Gerileme ve Çöküş (1699-1923)

27 Ağu 2011
200
0
Trabzon
Gerileme ve Çöküş (1699-1923)- I



Böylece Tuna'yı geçip Türk kuşatma kuvvetlerinin üzerine doğru gelen Haçlı ordusuna, bu defa da, Viyana kuşatmasının aleyhinde olan ve bu sebeple sadrazamla arası açık bulunan Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa yol verdi ve kendisi askerini toplayıp Budin'e çekildi. Yetmiş bin kişilik düşman ordusu karşısında, yanında o sırada on bin kadar askeri bulunan Kara Mustafa Paşa, akşam vaktine kadar yiğitçe çarpıştı ise de, bunca ihanet karşısında herşeyin bittiğini görerek, büyük bir gayretle oradan uzaklaşıp darmadağın çekilen orduyu Yanıkkale önlerinde topladı.

Viyana bozgunu aslında Türk kuvvetleri arasında fazla bir zayiata yol açmamış, ancak psikolojik etkisi büyük olmuştu. Macaristan'daki kaleleri takviye eden Sadrâzam, Belgrad kışlağına çekildi. Ancak bu sırada Sadrâzama karşı olan, merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle onun idamına ferman çıkarttırmayı başardılar. Böylece Kara Mustafa Paşanın idamı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan, devleti yoksun bıraktı.

Nitekim ertesi yıl, Venedik de kutsal ittfaka katıldı ve böylece Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik olmak üzere dört cephede zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman başarılar kazanmasına rağmen, savaşların uzun sürmesiyle ağır kayıplara uğradı ve 1699'da Karlofça Antlaşmasını imzalamaya mecbur kalındı. Osmanlı İmparatorluğu, bu hadiseyle ilk defa, büyük eyaletlerini düşmana bırakmış ve artık devrin aleyhine döndüğünü anlamıştı. Nitekim bu antlaşmayla Türkler, hemen hemen bütün Macaristan'ı Avusturyalılara, Ukrayna ve Podolya'yı Lehlilere, Azak Kalesini Ruslara, Dalmaçya sahillerini ve Mora'yı da Venediklilere terk etti. Sadece Timaşvar vilayeti, müdafilerin kahramanlığı sayesinde bir müddet için kurtarılabildi. Bu ağır yenilgi ve kayıplar, Türkler üzerinde o kadar acı bir tesir bıraktı ki, "Aldı Nemçe (Avusturya) bizim nazlı Budin'i" diye feryat etmelerine sebep oldu.

Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idarî, malî ve iktisadî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden düzene konulması ile uğraştı. Diğer taraftan, ötedenberi Türkleri taklit eden Avrupa ve Rusya, ilim ve teknikte hızla ilerliyor ve Osmanlıları daha kuvvetli bir şekilde kuşatıyorlardı. Artık, Avrupa karşısında Türkler, askerî ve teknik sahalarda onlardaki ilerlemenin sırrını araştırmaya tenezzül etmeye mecbur oldular. Bu suretle 17. yüzyılda, Osmanlı Devletini kendi bünyesine göre ıslah etme düşüncesi, 18. asrın başında yerini Avrupa'dan iktibas etme fikrine bıraktı. Sultan III. Ahmed zamanında (1703-1730) Damad İbrahim Paşanın Pasarofça Barış Antlaşmasının verdiği huzur sayesinde giriştiği kültür ve imar faaliyetleri arasında, Avrupa'nın tesirleri de mühim rol oynadı. Avrupa'nın önemli merkezlerine ilk defa elçiler gönderildi. Böylece Türkler Garp (Batı) medeniyetini sathî de olsa tanımak fırsatı buldular. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile ile birlikte Paris'e giden Said Çelebi, orada matbaanın önemini kavrayarak, dönüşünde bir Macar mühtedîsi (İslâma girmiş) olan İbrahim Müteferrika ile birlikte, İstanbul'da matbaa kurulması için teşebbüse geçti. Şeyhülislâmın fetvası ve padişahın fermanı ile tasdik edilen rapor neticesinde, Batı'nın bu önemli buluşu Türkiye'ye girdi. Matbaa ile, bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken, bir yandan da padişah ve sadrazam İstanbul'daki ilim, kültür ve sanat çevrelerini yakından desteklemek suretiyle, bu sahalarda büyük bir canlılık meydana getirdiler. Yalova'da kâğıt, İstanbul'da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Öte yandan bu barış devresinde, devlet adamları arasında görülen israf ve savurganlık genel bir hoşnutsuzluk doğurdu. Nitekim, Patrona Halil İsyanıyla (1730) Lâle Devri diye de adlandırılan bu devir sona ererken, ilmî gelişmelere karşı gruplar da isyanı destekleyerek pek çok ilmî gelişmenin baltalanmasına sebep oldular.

