaatinin bulunduğu manastırda bir süre inzivaya çekildi. Verilen cevap bir kere daha hayal kırıcı oldu. Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz yerde hayırlı hizmetler ifa ediyorsunuz, ayrıca sizin durumunuz açısından pek uygun olmayan bir hayat şartı ve tarzına sahip cemaatimize girmeniz için sıhhatiniz de elverişli değil” denildi.
On yıl kadar sonra, kendisi bir köy papazı iken, Hıristiyanları birleştirme işiyle uğraşan bir grup tarafından basılmış dinî bir tasvir buldu. Bu tasvirin arkasında Fâtiha sûresinin Fransızcası vardı. İşte o andan itibaren, her gün, Hıristiyanî dualarını yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı ezbere okumayı bir alışkanlık hâline getirdi.

1957 yılında, artık Müslüman ülkelere bir seyahat gerçekleştirebilme umudunu yitirince, başkente yapılan toplu bir geziden yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret etmek ve Müslümanların cemaatle namaz kıldıkları bu yerde sessizce dua etmek istedi. Aralarına katıldığı turistler rehberin anlattıklarını dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla gönül birliği içinde, bütün ruhuyla sessiz sessiz Allah’a yakardı. Ve çıkışta, cami avlusunda bir Kur’ân meali satın aldı Üç gecede bütün Kur’ân’ı okudu. İnsanı şaşırtan ve Tevrat veya İnciller’deki sunuşa hiç benzemeyen Kur’ân metninin yapısı karşısında fevkalâde etkilendi.

Köy yerinde ne Müslümanlarla, ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle karşılaşma imkânı bulamadığı için, her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç defa ya baştan sona, ya da farklı farklı sûrelerden hareketle okudu durdu. Üç sene sonra hastalığına yenik düşerek köyden şehre indi. Derken, oradaki şartlar gereği, işçilerin ve çok yoksul kimselerin yardımına koşan bir faaliyet içinde buldu kendisini. Yanına Mağripli veya Afrikalı işçiler geldikleri zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’ muamelesi yapmıyor, aksine onlara İslâm’dan bahsediyor, Kur’ân âyetlerinden hareketle öğütler veriyordu. Onlarla konuşa konuşa çok çabuk itimatlarını kazandı. Bu arada, toplumdan tecrit edilmiş halde yaşayan ve Fransız ortamının ayartma ve yoldan çıkarmalarına açık bu mü’minlerin bir camiden mahrum olduklarını farketti. Bu hususta piskoposluğun yardımını istirham etti. Birkaç ay sonunda piskoposluk bu iş için bazı salonlar tahsis etti ve buralar mescit hâline getirildi.

Gerçi bütün bunlar hayli sıkıntılar ve düş kırıklıkları olmadan da gerçekleşmedi! Hatta Müslüman otoritelerden veya sözde imamlardan tutun da basit Müslüman halk tabakasından insanlara varıncaya kadar, bu teşebbüsünü baltalayanlar çıktı. Yine de, İslâm’a hürmetini, İslâm inanç ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi. Zaman zaman, kendi kendine, “Kur’ân’daki ve sûfîlerin kitaplarındaki İslâm harikulâde; ama Müslümanların yaşadıkları İslâm içler acısı” diyordu.

Öte yandan, İslâmî inançları ve İslâm’ın dinî kurallarına bağlılıkları sayesinde bizim Avrupa medeniyetimizin saptırmalarından kendilerini inanılmayacak derecede korumuş Mağrip ülkelerinden ve Siyah Afrikalılardan bazı Müslümanları da tanıyordu. Onun için bütün o güçlüklere göğüs gerdi ve caminin iyi kötü hizmete sokulması için var gücüyle çalışmasını sürdürdü. Neredeyse cesaretini kaybettiği ve “Acaba Allah bu caminin olmasını istemiyor mu?” dediği anlar da oldu.

En kritik bir zamanda, bu şehirde bir caminin olduğunu haber alan Tebliğ Cemaati’nden bir grup onun yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi. Aralarında hemencecik karşılıklı bir güven doğdu ve onbeş gün sonra Clichy Camiine gitti. Orada, o kardeşler kendisine birlikte dua etmeyi teklif ettikleri zaman son derecede duygulandı. Kendi başına öğrendiği ve Müslümanlar o şehirdeki evine geldikleri zaman arasıra okuduğu Fâtiha’yı onlarla beraber tekrarladı.

