Israil'in kirli tarihi

serdar9090

Yeni üye
4 Ocak 2009
34
0
Bazi devletlerin kirli çamasirlari vardir. Ortaya çikmasini istemedikleri, bilinmesinden rahatsizlik duyduklari ve bu nedenle resmi tarihlerinden çikardiklari tarihsel gerçeklerdir bunlar. Örnegin Vietnam Savasi sirasinda ABD birliklerinin o ülkedeki sivil halka karsi uyguladiklari iskence ve katliamlar—ki bunlarin sonucunda 1.5 milyon Vietnamli yasamini yitirmistir—Amerikalilar tarafindan mümkün oldugunca unutturulmak istenir. Bu gerçek savas sirasinda ört-bas edilmeye çalisilmistir, savas sonrasinda ise Vietnamla ilgili olarak çevrilen Hollywood filmleri ile ayni yol denenmistir. Bu "Rambo" filmlerinde hep Amerikan askerlerinin Vietnam'da yasadiklari zorluklar anlatilir, Amerikali birliklerinin diri diri yaktiklari köylüler degil. Yine de Vietnam savasinin içyüzü pek çok insan tarafindan bilinmektedir. Çünkü savas dünyanin gözleri önünde yasanmis bir olaydir ve bu nedenle tam anlamiyla ört-bas edilmesi mümkün olmamistir. Ancak baska bazi devletler, kirli çamasirlarini çok daha basarili bir biçimde gizleyebilmislerdir. Bu devletlerin belki de en basarilisi ise, Israil'dir. Siyonizm'in 1930'lu ve 40'li yillardaki tarihi sözkonusu kirli çamasirlarla dolu iken, Yahudi Devleti bu gerçekleri yalnizca gizlemekle kalmamis, dahasi kendi lehinde bir propaganda aracina dönüstürmüstür.
Öncelikle Israil'in nasil bir imaja sahip olduguna bakalim. Israil'in Iki Yüzü Israil, onyillardir tüm bir ulusu isgal altinda yasamaya zorlayan dünyadaki yegane devlettir. 1948'de Filistin topraklarinin önemli bir bölümünü isgal etmis ve Filistinlilerin bir kismini kendi yönetimi altinda yasamaya zorlamis, bir kismini sürmüs, hatta bir kismini da "imha" etmistir. 1967'de tüm Filistin topraklari Israil isgali altina girmistir. Ayrica Israil; Misir, Suriye, Lübnan ve Ürdün topraklarini isgal etmis, yillarca bu topraklardan çekilmemistir. Israil'in isgal ettigi bölgelerdeki halka karsi uyguladigi devlet terörü ise oldukça ünlüdür. Israil ayrica dünyanin baska bölgelerindeki acilarda da pay sahibidir: Dünyanin dördüncü büyük askeri gücüne sahip olan Yahudi Devleti, Üçüncü Dünya'daki baskici diktatörlere, fasist rejimlere destek olmus, onlara silah satmis, onlarin ordu ve gizli polislerini egitmistir. Pinochet, Idi Amin, Bokassa, Mobutu, Marcos, Noriega gibi eli kanli diktatörlerin tümü, Israil'in yakin birer müttefiki olmuslardir. Kisacasi, Israil, oldukça "kirli" bir devlettir. Birlesmis Milletler'de aleyhine en çok karar çikartilan, ama bu kararlarin hemen hiç birini tanimayan Yahudi Devleti, dünyanin dört bir yanindaki pek çok insanin gözünde saldirgan, zorba ve küstah bir çete devletidir. Ancak Israil'in bir baska yüzü daha vardir. Daha dogrusu Israil çogu zaman bir baska yüzle insanlarin karsisina çikar. Bu yüz, Israil'in bir "çete devleti" degil, aksine bir "mazlumlar ve magdurlar yuvasi" oldugu imajini verir. Bati'daki pek çok insan da Israil'i bu yüzüyle tanir. Bu görüse göre, Israil, dünyanin dört bir yaninda irkçilarin hedefi olan yahudilerin yegane siginagidir. Bu düsünce, temelde "yahudi soykirimi"na dayanir: Buna göre Israil, Naziler'in Yahudi irkina yönelik korkunç iskence ve katliamindan kurtulan yahudiler tarafindan kurulmus bir siginaktir. Naziler 6 milyon yahudiyi acimasizca öldürmüslerdir. Bu bir daha asla yasanmamalidir. "Bir daha asla" seklinde sloganlasan bu mantik, Israilliler tarafindan son derece ustalikla kullanilmakta ve üstte sözünü ettigimiz tüm "kirli" isler, bu yolla hasir alti edilmektedir. Bu yolla Israil'in isgalleri ve devlet terörü mesrulastirilir: "Israil, güvenligini saglamak zorunda, yeni bir soykirim mi yasansin?" mantigi kullanilir. Israil Devleti sürekli olarak soykirim konusunu gündemde tutmakta ve bunu varliginin bir numarali mesruiyet kaynagi olarak göstermektedir. Israil'i ziyaret eden her yabanci devlet adami, ilk olarak mutlaka Yad Vashem adli "Soykirim Müzesi"ne gö`türülür. Tarihin Perde Arkasi Israil'in sözünü ettigimiz iki farkli imaji, takdir edilir ki, birbiriyle uyusmasi oldukça zor olan imajlardir. Bir yanda açikça saldirgan, irkçi, isgalci ve baskici bir devlet, öteki yanda "mazlumlarin siginagi" seklinde bir görüntü vardir. Iste "Soykirim Yalani" adli kitabi ortaya çikaran arastirmayi yapmamiza neden olan sey de, bu iki zit görüntüdür. Bu iki zit görüntünün ardinda farkli bir gerçek olabilecegini düsündügümüz için bu kitaba konu olan tarihsel bilgileri arastirdik. Ve sonuçta ortaya pek az kimsenin farkinda oldugu bir gerçek çikti. Bu gerçek, özetle sudur: Israil devleti, ikili bir karaktere sahip degildir. Yani bir yandan baskici ve saldirgan, bir yandan da "mazlumlarin siginagi" degildir. Aksine, baskici ve saldirgan karakter, Israil devletinin, bu devleti kuran ve yasatan siyasi kültürün yegane özelligidir. Israil'in "mazlumlarin siginagi" olarak bilinmesine neden olan sey de, aslinda bu siyasi kültürün kendi halkina reva gördügü bir takim zulümlerden ibarettir. Bu genel yorumu yapmamiza neden olan somut gerçek ise, öncelikle Nazizim ve Siyonizm arasindaki bilinmeyen tarihsel iliskidir. Soykirim Yalani adli kitabimizda bu konuyu ayrintilariyla gözler önüne serdik. Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için yeterli sayida Yahudiyi Avrupa'dan göç etmeye bir türlü ikna edemeyen Siyonistlerin, II. Dünya Savasi öncesi dönemde Naziler'i—ve diger pek çok fasist hareketi—destekleyerek zoraki bir göç sagladiklarini ortaya koyduk. Almanya'yi Yahudiler'den arindirarak etnik yönden "saf" hale getirmek isteyen Nazilerle, bu ülkedeki sözkonusu Yahudiler'i Filistin'e gö`türmek isteyen Siyonistlerin nasil dogal müttefik olduklarini inceledik. Naziler'in Alman Yahudilerine yaptiklari baski ve zulümlerin, Siyonist liderler tarafindan neden sevinçle karsilandigini ve iki tarafin ne gibi isbirlikleri gelistirdiklerini ortaya çikardik. Bu tablo açikça göstermektedir ki, Israil, antisemitizm (Yahudi düsmanligi) tehlikesinden kaçan Yahudiler için bir siginak degildir, aksine bu Yahudileri tehdit eden antisemitik hareketler, Siyonizm tarafindan en basindan beri desteklenmistir. Bu gerçegin bilinmesinde ise büyük yarar vardir, çünkü bu gerçek, Israil devletinin kendi mesruiyetinin dayanagi olarak gösterdigi en büyük gerekçeyi çürütmektedir. Nitekim bugün Israil'in politikalarina, hatta varligina karsi çikan "anti-Siyonist" Yahudiler de bu tarihsel gerçege isaret etmekte ve Siyonizm'in Yahudiler için bir kurtulus degil, aksine en büyük tehlike oldugunu savunmaktadirlar. "Soykirim Yalani" kitabinin verdigi en önemli mesaj, bizce budur. Israil, hem isgal ettigi Arap topraklarinin gerçek sahiplerine, hem de bu topraklara zor yoluyla getirdigi Yahudiler'e baski ve zulüm uygulamis bir devlettir. Israil'in resmi ideolojisi olan Siyonizm, bu nedenle asla ve asla gerçek anlamda baris yanlisi olamaz. Baris ve huzura dayali bir siyasi kültür, her irkçi ve fasist hareket gibi Siyonizm'in de yok olmasina neden olacaktir çünkü. Israil'in bir "baris ve demokrasi" ülkesi olarak tanitildigi Türkiye'de, bu gerçeklerin bilinmesi gerekmektedir. "Soykirim Yalani", iste bu yönde atilmis önemli bir adimdir. Soykirim Efsanesi Nasil Dogdu? Nazi Almanyasi'ndaki Yahudilerin baski ve iskence politikasina maruz kaldiklari konusu, Nazilerin iktidara geldikleri 1933 yilindan itibaren Bati'daki yayin organlarinda islenmeye baslamisti. Medyayi bu konuda besleyen en önemli kaynak ise birer sivil toplum örgütü niteligindeki Yahudi kuruluslariydi. Nazilerin Yahudilere karsi toplama kamplarinda sistemli bir "soykirim" yürüttügü yönündeki iddialar ise, 1942 yilinda yogunluk kazandi. Bu iddialari dile getirenler Dünya Siyonist Örgütü ve onun Batili ülkelerin hemen hepsinde kurulmus olan kollariydi. Örnegin Yahudilerin Nazi toplama kamplarinda "sabun" haline getirildiklerine dair saiyalar, ilk kez Amerika'daki Siyonist hareketin lideri ve Amerikan Yahudi Kongresi'nin (AJC) baskani olan Stephen Wise tarafindan duyuruldu. Wise, 1942 yilinda resmi bir açiklama yaparak, "yahudi cesetlerinin Almanlar tarafindan sabun, yag ve gübreye dönüstürüldügünü" iddia etti. Gaz odalari iddialari da yine ayni dönemde resmi siyonist kuruluslarin temsilcileri tarafindan duyuruldu. Bu iddialarin genel medya tarafindan desteklenmesinin ise iki nedeni vardi: Birinci neden, Yahudi sermayeli yayin organlarinin bu konuya gösterdikleri özel ilgiydi. Ikinci ve daha önemli olan neden ise, bu haberlerin Batili ülkelerin savas halinde olduklari Nazi Almanyasi'na karsi kullanabilecek iyi bir karsi-propaganda malzemesi olusuydu. ABD yönetimi bu propagandayi çok gerekli buluyordu; çünkü "kendi çocuklarimizi neden Avrupa'da savasmaya gönderdik" diye düsünen genis halk kitlelerini savasin gerekliligine ikna etmek için, "gaz odalarinda öldürülüp sabun yapilan" masum insanlari kurtarmak kadar iyi bir gerekçe bulunamazdi. Nitekim Almanlar hakkinda buna benzer gerçek disi bazi vahset hikayeleri, I. Dünya Savasi sirasinda da Amerikan kamuoyunu ülkelerinin savasa girmesine ikna etmek için üretilmisti. Savas yillarinda bu sekilde üretilen Soykirim söylentileri, Nazi toplama kamplarinin Amerikan, Ingiliz ya da Sovyet birlikleri tarafindan 1945 yili içinde ele geçirilmesiyle birlikte iyice güçlendi. Çünkü müttefik ordulari bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya'daki Belsen'de binlerce yahudi tutuklunun korkunç durumdaki cesetleriyle karsilasmislardi. Bunlarin fotograf ve filmleri dünya medyasinda yayinlandi. Bu cesetler soykirimin açik birer delili sayildilar. Oysa sözkonusu cesetlerin ölüm nedeni Nazilerin her türlü önleme ragmen bir türlü basa çikamadiklari tifüs salgini ve savasin son aylarinda Alman tasima sisteminin çökmesi nedeniyle bazi kamplarda, özellikle Dogu Polonya'daki büyük kamplarda basgösteren açlikti. Buna karsilik, daha Bati'da yer alan kamplardaki Yahudi tutuklularin gayet sihhatli ve psikolojik yönden de rahat bir durumda oldugu gözlenebiliyordu. Nürnberg Mahkemesi Soykirim efsanesini "adli" bir anlamda tarihsel literatüre geçiren en önemli gelisme ise, 1946 yilinda Nazi savas suçlularini yargilamak için düzenlenen Nuremberg Mahkemesi oldu. Bu mahkemede bazi "tanik"lar kürsüye çikarildilar ve toplama kamplarindaki yahudi tutuklularin gaz odalarinda sistemli bir biçimde ihma edildigini anlattilar. Bu verileri degerlendiren mahkeme, "6 milyon Yahudinin Nazi toplama kamplarinda imha edildigini, bunlarin dört milyonunun özel üretilmis imha araçlariyla katledildigini" kabul etti. Bu