Bütün olumsuz şartlara rağmen fevkalade dikkat ve ihtimamla yetiştirilen Osmanlı şehzadeleri, tahta çıktıkları zaman, devleti içine düştüğü bunalımlı durumdan kurtarmak ve eski haşmetli devrine ulaştırmak için azami gayret sarfediyorlardı. Nitekim III. Ahmed'in yerine geçen Sultan I. Mahmud (1730-1754) ve III. Mustafa (1757-1773) dönemlerinde humbaracı ve topçu ocaklarının Batı tarzında teşkilatlandırılmasına girişildi. Bir Fransız subayı iken Müslümanlığı kabul ederek Ahmed adını alan Comte de Bonneval, 1731'de humbaracı ocağının ıslahına başladı. Ocağın ihtiyaç duyduğu tâlimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar'da bir hendesehâne (mühendislik okulu) açıldı. Nitekim disiplinli ve modern tâlim ve terbiye ile yetiştirilen bu askerî sınıfın Rusya ve Avusturya ile 1736-1739'da yapılan savaşlarda büyük hizmeti görüldü. Ancak, bu sınıf 1747'de yeniçerilerin baskını sonucu kapatıldı. Sultan III. Mustafa da tahta geçer geçmez, Fransa'dan mühendisler getirterek Mühendishane ve Bahriye sınıfını ve mekteplerini modern usullere göre ıslah etmeye ve onları tâlim ve terbiyeye girişti. Batıdaki gelişmeleri öğrenmek amacıyla Fransa ve Almanya'ya elçiler gönderdi. Tıp ve Astronomi sahaları ile ilgili çalışmalar hızlandırıldı.

Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı tahtına üst üste, devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çareler arayan padişahlar çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman iki büyük engel oluştu:

Bunlardan birincisi, Türk ordusunun esasını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski düzen ve ananelerini de terkederek, askerlikle ilgilerini kesmeleriydi. Bu durum onları, sadece savaş zamanlarında cepheye giden, askerlikten habersiz bir yığın haline getirdi. Bu sebeple topçu veya humbaracı sınıfında yapılan değişiklikler, umumî neticenin elde edilmesini sağlayamıyordu.

Bir başka husus, yeniliklere değer veren ve ilme açık bu padişahların yanında kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamları yoktu.

Nitekim, Batının askerî tekniği Türkiye'ye girerken, 1768'de başlayan ve 1774'de sona eren Rus Harbi, Türk ordusunun (yeniçeri kuvvetleri) mukavemet edemediğini ve perişanlığını bütün dünyaya gösterdi. Bu ağır yenilgi üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774), Kırım Hanlığını Osmanlılardan koparıyor ve bir Türk gölü olan Karadeniz'de Rusya, donanma bulundurma hakkını elde ediyordu. Modern bir ordunun çekirdeğini, topçu sınıfını teşkil ederek, geleceğe ümitle bakan ve yeni hamlelere girişen Sultan III. Mustafa, bu büyük kayıplara uğradıktan sonra ve bilhassa asırlarca süvarileriyle Avrupa'yı titreten ve Rusları atlarının ayakları altında tutan koca Kırım Hanlığının elden çıktığını görünce, çok muzdarip halde felç geçirdi ve az sonra da vefat etti (1774).

Yeniçeri ordusunun bozulması ve savaşların aleyhte gelişmesi, III. Mustafa Han'dan sonra Osmanlı padişahlarını daha köklü inkılapların içine itiyordu. I. Abdülhamid (1774-1789) zamanında sadrazam Hamid Paşa, orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam etti. Ancak, Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya, devlete karşı devamlı cephe açıyorlardı. Bilhassa Rusların 1783'te Kırım Hanlığını istilâ ve ilhak etmeleri, Türkler için unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. Çünkü, bütün nüfusu Türk olan Hanlığın kaybı, Macaristan ve Orta Avrupa'nın gidişine benzemiyordu. Ancak, 1787'de başlayan Osmanlı-Rus Harbi yine yenilgiyle sonuçlandı. 1789'da Özi Kalesinin düşmesi ve kalede Müslümanlara yapılan katliam, Sultan I. Abdülhamid'in üzüntüden vefat etmesine yol açtı (1789).