Pakistan’a yolculuk

TEBLİĞ HAREKETİNİN ihvanlarıyla bu temas ona sahih, imanlı, İslâm davasına gönül vermiş ve oldukça dindar birçok Müslümanı tanıma imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da, bir Tebliğ grubuyla Allah rızası için yola koyuldu ve kırk günlüğüne Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte, bu seyahat, orada da onun titiz ve ateşli Müslüman bir cemaatle uzun süreli ilişkiler kurmasını sağladı. Genellikle ifade edersek, hepsi de onun bir Katolik papazı olduğunu bildiği halde, gerek Fransa’da gerek Pakistan’da bu Müslümanların kendisini bağırlarına basmalarından, Clermont-Ferrand’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin de aynı şekilde kendisine kucak açmalarından hayli etkilendi. Üç kere ondan camide konuşma yapması istendi. Bu Müslüman kardeşlerinin kendisinin Müslümanlığa geçmesi için asla baskı yapmayarak gösterdikleri nezaket ve kibarlık da onun gönlünü fethetti. Kısacası, Müslümanların sözde hoşgörüsüzlüğü ve sözde fanatikliği konusunda ne düşünmek gerektiğini bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi.

Bütün bu yıllar içinde, ‘öteki’ne saygı duyma kaygısından ve diyalog kurabilme ihtiyacından ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle kurduğu kardeşlik sebebiyle 1976’dan itibaren (Hıristiyan imanını ve Hıristiyan ibadetlerini koruyup devam ettirmekle beraber) Müslümanların beş vakit namazını da muntazaman, hem de tek başına kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı ve Ramazan aylarında oruç tuttu. Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık hakkında sorular yönelten Müslümanlara en doğru cevapları verebilmek için, Hıristiyan akaidi elkitaplarına yeniden müracaat etmeye başladı. Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla bir ve aynı olduğunu keşfetti. Allah’ın tekliği, yaratılış ve insanlığın kaderi konusundaki inançlara gelince, iki din arasında çok sayıda farklılığın olduğunu gözlemledi.

En büyük güçlük Hz. İsa’nın şahsında ve misyonunda yatıyordu. Bazılarının dediği gibi, Hz. Muhammed’in Allah’a iman esaslarını İnciller öncesi safhaya geri ***ürdüğü mü söylenmeliydi? Yoksa, başkalarının iddia ettiği gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise ve Hıristiyanlar tarafından gerçek tabiatı üzerine ilave edilmiş şeylerin tümünden Hz. İsa’nın kişiliğini temizlemiş olduğu mu? Ayrıca, şu sorular da vardı: Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı sözkonusu? İncillerde ve Kilise dogmalarında Teslis (üç unsurdan oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir? Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi takdis âyinlerinin menşei nedir? Allah’a ulaşmak için mutlaka Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı, yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat edilmemeli miydi? Allah engin rahmetiyle bizzat kendisi mi insanlığı affeder? Yoksa oğlu İsa’nın mecburen kurban edilmesi mi gerekiyordu?

Yıllar boyu bütün bu meseleleri araştırdı. Sonunda birbiri ardınca gelen nesiller içinde insanların Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş olduklarını farketti. Kendi kendine soruyordu: Şimdiki İnciller içinde Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir, hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan etkilenmiş olan İncil yazarlarının yorumları hangileridir? İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa gerçekten aynı kişi midir?

‘Sapkın’ mezhepleri incelerken birbirinden çok farklı ve zıt Hıristiyan akidelerinin gelişiminde önce Roma, ardından da Bizans imparatorlarının etkisini farketti. Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi? Kendi kendisini yanılmaz ilân eden, fakat bu hususta elinde inandırıcı deliller bulunmayan bir din adamları hiyerarşisi tarafından boğulup susturulan bu değişik akideler üstelik yüzyıllar içinde uzanıp gidiyordu.

Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı

HIRİSTİYANLIĞIN dünyaya hayli katkıda bulunduğu doğrudur. Fakat evrensel bilinci bir tek kendisi oluşturmuş değildir ki...
Öte yandan, tek Allah inancına sahip büyük dinlerde bulunan temel bilgilerin ve talimatın yanına, ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan Hz. İsa’nın mesajının arasına, kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları olmayan ne inanışlar, ne âyinler ilâve edildi!