mahkemede delil olarak sunulan malzeme ve ifadeler, Soykirim literatürünün hala en büyük dayanagidir. Ancak mahkeme gerçekte pek dürüst ve tarafsiz bir ortamda yapilmamisti. Nazi Almanyasi'ni yenilgiye ugratmis olan müttefikler-ABD, SSCB, Ingiltere ve Fransa-Nazi rejimini ne kadar korkunç ve acimasiz gösterebilirlerse, kendi argümanlarini o kadar iyi savunacaklarini düsünüyorlardi. Bu nedenle Siyonistlerin savas sirasinda ürettikleri tüm Soykirim hikayeleri mahkeme tarafindan ciddiye alindi ve hepsi kabul edildi. Yahudi kuruluslari tarafindan mahkemeye getirilen "görgü taniklari", toplama kamplarinda sahit olduklari gaz odasi manzaralarini anlattilar. Bu sahitlerin verdikleri ifadelerin çok büyük bölümünün gerçeklerle uyusmadigi bugün biliniyor. Örnegin mahkemeye çikarilan ve Dachau toplama kampindan kurtulduklari söylenen pek çok tutuklu bu kamptaki gaz odalari hakkinda detayli ifadeler vermislerdi. Oysa Dachau'da "gaz odasi" olarak gösterilebilecek tek bir bina dahi olmadigi için, Soykirim literatürünün savunuculari ilerleyen yillarda bu iddiayi geri almak zorunda kaldilar. Bugün Dachau'da gaz odasi oldugunu savunan hiç kimse yoktur. Diger toplama kamplarindaki sözde gaz odalari ile ilgili ifadelerin çogu da çeliskiliydi. Bazilari gerçeklesmeleri bilimsel yönden imkansiz hikayelerdi. Nuremberg Mahkemesi'ne sahit olarak çikarilan en önemli kisi ise Auschwitz toplama kampinin kumandani Rudolf Höss"tü. Höss, çok önemliydi, çünkü mahkemeye çikarilan sahitlerin ezici çogunlugunun aksine bir Yahudi degil, bir Nazi subayiydi. Hem de Auschwitz'de iki yildan uzun bir süre en üst düzey yetkili olmustu. Höss "itiraflarinda", Auschwitz'in içinde "Wolzek" adi verilen özel bir imha kampi oldugunu, kendi komutasi altinda burada 2.5 milyon yahudinin öldürüldügünü söyledi. Ama "Wolzek" diye bir yer hiç bir zaman bulunamadi, dahasi Auschwitz'de 2.5 milyon Yahudinin öldügü iddiasi da bir süre sonra Yahudi tarihçileri tarafindan geri alindi. Rakam önce 1.25 milyona, en son olarak da Yahudi tarihçi Jean Claude Pressac tarafindan 775 bine düsürüldü. Peki Höss neden yalan ifade vermisti? Basit; Höss'ü sorgulayan Ingiliz gizli servisi, ona agir bir iskence yapmis, dahasi ailesini ve çocuklarini öldürmekle tehdit etmislerdi!... Bu, bugün ispatlanmis tarihsel bir gerçektir. Höss bu durumda kendisini ve ailesini kurtarmak için her seyi imzalayabilirdi, nitekim öyle yapti. Soykirim hikayesi Nuremberg mahkemesine dayanarak hizla büyüdü. Yahudi tarihçiler mahkeme tutanaklarindan alintilar yaparak kitaplar yazdilar. Baska tarihçiler bu kitaplardan alintilar yaparak yeni kitaplar yazdilar. Ilerleyen yillarda yeni bazi "soykirim sahitleri" çikti ve bunlar yazdiklari kitaplarla Nuremberg'teki verilmis olan ancak sonradan "siritan" bazi ifadelerin yerlerine yenilerini koymaya çalistilar. Israil'de özel bir Soykirim Arastirmalari Merkezi kuruldu. Dünya kamuoyunun soykirimi kesin bir tarihsel gerçek sanmasinin en önemli nedeni ise, Hollywood'un Yahudi sermayeli film sirketleri ve Yahudi yönetmenleri tarafindan çevrilen 100'e yakin Soykrim filmi oldu. Soykirimin sorgulanmasi ise 60'li yillarda basladi. ABD'deki Northwestern University'den Dr. Arthur Butz, Fransa'daki Lyon Üniversitesi'nden Robert Faurisson ve pek çok "best-seller" kitabin yazari Ingiliz tarihçi David Irving sözkonusu revizyonist akima öncülük ettiler. Revizyonist akimin bugün en önemli entellektüel merkezi, California'daki Institute for Historical Review adli kurumdur.