Türklerin ve genel olarak İslâm dünyasının, Avrupa'ya ilk önemli yaklaşma ve ve onun medeniyetinden ciddî faydalanma teşebbüsü, Sultan III. Selim'e aittir. Selim, şehzadeliğinden beri Avrupa usulünde modern bir ordu kurmayı ve bu sayede İmparatorluğa eski gücünü kazandırmayı düşünüyor, hep bu gaye ile meşgul bulunuyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa'nın ve komşularının Fransız İhtilali ile meşgul olmalarını fırsat bilerek, derhal ıslahata girişti. Viyana'ya elçi gönderdiği Ebu Bekir Râtıp Efendiye Avrupa'nın ahvaliyle Avusturya'nın ordu ve idare teşkilatı hakkında rapor hazırlamasını emretti. Çok zeki bir insan olan Ebu Bekir Râtıp Efendi, kısa zamanda Avrupa'nın ilmî, siyasî ve askerî durumu hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilatı, askeri okulları, subayların yetiştirilmesi ve başka bir çok meseleler üzerinde padişaha bir rapor sundu. Devlet adamlarından da, devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar alan Sultan III. Selim, bu raporlar ışığında idarî, mülkî, ticarî, sınaî, ziraî, ilmî ve askerî sahalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizam-ı Cedid İnkılabı adı verilmektedir. Ayrıca III. Selim Han zamanında ilk defa Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizam-ı Cedid ordusu oluşturuldu. Gerçekten de modern metodlarla eğitilen, disiplinli Nizam-ı Cedid kuvvetlerinin kısa bir süre sonra önemli hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır'ı işgal eden Napolyon'un, Akka'da küçük bir Nizam-ı Cedid kuvvetine sahip bulunan Cezzar Ahmed Paşaya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı. Bu başarı umumî efkârı da Nizam-ı Cedid ordusu lehine çevirirken, Napolyon'a da; "Türkler öldürülebilir, fakat korkutulamaz" sözünü söyletti. 1806'da başlayan Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşları sırasında Nizam-ı Cedid kuvvetleri, Avrupa yakasına geçirildi. Bu küçük kuvvetin daha da büyütülmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu teşebbüs de yeniçerilerle Rumeli âyanlarının harekete geçmeleriyle önlendi.

Kurduğu cihanşümul nizamı ile tarihte müstesna bir mevkiye sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, başa geçen padişahların çalışmalarına rağmen, yeniçeri askerinin bozulması, idarenin sarsılması, ağır mağlubiyetler ve isyanlar dolayısıyla artık kendi nizamını koruyamaz hâle geldi. Kırım Hanlığı gibi halkı Türk ve Müslüman olan koca bir devletten başka bir çok eyaletler de düşman eline geçmiş; Kuzey Afrika, Mısır ve Arabistan gibi uzak ülkelerin devletle ilişkileri hemen hemen kesilmiş bulunuyordu. Anadolu ve Rumeli'de timarlı sipahi teşkilatları bozulunca, bunların yerlerini bir takım âyanlar aldı. Âyanlar sonunda merkezdeki otorite boşluğundan yararlanarak, padişah fermanlarını dinlemeyen, devlete vergi ve asker vermeyen derebeyler hâline geldiler. Böylece devlet âdeta kendi bünyesi içinde parçalandı. Nihayet Alemdar Mustafa Paşa'nın merkezde nüfuzunu kurması ve Mahmud Han'ı tahta çıkarması ile de âyan ve eşkıya, eyaletlere resmen hakim oldu. İstanbul'da âyanlarla hükümet arasında Sened-i İttifak adı ile bir anlaşma imzalandı. Buna göre; bir yandan âyanların padişaha sadakatleri, devlete vergi ve asker göndermeleri taahhüt ediliyor, öte yandan da hükümet, bunların varlıklarını veevlatlarına da intikal eden haklarını tanıyordu.Bütün bu olumsuzluklara rağmen, III.Selim'in yerine 24 yaşında tahta geçen Sultan II. Mahmud, daha büyük bir cesaret ve ****netle Nizam-ı Cedid'i genel anlamda gerçekleştirdi ve sadece modern ordu ile kalmayarak tamamıyla yeni bir düzen kurdu. 1808'de "Alemdar Vakası" denilen ve Mustafa Paşanın öldürülmesi ve yeni oluşturulan Sekban-ı Cedid'in lağvedilmesiyle neticelenen yeniçeri isyanı, genç padişahın ümit ve cesaretini kırmadı. O, büyük bir iradeyle mücadelesine devam etti. Bu sırada devlet dört bir taraftan içte isyanlar ve dışta düşmanlarla karşı karşıya idi. Ruslar, Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan'a kadar istilâ etmişlerdi. Arabistan'da Vehhâbî ve Mora'da Rum isyanları tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ruslarla Bükreş Anlaşmasını imzalayan II. Mahmud Han, öncelikle mukaddes beldeleri Vehhabîlerden temizledi. Mora İsyanını bastırdı. Ve nihayet 15 Haziran 1826'da, 18. asrın başından itibaren her hayırlı hareketin önüne geçen, içte padişahına ve halkına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Yeniçeri Ocağı, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkiye sahip idiyse, son bir asırlık felaketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağının kaldırılması hayırlı bir hadise kabul edilerek "Vaka-i Hayriyye" denildi.

Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826).

Sultan II. Mahmud bundan sonra, Türkiye'yi yeni nizama eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa'ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî Tıbbiye ve Harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa'dan hocalar ve uzmanlar getirtti. İstanbul'da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmi gazete yayımlandı (1831). Bunu daha Ceride-i Havadis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvîr-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler takip etti. Sultan Mahmud'un giriştiği bu yenilikler, Türk tarihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak batılı devletler ve özellikle İngiltere, uyguladığı sinsi ve planlı metodlarla, Sultan Mahmud Handan sonra, gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kendi lehlerine değiştirmesini bildiler. Babası II. MahmudHanın vefatıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecid Hanın (1839-1861) tecrübesizliği; ülke için çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca devletin bir yok olma devrine girmesine yol açtı.

Ülke düşmanlarının, Sultan Abdülmecid Hanı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ, padişahın, İngilizlerin tatlı dil ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri cahil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içeriden yıkmak siyasetlerini hemen anlayamamasıdır.

Sultan II. Mahmud Hanın giriştiği inkılaplarla, Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler, bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamayacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir padişahın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyeti yıkmak üzere İngiltere'de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilatının kurnaz üyesi Lord Rading'i elçilikle İstanbul'a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra'da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşayı sadrazamlığa getirebilmek için çok dil döktü. "Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrazam yaparsanız, İngiltere ile Devlet-i Aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar ortadan kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler" diyerek padişahı aldattı. Reşid Paşa iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) iken Rading ile birlikte hazırladığı Tanzimat Fermanı'nı ilan ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak, büyük vilayetlerde mason locaları açtı. Casusluk ve hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı. "Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir" diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu.

İkinci Hariciye Nazırlığına tayin edildiği 1837 tarihinden 17 Aralık 1858'de ölümüne kadar 21 yıl süreyle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında bir çok gâileler ve ülkede sosyal sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak tarihe geçti. İhanetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına, başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler. Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuad paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte ülkede, Avrupa'nın etkisi ve hattâ himayesi altında kaldığı şüphe ***ürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan Jön Türk (Genç Türk) Cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacakve bu muazzam imparatorluk tasfiye edilecektir.

Bu cemiyetin açtığı ihanet yolu üzerinde, o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar ve hattâ ulemâ takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde, içte ihanet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki güçlü padişah tahta çıktı.

Sultan Abdülmecid vefat ettikten sonra 1861 yılında Abdülaziz Han tahta oturdu. Her hâli ve tavrıyla ceddine benzeyen Sultan Abdülaziz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece, devletin etrafında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek, Avrupa'nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddî teşebbüslere girişti. Abdülaziz Hanın tahta çıktığı yıllar Avrupa'da tekniğin büyük bir hızla değiştiği ve bu sahada bir ihtilalin meydana geldiği yıllardı. Avrupa'nın yaptığı ihtilali daha şehzadeliğinden beri dikkatle takip eden Sultan Abdülaziz, bu ihtilalin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüt etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iade ettirmek hususunda her fedakârlığı göze aldı.