Nitekim, İncillere göre Hz. İsa kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak takdim etti. Kendisine bir ilâh gibi tapınılmasını asla istemedi.
Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamak için, sık sık, çok çabuk yayılması ile asırlara meydan okuyan sürekliliği delil olarak gösterilir. Halbuki, şöyle bir düşünüldüğünde, bu gelişme ve yayılmanın iki beşerî sebebi görülür:

a. Roma imparatorluğunda kullanılan iki dil, yani Latince ve Grekçe, çeşitli diller engeliyle karşılaşmak zorunda kalmayan Hıristiyanlığın yayılışını kolaylaştırmıştır.

b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den (312-337) itibaren Hıristiyanlık ‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden, Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a resmî ve dayatmacı bir tapınmayla tapmaya alışmış halkların, elbette Kilise tarafından, ama aynı zamanda da dünyanın efendisi Roma imparatoru tarafından teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule hazır görünmeleri tabiî idi (Burada aslında pek önemli olmayan, fakat yine de düzeltilmesi gereken küçük bir hata var. Hıristiyanlık resmî din olarak yukarıda belirtilen tarihlerde değil de, ondan elli-altmış yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi yayınlayan sitenin notu).

Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım. Bir adam, yani Hz. Muhammed aleyhisselâm insanları bir dine ve bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor; başlangıçta kendisine mütevazi menşeli sadece bir avuç insan tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin eziyetlerine maruz kalıyor.
Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden, daha sonra bir devlet kurması ve bunu savunması gerekiyor.Kendisi hayatta iken inen vahiy, bazı sahabilerine emanet ediliyor, fakat aynı zamanda birçok mü’min tarafından ezberleniyor, bir yandan da yazıyla tespit ediliyor. Daha sonra ise vahyin derlenip toparlandığı bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına rağmen pek çok milletlere ilâhî mesajı kendisi ulaştırıyor.
Hz. Peygamber’in vefatından bir asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak Avrupa’ya varıncaya kadar bütün istikametlerde yayılan dine dayalı bir cihan devleti kuruyor. Ve dine dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan dünyasının kendisine karşı yürüttüğü Haçlı seferlerine direniyor. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri onu çökertemiyor.
Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya yayıldığını ve inananlarının sayısını da günden güne artırdığını görüyoruz. Şayet Allah bu dinin arkasında olmasaydı, İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün bu saldırgan güçlere mukavemet edebilir miydi?

İhtida

ÜSTELİK BU İSLÂM, Hz. Peygamber hayatta iken nasıl ise bugün de aynı şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi duruyor ve devam ediyor. İnanç sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma olmadı. Gerek beşerî veya siyasî iktidarlarla, gerekse karşılaşılan medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve sosyal mevkiden insanlar tarafından benimsenip kabul edilegeldi. Hem de onüç asırdan beri...

İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp taşınılmış mülâhazalar, yavaş yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.] asıl can alıcı ve temel soruyu kendi kendisine sormaya sevketti. Bu manevî güzergâhı ciddiyetle, sükûnetle ve sabırla katedebilmesi için elbette kendisine seneler ve seneler gerekti. Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda Allah’ın dâvetini engin bir gönül rahatlığıyla kabul ve tasdik etti.

Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti. Ama artık bir tercih yapmasının da vakti gelmişti. Sessizce kararını aldı ve gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin, çevresinin ve ortamın esiri olarak, bu hidayetini hemen hemen beş yıl, gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı. Şartların kendisini daha serbest bir hâle getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini haberdar etmek ve şahitler önünde kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine dair resmî başvuruyu yapmak için uygun bir zamanı—ki fazla gecikmeyecektir—kolluyor. Acaba sonuçlar kendisi için ne olacak? Bakalım dost ve akrabalarının tepkileri ne olacak?


Bu izah tarzı, sonuçta, o genç dinleyicinin üzerinde beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Ve yanlış yolda olmalarına rağmen dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine getiren, Hıristiyanların pek çoğu böyle şeyleri yapmaya hiç niyetlenmezken cömertlik ve cesaret örneği sergileyen bu zavallı Muhammedîleri şöyle bir düşündü ve onlara acıdı.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
BİR İDAM FERMANI

Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.

Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun'a gidip şöyle söyledi:

- Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.

Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine ***ürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:

'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.'

Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.

Cariye, Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi.

Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.

Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
BİR KESE ALTIN

Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına, 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.

Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez, yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce, durumu şöyle izah etti:

'Bu para ile, ben, dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana,'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış, dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir, başımdan kovardım, Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'

Altınlar dağıtıldıktan sonra, Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Böceğin Rızkı

Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.
Karıncadan sordular ki,
- Bunun hikmeti nedir.
Karınca cevâb verdi ki,
-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Bu Akşam Hindistan'da

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya ***ürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Romalı Bir Generalin Hikayesi

Roma ve Kartaca denizin iki tarafında, karşı karşıya bulunan iki şehirdi. İkisi de çok güçlü ordulara sahipti. Eğer aralarında bir savaş çıkacaksa uzun ve dehşetli olacağı kesindi. Maalesef, bu iki büyük şehir dost değillerdi. Sonunda bu düşmanlık hissi savaşa sebep oldu. Savaş uzun sürdü. Savaşın nasıl sonuçlanacağını kimse bilemiyordu. Bazen şans Roma’dan taraf oluyordu. Sonra yine Kartaca’ya dönüyordu. Bazen Roma, bazen de Kartaca kazanacak sanılıyordu. Bu şekilde savaş birkaç yıl sürdü.


Bir çarpışma sırasında, Kartacalılar Roma generallerinden Regulus adlı birini yakalayıp esir ettiler. Regulus, cesur ve iyi yürekli birisiydi. Her zaman verdiği sözde dururdu. Cesaretine ve kahramanlığına rağmen bu savaşta esir düştü ve hapsedildi.


Bu sırada Kartacalılar savaşı kaybedeceklerini hissediyorlardı. Romanın eninde sonunda savaşı kazanacağını düşünüyorlardı. Savaşa devam etmek için başka ülkelerden para ile asker tutmaya mecbur kalıyorlardı ve bu şekilde daha fazla Roma’ya karşı dayanamayacaklarını anladılar. Bundan dolayı Kartacalı generaller Regulus’u hapishanede ziyarete geldiler. Ona Kartaca ile Roma arasında barış yapılmasını istediklerini söylediler. Roma savaşın durumunu bilse o da barış yapmak isteyecektir dediler.


Bu konuşmadan sonra Regulus’a:


“Eğer milletine kaybettiğin savaşları ve Romalıların bu uzun savaştan şimdiye kadar hiç bir şey kazanamadıklarını anlatırsan, seni Roma’ya göndeririz” dediler.


Fakat Regulus’a verdikleri bu hürriyete karşılık istedikleri tek şey bu değildi. Eğer Romalılar barışı kabul etmezlerse hapse geri geleceğine dair söz vermesini istediler. Regulus da bunu kabul ettiğinden onu bıraktılar ve o hemen Roma’ya doğru yola çıktı.


Başkente vardığında halk, onu büyük coşku ile karşıladı. Romanın kanunlarını hazırlayan akıllı kişiler savaş hakkında bilgi almak için Regulus’un yanına geldiler. Regulus Roma’ya ne şartla gönderildiğini ve Kartaca ile Roma arasınadaki barışı sağlamak için geldiğini anlattı. Sonra onlara barış yapmamalarını tavsiye etti. Roma şimdiye kadar birkaç savaş kaybetmiş ise de Kartaca zayıflamıştı ve yenilecekti. Bunları anlattıktan sonra ekledi:


-Ben karım ve çocuklarımla vedalaşmaya geldim. Yarın Kartaca’ya hapse geri döneceğim, çünkü Romalılar barışı kabul etmezseler döneceğime dair söz verdim ve sözümde duracağım.


Regulus güçlü, ne yaptığını bilen, yetenekli bir generaldi. Roma reisleri ona geri dönmemesini söylediler ve bunda ısrar ettiler. Fakat o:


-Bir insan verdiği sözde durmalıdır. Ben döneceğim, dedi. Roma ileri gelenlerinin sözleri zor olsa da karısı ile çocuklarının yalvarmaları daha da zordu. Buna rağmen ailesine de:


-Söz verdim. Dönmeliyim, sözümden dönemem, cevabını verdi.


Sonra Roma’ya ve ailesine veda ederek büyük bir cesaretle Kartaca’daki hapse ve ölüme geri döndü.


Söz vermek yemin etmek kadar değerlidir. Onun için sonuç ne olursa olsun verilen söz yerine getirilmelidir. Savaş olduğu için Regulus bu yalanı söyleyip geri dönmeyebilirdi. Çünkü savaşta düşmana karşı yalan söylenebilir. Fakat Regulus o kadar sözünün eri idi ki, sonunda ölüm de olsa dönmeye karar verdi. İnsan sözünün eri olmalıdır. Çünkü sözünde durmak insanlığın gereğidir
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Münafıkın Gözü Olmasaydı

