Bir aslanın pençesine bakınca anlıyoruz ki bu pençe parçalamak için yaratılmış.
Bir kavun ise adeta “ben yenmek için yaratıldım” diyor.
Ya insan? Daha annesinin karnında iken onun bambaşka bir dünya için yaratıldığı belliydi. O daracık yerde yürüyemiyordu ama ayakları vardı. Orada hiçbir şeyi göremiyordu ama gözleri vardı. Mahiyetine bakıldığında anlaşılıyordu ki; insan o daracık mekanın balığı değildi. Organları orada inkişaf edecek, daha sonra da geniş bir aleme yani dünyaya gidecekti.
Şimdi o, mükemmel cihazlarla donatılmış dünyada bulunuyor ve türlü türlü zevkler, türlü türlü lezzetler cismaniyet ve ruhaniyetinin hizmetine koşuyor. Fakat görülüyor ki; onun bütün duyguları burada tatmin olmuyor.
“Lezzetlerim zeval bulmasın... ihtiyarlık semtime sokulmasın... ölümün soğuk soluğunu hiç ensemde hissetmeyeyim” istiyor. Oysaki insan ebediliğin sırrını çözemezse, ebedi alemin anahtarını bulamazsa burada nasıl tatmin olacak? Şu dünyanın fena ve zevaline karşı nasıl ayakta duracak? Çürümüş kemikler gözünün önünde tüllenirken, yılanlar, akrepler cesetler üstünde cirit atarken, hayat sönerken, ümitler, emeller kararırken nasıl teselli olacak? Bunların yerini ne ile dolduracak?
Bu noktada bakınız Fethullah Gülen Hocaefendi, düşünce ufkunda havanın iyiden iyiye karardığı, yokluk inancının paslı bir kama gibi kalbe saplandığı bir anda ebed düşüncesinin ışıktan bir gamze çakacağını ve inancın aydınlık iklimine davet edeceğini şu enfes ifadelerle anlatıyor:
“Zevklerinin acılaşacağı bir gün gelecek. Bütün güzelliklerin bir bir yok olduğunu göreceksin. Gençliğin gidecek, sıhhatin gidecek, lezzetlerin gidecek. Bütün bunlar peşi peşine giderken sen, arkada bir karanlık bırakarak tıpkı akşamüstü batan bir güneş gibi sönüp gideceksin. Halet-i ruhiyenin böyle olduğu bir anda ebed düşüncesinin sana göz kırptığını... ebede uzanan yolun sana pırıl pırıl parladığını göreceksin.”
İnsanda öyle arzular, öyle ihtiyaçlar var ki, onların yerini, kulluk ve onun ilk basamağı olan imandan başka hiçbir şeyle doldurmak mümkün değildir
Bir kavun ise adeta “ben yenmek için yaratıldım” diyor.
Ya insan? Daha annesinin karnında iken onun bambaşka bir dünya için yaratıldığı belliydi. O daracık yerde yürüyemiyordu ama ayakları vardı. Orada hiçbir şeyi göremiyordu ama gözleri vardı. Mahiyetine bakıldığında anlaşılıyordu ki; insan o daracık mekanın balığı değildi. Organları orada inkişaf edecek, daha sonra da geniş bir aleme yani dünyaya gidecekti.
Şimdi o, mükemmel cihazlarla donatılmış dünyada bulunuyor ve türlü türlü zevkler, türlü türlü lezzetler cismaniyet ve ruhaniyetinin hizmetine koşuyor. Fakat görülüyor ki; onun bütün duyguları burada tatmin olmuyor.
“Lezzetlerim zeval bulmasın... ihtiyarlık semtime sokulmasın... ölümün soğuk soluğunu hiç ensemde hissetmeyeyim” istiyor. Oysaki insan ebediliğin sırrını çözemezse, ebedi alemin anahtarını bulamazsa burada nasıl tatmin olacak? Şu dünyanın fena ve zevaline karşı nasıl ayakta duracak? Çürümüş kemikler gözünün önünde tüllenirken, yılanlar, akrepler cesetler üstünde cirit atarken, hayat sönerken, ümitler, emeller kararırken nasıl teselli olacak? Bunların yerini ne ile dolduracak?
Bu noktada bakınız Fethullah Gülen Hocaefendi, düşünce ufkunda havanın iyiden iyiye karardığı, yokluk inancının paslı bir kama gibi kalbe saplandığı bir anda ebed düşüncesinin ışıktan bir gamze çakacağını ve inancın aydınlık iklimine davet edeceğini şu enfes ifadelerle anlatıyor:
“Zevklerinin acılaşacağı bir gün gelecek. Bütün güzelliklerin bir bir yok olduğunu göreceksin. Gençliğin gidecek, sıhhatin gidecek, lezzetlerin gidecek. Bütün bunlar peşi peşine giderken sen, arkada bir karanlık bırakarak tıpkı akşamüstü batan bir güneş gibi sönüp gideceksin. Halet-i ruhiyenin böyle olduğu bir anda ebed düşüncesinin sana göz kırptığını... ebede uzanan yolun sana pırıl pırıl parladığını göreceksin.”
İnsanda öyle arzular, öyle ihtiyaçlar var ki, onların yerini, kulluk ve onun ilk basamağı olan imandan başka hiçbir şeyle doldurmak mümkün değildir