 
27 Ağu 2011
200
0
Trabzon
Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - II



Sultan Abdülaziz Han, öncelikle ordu ve donanmanın güçlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika'da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan "Martini" tüfeklerinden getirterek, kara ordusunu bunlarla donattı. O tarihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bazan kendisi çiziyordu. Böylece meydana getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa'dan sonra dünyanın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülaziz Hanın en büyük emeli, Rusya'yı Tuna'nın ötesine atmak ve Karadeniz'e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım girişimlerde bulunsa, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün malî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Padişahın yeniden kurduğu ve teşkilatlandırdığı 500.000 kişilik ordu, dünyanın en modern gücü haline geldi.

Osmanlı Devletinde Sultan Abdülaziz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri, İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe ile izliyordu. Fakat bu safhada hiç birinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesareti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yani Sultan Abdülaziz Han tahttan indirilmeliydi.

1867 yılında, bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana'dan Budin'e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülaziz'i çılgınca alkışlarla karşılarken, içerideki hâinler bu büyük Türk hakanının öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.

Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında, dünya bankeri Lord Rodchild ve Mısır'da hidiv olamamasının sebebini Abdülaziz Han'da gören Mustafa Fazıl Paşa geliyordu. Lord Rodchild ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken, onların besledikleri ve devletine ihanete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeriye Nazırı Süleyman Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suâvi ve Âgâh Efendi geliyordu. İçeride Osmanlıyı yiyen, dışarıda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat, ülkenin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler.

Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihanet şebekesinin kurmayları, veliahd şehzade Murad'ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Abdülaziz'i çok sevdiği için Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine, o sırada İstanbul'da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini "Padişahı korumak için" diyerek sandallara bindirip sarayın çevresine getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı.

Böylece tahttan indirilen Abdülaziz Han, özellikle Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayına ve oradan Ortaköy'deki Fer'iye Sarayına ***ürüldü. Sultan, buraya ***ürülüşünün dördüncü günü, ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından, bilek damarları kesilerek şehid edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşanın, doktor muayenesi bile yaptırmadan aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu.

Sultan Abdülaziz Han, Türk tarihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrutiyetçilerle arası iyi olmadığı için, muhalifler onun hakkında pek çok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için, sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu padişah için çıkarılan horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi gibi şeyler tamamen hayal mahsulü olup, hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük padişahın ardından günlerce ağladı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden, bu memleketin lanetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başladı.

Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan kaldırıldıktan sonra daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, kolağası (yüzbaşı) ve Sultanın kayınbiraderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan V. Murad, amcasının işkenceli ölümünü işitmesiyle aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple 31 Ağustos 1876'da tahttan indirildi. Yerine şehzade Abdülhamid Efendi, Osmanlı sultanı oldu.

Sultan Abdülhamid'in 33 yıllık saltanat süresi üç devrede incelenebilir. 1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I. Meşrutiyet dönemi), 2) 31 yıllık dönem (Şahsî idaresi dönemi), 3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrutiyet dönemi). Padişah, saltanatının ilk bir buçuk yıllık dönemi içerisinde devlet idaresine karıştırılmadı. Ülkeyi Sadrazam Midhat Paşa ve arkadaşları idare etti. 23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet ilan edildi. Meclis, 24 Nisan 1877'de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Malî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Gazi Osman Paşanın Plevne'de ve Gazi Ahmed Muhtar Paşanın doğu cephesindeki başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda özellikle İttihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar, binlerce Türk kadın ve ****** kestiler. Bir milyondan fazla Türk Bulgaristan'dan İstanbul'a göç etti. Bu faciaları gören Abdülhamid Han, İngiliz Kraliçesi Victoria'ya çektiği telgraf ile, barışın yapılmasını sağladı. Mütarekeden on gün sonra da Meclis-i Mebusânı kapattı. 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum Ruslara geçti. Bulgaristan prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye'ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan'ı tamamen Osmanlı Devletinden ayırma projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan'da Türk nüfusu çoğunlukta idi. Ruslar bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak suretiyle Türk nüfusunu sistemli şekilde azalttılar. Abdülhamid Han, Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere'nin desteğini aradı. İngiltere Berlin'de bir konferans toplayarak Ayastefanos'un hükümlerini kaldırabileceğini, buna karşılık Rusya'nın Türkiye'den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için, Kıbrıs'a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Padişah bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i vükelâ'da (Bakanlar Kurulu) yaptığı bir konuşmada, Avrupa devletlerinin Türk'e hayat hakkı tanımayacağını, onların asıl maksadının Türk Devletini Konya ve civarında küçük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o, kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşmasını daha o zaman sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine, Kıbrıs İngiltere'ye bir nevi kiralandı. Ada hukuken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından yönetilecek ve İngilizler uygun bir tarihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Antlaşması 13 Temmuz 1878'de imzalandı. Bu antlaşma aslında Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir.