Bir gün öğle nemâzından sonra, Cebrâîl aleyhisselâm yetmişbin melek ile gelerek, En'âm sûresini getirdi. Resûlullah hazretleri o gece bütün Eshâb-ı kirâmı Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin evinde topladı. Kandil yakıp, Sûre-i En'âmı okudular. Kandil ışıksız oldu.
Resûlullah hazretleri Ebû Bekr hazretlerine buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, kandili ışıklandır.
Bir sâat sonra yine karardı.
Hazret-i Resûl-i ekrem yine buyurdu.
- Yâ Ebâ Bekr, kandilin ışığını çoğalt..
Hazret-i Ebû Bekr, kandili ışığını çoğaltmak için kalkdı. Bakdı ki kandilin yağı tükenmiş.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Kandilde yağ kalmamış. Bu gece yağ almak imkânımız da yokdur. Kandil bize lâzımdır, kelâm-ı Rabbilâlemîni okuyalım.
Hazret-i Resûlullah buyurdular ki,
- Bir mikdâr kendi ağzının tükrüğünden kandile damlat.
Âişe-i Sıddika hazretleri buyurur ki,
- Babam bir mikdâr ağzının suyunu, Resûlullah hazretlerinin emr-i şerîfi ile kandile damlatdı. Kandilin ışığı çoğaldı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emr ve fermânı ile şiddetli bir ışık oldu ki, Eshâb-ı kirâmın gözlerini kamaşdırdı.
Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
- Bu kandili söndürmeyiniz!
Kırk gün kırk gece o kandil, Âişe-i Sıddîka hazretlerinin evinde yandı.
Bir münâfık hazret-i Âişenin evine geldi. O kandili gördü.
- Ne acâib kandil, kırkgün kırk gecedir sönmez, dedi.
O sâatde o kandil söndü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi:
- Yâ Muhammed! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurur:
"Ben çeşm-i bed [fenâ bakışlı> kullar da yaratdım. Eğer o münâfıkın gözü olmasaydı, kıyâmete kadar o kandil; Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' ağzının suyunun bereketi ile sönmez idi."
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Kul Hakkı ve Cennete Girmek.

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:
-Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler.
Birisi,
-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der.
Allah Teâlâ da ötekine,
- Hakkını ver, buyurur.
Adam,
-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der.
Cenâb-ı Hakk,
-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur.
Adamcağız,
- O halde benim günahlarımdan alsın, der.
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,
-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur.
Adamcağız,
- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der.
Allah Teâlâ,
-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur.
Adamcağız,
-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der.
Hz. Allah,
-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur.
Adam,
-Nasıl olur, yâ Rab? deyince,
Cenâb-ı Hakk,
-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur.
Adam,
-O halde ben bunu affettim, der.
Allahü zû'l-Celâl hazretleri de,
-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.
Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz,
'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır.
 

-SiPaHi-

Yaşayan Forum Efsanesi
6 Ocak 2012
12,775
1
İstanbul
Cennet Komşusu

Vaktiyle padişahlardan biri şehri dolaşmaya çıkmıştı. Tanınmamak için kıyafetini değiştirmiş, yanına da bir kölesini almıştı. Halkın kendi yönetimi hakkında neler düşündüğünü öğrenmek istemisti.
Mevsim kıştı. Soğuk her yeri kasıp kovuruyordu.

Yolu bir mescide düştü.

İki yoksul bir köşede titreyerek oturuyordu. Gidecek başka yerleri yoktu.

Onların ne konuştuklarını merak eden padişah yanlarına sokuldu.

Fakirlerden şakacı olanı soğuktan şikayet ediyordu:

- Yarın cennete gittiğimizde bizim padişahı oraya sokmayacağım! Cennetin duvarına yaklaştığını görürsem, pabucumu çıkarıp kafasına vuracağım.
Öteki merakla sordu:

- Onu niçin cennete sokmayacakmışsın?

- Tabii sokmam. Biz burada soğuktan donarken o sarayında keyif sürsün. Bizim halimizden haberdar olmasın. Sonra da kalkıp cennette bana komşu olsun. Ben öyle komşuyu istemem arkadaş, dedi.

Gülüstüler.

Padisah kölesine:

- Bu mescidi ve adamları unutma! dedi.

Saraya dönünce mescide adamlarını yolladı. İki fakiri alıp saraya getirdiler.

Zavallılar başımıza neler gelecek diye korkuyla bekleşirken onları dayalı, döşeli bir odaya yerleştirdiler.

- Burada yeyip, içip yatacak, padişahımıza dua edeceksiniz. Cennette size komşu olmasına karşı çıkmıyacaksınız, dediler.

Padişah ne iyi kalpli imiş, değil mi? Peygamberimiz yoksula yardım edenleri şöyle övmüştür:

"Bir mü'mini dünya dertlerinden kurtaranı, Allah, ahiret dertlerinden kurtarır."
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.