Berlin Antlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan Abdülhamid'in saltanatındaki ikinci devre yani devleti şahsî ve bizzat idaresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan padişahtır.

Böylece, 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idaresini bilfiil üzerine almış bulunan II. Abdülhamid, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti içeride ve dışarıda büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalade yüksek olan II. Abdülhamid, bunların üstesinden gelmeyi başardı. İdaresi altındaki Türkiye, Berlin Antlaşmasından II. Meşrutiyete kadar, 30 sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881'de Teselya'nın Yunanistan'a bırakılması ve aynı yıl Tunus'un Fransızlarca işgali bu anlaşmaya imza koyanların rızalarıyla olmuştu. Buna rağmen II. Abdülhamid, Tunus'un işgalini hiç bir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyasî mesele yapmakta devam etti.


30 yıl müddetle Sultan Abdülhamid Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

1. 1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar; Reşid, Fuad ve âli Paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülaziz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak için alınan borçlar ve Rusya'ya ödenecek savaş tazminatı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe, yabancı devletlerin elleri Türkiye'de olacaktı. Bu sebeple padişah ilk iş olarak bu meseleye çare bulmaya çalıştı. 1881'de yayınladığı bir kararname ile devletin bir çok tekel gelirlerini tek idare altında topladı ve buradan dış borçların düzenli taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyun-u Umumiye denilen bu idare, alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idare ediliyordu. Padişah, böylece hem yabancı müdahalelerini önlemiş, hem devletin malî işlerine bir düzen vermiş oldu.

2. Berlin Antlaşmasıyla Teselya'ya sahip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya'da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamid Han, Yunanistan'a askerî müdahalede bulunulmasına karar verdi. Padişah, ayrıca, Batılı devletlerin ve Rusya'nın Yunanistan lehine harekete geçmesini istemediğinden, müdahalenin bir yıldırım harbi olmasını sonucun süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri, 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina'ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa'nın müracaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet; Türkiye, Yunanistan'dan çıkmadığı takdirde savaş ilan edeceklerini bildirdiler. Yunanistan, Türkiye'ye büyük bir savaş tazminatı ödeyerek kurtuldu. Ancak, bu üç devlet, Osmanlıyı galip geldiği bir savaşta yenik duruma düşürmek için Girit'e muhtariyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit, Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte, kendi kendini idare eder bir valilik olacaktı. Burası, ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan'a ilhak edilebildi.

II. Abdülhamid Han, Yunan Savaşı hariç bütün dış meselelerini dâima diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin sonuç vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak, Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan dâima kârlı çıkıyordu. Oysa, kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.

3. İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve Arapların hakkı olduğunu iddia ederek, Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamid Han, Panislamizm politikasıyla karşı koydu. O tarihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa'nın idareleri altında büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere'nin, Türk idaresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine padişah, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyanın her tarafında, İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dinî liderlerin hepsi kendilerini İslam halifesinin mahallî memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin'e kadar adamlar gönderdi. Sonuçta öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika'nın en uzak köşesindeki bir Müslüman cemaati bile hiç Türkçe bilmedikleri halde, camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlardı.

Ayrıca İstanbul'da basılan binlerce kitap ve broşür, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor, böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı.

Sultan Abdülhamid Hanın bu politikası sayesinde İstanbul, İslâm dünyasının kalbi durumuna geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa, onun, kendi müslüman tebaaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.

4. Birçok gelirini Düyun-u Umumiyeye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapma durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayatın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması sayesinde, sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.

5. Yahudilerin arz-ı mev'ud (vadedilen topraklar üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahudiler, İngilizlerin de desteğiyle bu gayenin gerçekleşmesi için siyonist teşkilatlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahudiler, 1870 senesinden itibaren Filistin toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri oluşturmaya başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamid'le görüştü ve ondan Filistin'de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamid Han, Tarihimize altın harflerle geçen şu cevabı verdi: "Ben, bir karış dahî olsa toprak satmam. Zîra bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz."

 
27 Ağu 2011
200
0
Trabzon
Gerileme ve Çöküş (1699-1923) - III




Abdülhamid Han ayrıca Yahudilerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin'in tamamını arazi-i şahâne (padişaha ait arazi) ilan ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin'de görevlendirdi. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin'e yerleştirdi. Padişahın bu faaliyetleri üzerine Yahudiler, bütün güçlerini Abdülhamid Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hainlerle işbirliği yaparak, bu niyetlerini gerçekleştirdiler.

6. Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtariyetini doğuracağını ve ülke bütünlüğünü parçalayacağını görerek, Abdülhamid Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftarı olan sadrazam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine, çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika'da yetiştirilmiş Ermeni ihtilalcileri, Türkiye'de ihtilal hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirerek kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece, İhtilalci Ermeniler tarafından, doğuda pek çok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa'da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibaını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar. Ermeni ihtilalcileri tarafından Abdülhamid Han "Kızıl Sultan" ilan edildi. Bunların niyeti, Türkiye'de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra, Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pek çok teşebbüs, Abdülhamid Han tarafından, Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca, Doğu Anadolu'da Hamidiye Alaylarını kuran padişah, bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede asayişi sağlayarak devletin hakimiyetini pekiştirdi.

Bu defa Ermeniler de, padişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan'ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa'da meşhur bir teröristi para ile tutup, İstanbul'a getirdiler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Camiinde II. Abdülhamid Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak camiden çıktıktan sonra, padişahın bir dakikalık gecikmesi hayatını kurtardı.

7. 31 yıllık olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için, Sultan Abdülhamid Hanın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir tarih gösteriyor ki, Türk dışarıdan yıkılmıyordu. Öyleyse yine tarihi entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içeriden parçalanmalıydı. Tezgâhlar bu gaye ile dönmeye başladı. 1890 yılında İngilizlerin desteğiyle kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetinin hedefi, Abdülhamid Hanı tahttan indirmek ve meşrutiyeti ilan etmekti. Büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pek çok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897'de padişahı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar idama mahküm edildilerse de, cezaları padişah tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar, Paris'e kaçarak faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahudi ve Balkan komitecileriyle, yani padişahın aleyhinde olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleri, Abdülhamid Hanı tahttan indirmek için, İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihanetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikastten padişah kurtulduğu zaman, şâir Tevfik Fikret, teröriste; "Ey şanlı avcı" diye sesleniyordu.

Türkiye'de padişaha karşı olmak, âdeta aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından, setre pantalonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhalifti. Nihayet bu yoğun propaganda, ordudaki genç subaylar arsında da yayılmaya başladı. Bazı subaylar çeteciliği bir siyasî hareket kolu olarak benimseyerek, Türk Devletine karşı komitacılığa, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Nİyazi gibi mâceracı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için, Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik'te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu, âsî bir ordu haline geldi.

Neticede II. Abdülhamid, II. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı (1908). Böylece saltanatının yaklaşık beş ay sürecek üçüncü ve son bölümü başladı. Abdülhamid Hanın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi, bu devrede de iktidar yetkileri tamamen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti tarihinde, artık, Osmanlı hânedanının devre dışı bırakıldığı ve siyasî iktidarın ellerinden alındığı bir tarih oldu.

İttihatçılar silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken, muhaliflerini de kiralık katillerle ortadan kaldırdılar. Ancak, bunların iktidarı sağlamlaşırken, devlet çatırdamaya başladı. Türkiye'ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen bağımsızlığını ilan etti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye'ye ait olan Bosna-Hersek'i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idaresi Türkiyeden ayrıldı ve Yunanistan'la birleşti. Ermeni komitacıları, Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Ülkenin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada, 31 Mart Vakası meydana geldi. İttihatçıların Selanik'ten İstanbul'a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak, İttihatçılara karşı harekete geçti. Padişah, yetkilerinin çoğunu Meclise devrettiği için inisiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On gün kadar devam eden bu kargaşalıkta, İttihatçılar, Rumeli'nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa'nın emri altında İstanbul'a gelen bu çetecileri, devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar Padişaha müracaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan padişah buna izin vermedi. İsyanı yatıştırma bahanesiyle İstanbul'a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları pek çok kan döktüler. Ayrıca, isyanın sorumlusu olarak da padişahı gösterip, onu tahttan indirmeye karar verdiler. Fetva emîni Hacı Nuri Efendi, padişahın tahttan indirilmesi için hiç bir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetva yazdırdılar.

Daha sonra, Yahudi Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa, Padişaha giderek; "Millet sizi istemiyor" dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu.

Tarihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hadise, aynı zamanda Türk Milletine yapılan en büyük hakaretlerden biriydi.

II. Abdülhamid Han, Türk tarihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünya siyaset tarihinin de en önemli kişilerinden biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar, her şeyi söylediler. Ancak, gelişen olaylar zamanla padişahın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerin başı olan Ahmed Rıza Bey, Cumhuriyet döneminde yazdığı hatıralarında ona özgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bey ile diğer bazı şairlerin yazdığı şiirlerle dile getirildi.

II. Abdülhamid Han, eğitim, ulaşım, imar ve kültür faaliyetleri bakımından, Osmanlı Devletinin en önde gelen padişahlarındandır. Osmanlı kültür hayatının iki büyük padişahından biridir. Bunlardan birincisi, eser yazdırmada ön sırayı alan II. Murad'dır. Sultan II. Abdülhamid de İmparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan, köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan hiçbir devirde onunki kadar okul açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi Çanakkale Savaşı'nda şehit düştü ve devlet fikir bakımından da gerilemiş oldu. I. Dünya Savaşının ve Millî Mücadelenin bütün başarılı kumandanları (Ulu Önder Atatürk dahil) o devir Harbiyesinden yetişmiş aydın insanlardı.

Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyaset adamı, devrinde dünyanın dört büyük gücünden biri olan ve yedi milyon küsur kilometrekareden fazla olan ülke toprağını İttihatçılara teslim ederken: "Türkiye'yi on sene idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler" demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işaret etmiştir.

Nitekim bu tarihten itibaren ülkemiz büyük felaketlerle karşı karşıya kaldı. 1911'de İtalyanlar, Trablusgarb'ı işgal etti. 1912'de Balkan Savaşı bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika'da 1.200.000, Rumeli'de ise 250.000 kilometrekare vatan parçası elden gitti. Bu sırada İttihatçılar, devlet içinde iktidarı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey, paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey, paşalıkla sadrazam oldu. İstanbul muhafızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki paşalar, devlette tek söz sahibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek Fransa, İngiltere ve Rusya'ya karşı, Almanya'nın safında I. Dünya Savaşına girdiler. Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evladını kaybetti. Aslında Türk orduları, savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye Cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana'ya çekildiler. Fakat Almanya barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca, Osmanlı Devleti de, bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kaldı. Artık, Osmanlı Devleti bitmişti.

İttihatçılar ise, I. Dünya Savaşı sonunda, ülkenin düşmana teslimi anlamına gelen Mondros Mütarekesini imzaladıktan sonra bir gece yarısı ülkeyi terkettiler. Tahta geçen Sultan Vahidettin'e ise, mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı.

Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yani "Yüce Osmanlı Devleti", 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul'un işgaliyle siyasî bakımdan sona erdi. Böylece, altı yüzyılı aşkın bir ömrü olan bu büyük Türk Devleti, yerini, Mustafa Kemal Atatürk'ün, dehası ve milletine olan inancı ile kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktı.

Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği, fakat başarılı olamadığı dünya devleti fikrini, Osmanlı İmparatorluğu, altı asra yakın bir süre devam ettirdi. Avrupa'nın yarıdan fazlasını egemenliği altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini, kendi dinine bağlı imişlercesine halletmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bugün dünyanın bel bağladığı insani kaidelerin ve hürriyetlerin büyük bölümünü, ırk ve din farkı gözetmeksizin, en adaletli biçimde uyguladı ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesini sağladı.

Bu muazzam imparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesiyle, bünyesinden irili ufaklı 24 devlet doğdu. "Daha fazla hüriyet", "daha âdil idare" diye ayaklanarak devlet kuran milletler, aradan bir yüzyıla yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, halen, aradıkları huzuru bulabilmiş değillerdir.

 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.