Israil'in Terör Gelenegi Bir süredir "baris" rüzgarlarinin estigi Ortadogu, son bir hafta içinde Israil'in Lübnan'da gerçeklestirdigi bombalamalarla yeniden isindi. Bu durum, bazilari için sasirticiydi. Bir "baris ve demokrasi sembolü" olarak gördükleri Israil'in, içi küçük çocuklarla dolu bir ambulansi nasil olup da havaya uçurdugunu, ya da sivil yerlesim bölgelerini nasil olup da fütursuzca bombaladigini anlamakta güçlük çektiler. Oysa, Bati medyasinin propaganda ilüzyonundan kurtularak ve Israil'in gerçek kimligini göz önünde bulundurarak vaziyete bakildiginda, Israil'in sözkonusu "gazap üzümleri" operasyonunun hiç bir sasirtici yönü olmadigini görebiliriz. Çünkü Israil, bir terör devletidir; terör, Yahudi Devleti için olagan bir dis politika aracidir. Israil'in geçmisine bir göz attigimizda ise, bu tanimi kesinlestiren yüzlerce örnek bulmak mümkündür. Terörizmden Basbakanliga Israil'in kuruldugu yillar, ayni zamanda Ortadogu'nun da terörle tanistigi yillar olmustu. Yüzyilin basindan beri sistemli bir "devlet kurma" programi izleyen Siyonist hareket, 1940'li yillarda Filistin'de olusturdugu terör örgütleri ile bölgeyi kan gölüne çevirdi. Sag kanat Siyonistler, Filistin'deki Araplara ve ilerleyen yillarda da Ingilizlere karsi savasacak olan Irgun Zvei Leumi (Ulusal Askeri Örgüt) ya da kisaca Irgun adli silahli yeralti örgütünü kurdular. Irgun ve 1940 yilinda ondan ayrilan Avraham Stern'in kurdugu LEHI (Lomamei Herut Yisrael-Israil'in Özgürlügü Savasçilari), Araplar'a ve Ingilizlere karsi kanli terör eylemleri gerçeklestirdiler (LEHI, kurucusunun adindan dolayi Stern Çetesi olarak da anilir). Irgun ve Lehi'nin iki aktif teröristi, yillar sonra tüm dünyanin taniyacagi isimler haline geleceklerdi: Menahem Begin ve Yitzhak Samir! Ikisi de, sirasiyla, Basbakan oldular. Bu sag kanat teröristler ile sol kanat Siyonistler arasinda da gizli bir ittifak vardi. 16 Eylül 1948 günü Stern örgütünün teröristleri, Birlesmis Milletler'in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin isgal politikalarini elestirmesiyle taninan Kont Folke Bernadotte'u Kudüs'te öldürdüler. Yeni kurulmus olan Israil Devleti'nin Basbakani Ben Gurion, Stern militanlarinca gerçeklestirilen suikasti lanetledi ve Bernadotte'un BM karargahindaki cenazesine de katilarak taziyelerini sundu. Suikastin sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayiplara karistilar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çiktilar, hem de çok ilginç bir biçimde... Bernadotte'u vuran Joshua Cohen adli tetikçi, Basbakan Ben Gurion'un özel korumasi oluverdi birden bire.! Suikast emrini verenlerden Yitzhak Samir ise Mossad'in Avrupa masasi sefligine getirildi.(1) Ben Gurion'un basbakanliginin sürdügü bu dönemde, Samir'in de katkisiyla, çok sayida "Israil düsmani" Mossad ajanlarinca Avrupa'da öldürüldü. Kisacasi Israil'in liderleri aktif birer teröristtiler, ya da terörizmi el altindan destekliyorlardi. Terör, Israil'in kurulmasiyla bitmedi, azalmadi da. Aksine, daha da çok kan dökmeye basladi. Israil Tarzi Terör ... 80-100 kadar erkek, kadin ve çocuk öldürülmüstü. Çocuklari kafalarina sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kisinin canina kiyildi. Köylerde erkek ve kadinlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatildilar. Sonra da sabotajcilar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istedigi bir evin içine 2 kadin kapatmasini söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadinin irzina geçtigini anlatti. Yeni dogmus bir çocugu olan Arap kadinina birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadin ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetistirilmis, iyi bir egitim görmüs kumandanlar, asagilik katiller haline gelmisti. Hem de gelisen korkunç olaylarin içinde ister istemez bu duruma düsmüs degillerdi. Aksine soykirimi ve yoketme metodlarini bilinçlice kullaniyorlardi. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalirsa, o kadar iyiydi...Üstteki satirlar, Israil'in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayisinda yayinlandi. Yazilanlar, 1948'de Dueima adli Filistin köyünün ele geçirilmesi sirasinda yapilanlara taniklik eden Israilli bir askerin katliam hatiralariydi. Önemli olan bu satirlarda anlatilanlarin, istisnai bir terör eylemini degil, Israil'in kutsal terörünün siradan bir örnegini tarif etmesidir. Bir diger "siradan örnek", Israillilerin devlet kurduklari yilda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka giristikleri katliamdir. Menahem Begin'in yönettigi Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakinlarindaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskin sirasinda, hamile kadinlarin ve çocuklarin da dahil oldugu 280 kadar Arap köylüsünü önce sokaklarda dolastirdiktan sonra kursuna dizmislerdir. Ancak bir de önemli "detaylar" vardir: Öldürülen genç kizlarin çogunun irzina geçilmis, erkeklerin cinsel organlari koparilmistir. Siyonistler bazi kurbanlari öldürmek için biçak kullanmislardir. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kiz çocugundan da söz edilmektedir.(2) Bu sekilde alti ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayisiz baskinlarla 400 bine yakin Arap, yurdunu terketmek zorunda kaldi. Deir Yassin Katliami bu baskinlarin sadece birisiydi. Israilliler'in yillar içinde terör yoluyla bosalttiklari köy sayisi, Israil'in az sayidaki "muhalif" seslerinden biri olan Israel Shahak'in tespit ettigi rakama göre, 385'tir. Bu köylerde yasayanlarin içinde korku yöntemiyle kaçirilanlarin yaninda, Deir Yassin'le ayni kadere ugrayanlar da vardir. Israil'in terörü, ilerleyen yillarda da kan dökmeye devam etmistir. Kibya ya da Sabra Satilla katliamlari, yine buzdaginin görünen kisimlaridir. Israilliler çogu kez bu açik eylemleri bile üstlenmemeye çalismislardir. Örnegin Israil'in 1982 yazindaki Lübnan'i isgali sirasinda Sabra ve Satilla mülteci kamplarinda öldürülen 1.500'ün üstündeki Filistinli'ler hakkinda Begin "yahudi olmayanlar, yahudi olmayanlari öldürdü, bize ne!" demisti. Oysa kisa süre sonra katliami gerçeklestiren Falanjistlerin Israil subaylarinin komutasinda oldugu ve Israil ordusunca silahlandirildiklari ortaya çikti. Israil Tarzi Iskence Israil'in kutsal terörünün önemli bir parçasini ise iskence olusturmaktadir. 1967'den bu yana iki milyondan fazla Filistinli'yi isgal altinda yasamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kirmak ve onlari göçe ikna etmek için sistemli bir iskence politikasi uygulamistir. Yahudi Devleti'nin korkunç iskence yöntemleri, ilk kez Londra'da yayimlanan Sunday Times'in 1977 yilinda yayinladigi uzun bir arastirmada ortaya çikti. Belgelenen vakalar, 1967'den itibaren on yillik Israil isgali sirasinda iskence gören kirkdört Filistinlinin durumlarini ortaya koyuyordu. Buna göre, Israil'in; Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze'deki hapishanelerinde, Kudüs'teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözalti merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanilmaz iskenceler uygulaniyordu. Sistemli dayak disinda, Israillilerin kullandigi iskence türleri arasinda; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çirilçiplak buzlu suya sokma, gözleri baglanmis olan tutuklunun üzerine özel egitilmis köpekleri saldirtma, vücudun degisik yerlerinde sigara söndürme, arkadan tecavüz, tirnaklarin ve saglam dislerin sökülmesi gibi yöntemler vardi. Bazi tutuklularin kizlari da tutuklanmis ve bunlara babalarinin gözü önünde tecavüz edilmis, sonra da tutuklu kendi kiziyla cinsel iliskiye girmesi için zorlanmisti. Bazi erkek tutuklularin cinsel organlarina ince cam çubuklar sokulmus ve sonra da bu çubuklar organin içindeyken iskenceciler tarafindan kirilmisti. Erkek tutuklularin hayalarinin sikistirilmasi da çok kullanilan yöntemlerin biriydi. Bu iskenceler sonucunda çok sayida Filistinli tutukluda kalici sakatliklar meydana geldi. Çogunun cinsel fonksiyonlari sona erdi, görme ve isitme duyularini ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki iskencelerin yaninda psikolojik yöntemler de vardi. Siyasi tutuklular, kasten, Israil ordusuna çizme, kamuflaj agi, vb. malzeme imal etme islerine kosuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere basvuruluyordu.(3) Sunday Times'in ortaya çikardigi bu vakalar, 1967-1977 yillari arasindaki iskence vakalariydi. Ilerleyen yillarda da Israil'in kutsal terörü ve kutsal iskencesi sürdü. Yalnizca 1987-1993 döneminde; Israil birlikleri tarafindan 1.283 Filistinli öldürülmüs, 130.472 tanesi hastaneye kaldirilacak derecede yaralanmis, 481 tanesi sürülmüs, 22.088 tanesi gözaltina alinmis, 2.533 ev mühürlenmistir. (4) Gözalti ve tutukluluk sirasinda kullanilan iskence yöntemlerinin hangi boyutlara vardigini bilmek de mümkün degildir. Israil iskence gelenegi ile ilgili olarak en son 1995 Agustosunda ortaya bazi yeni bilgiler çikti. Emekli Albay ve tarihçi Mose Givati, "Çöl ve Alevlerin Içinde" adli kitabinda, 1948, 1956 ve 1967'deki Arap-Israil savaslarinda Israil ordusunun savas esirlerine inanilmaz iskenceler yaptigini yazdi. Buna göre, esir alinan Misirli askerlerin gözleri sigara ile oyulmus, cinsel organlari kesilerek agizlarina tikanmisti... Burada önemli olan bir nokta var. Israil devlet aygiti, terör ve iskenceyi yalnizca pragmatik bir uygulama olarak degil, bunun da ötesinde kutsal bir misyon olarak görmektedir. Israil'in terörü, Livia Rokach'in ifadesiyle, "kutsal" bir terördür. Çünkü bu terör, yahudi dini kaynaklari tarafindan emredilir. Terörün "kutsalligi" Eski Ahit'in Tesniye kitabinda, 7. Bap söyle baslar: "Allahin Rab, mülk olarak almak için gitmekte oldugun diyara seni ***ürecegi ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgasileri ve Amorileri ve Kenanlilari ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacagi; ve Allahin Rab onlari senin önünde ele verecegi ve sen onlari vuracagin zaman; onlari tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acimayacaksin ve onlarla hisimlik etmeyeceksin; kizini onun ogluna vermeyeceksin ve onun kizini ogluna almayacaksin... Çünkü sen Allahin Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allahin Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti."I. Samuel kitabi 15. Bap'in basinda ise su ayet yer alir: "Ordularin Rabbi söyle diyor: Amalek'in Israil'e yaptigini, Misir'dan çiktigi zaman yolda ona karsi nasil durdugunu arayacagim. Simdi git, Amaleki vur ve onlarin herseylerini tamamen yok et ve onlari esirgeme ve erkekten kadina, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden esege kadar hepsini öldür."Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat'in yazildigi dönemlerde Ortadogu'da bulunan toplumlardir. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat'in içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kisi, tarihin derinliklerinde kalmis birer siddet olayinin hikayesini okudugunu sanabilir. Oysa gerçek böyle degildir... Israil'in "güvercin" siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, su satirlari yaziyor: "(Israilli radikallerin) kullandigi lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler'dir, Amalekler'dir ya da Kenan diyarinin Tevrat tarafindan lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir... Tesniye'de, 'geride hiç bir sey kalmayacak sekilde' Amalek'i yok etmek üzere verilen emir, dogrudan bugünkü Araplar'a yönelik olarak yorumlanmaktadir... Israil'in savaslari da bu çerçevede anlasilmakta ve bu savaslarda bu 'yeni Amalekler'e karsi insancil davranilmamasi gerektigi söylenmektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savasindan sonra yazdigi bir yazida, Tevrat'in 'onlari sizin önünüzden yavas yavas azaltacagini ve yurtlarina sizi yerlestirecegim' seklindeki ifadesinin, Israil'in Araplar'la olan iliskisini tarif ettigini yazmistir... Bar Ilan Üniversitesi'nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmis ve 'Tanri'nin Amaleklere karsi girisilen savasa bizzat katildigini' söylemistir. Israel Hess'in konuyla ilgili yazisinin basligi ise, 'Tevrat'in katliam emirleri'dir." (5)Kisacasi, Israil kimligi olusturan en büyük faktör olan "dinci" ekol, Muharref Tevrat ayetlerini bu sekilde yorumlamakta, ve böylece Yahudi Devleti'nin uyguladigi teröre teolojik bir mesru temel olusturmaktadir. Iste bu nedenle terör ve Israil, birbirinden ayrilmaz iki parçadir. Yahudi Devleti, mevcut ideoloji ve kurumlariyla ayakta kaldikça, terörü mesru bir siyaset araci olarak görmeye devam edecektir. "Gazap üzümleri"nin bombalariyla ambulans içinde parçalanan çocuklar, bu gerçegin ne ilk ne de son kurbanlaridir.

DIPNOTLAR
1) Richard Curtiss, "The Good Cops and Bad Cops Who Killed the Peace Process". Washington Report on Middle East Affairs. Haziran 1995
2) Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir, London: Zed Books, 1984, ss. 141-143
3) Ralph Schoenmann, Siyonizm'in Gizli Tarihi, Kardelen Yayincilik. 1992. ss. 79-95
4) Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994
5) Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited: From Herzl to Gush Emunim and Back, 1.b., New York: Schocken Books, 1984, s. 116

 

serdar9090

Yeni üye
4 Ocak 2009
34
0
İsrail Devletinin Kurulusu

İsrail Devletinin Kurulusu

Ortadogu’da, Arap kurtulus hareketi karsisinda emperyalizm yeni bir müttefik bulmustu. Bu müttefik güç, siyasi siyonizmdir. Siyasi siyonistler, I. Dünya Savasi sonrasinda Filistin’i kendi nüfuz sahasina alan, orada bir manda idaresi kuran İngiliz emperyalizmi vasitasiyla bir Yahudi devleti kurmayi amaçlliyordu. Ama Filistin’de devlet kurmak için yeterli sayida veya devlet kurabilecek sayida Yahudi yoktu. Yahudilerin ezici çogunlugu Filistin disinda yasiyordu: 1880’de bütün dünyadaki Yahudi sayisi 7,75 milyon civarindaydi. Bunun çogunlugu da -6,858 milyonu (yüzde 88,5)- Avrupa’da,, 620 bini (yüzde 8) Asya ve Afrika’da yasiyordu. Geriye kalan yaklasik 250 bin Yahudi, deniz asiri ülkelerde yasiyorlardi. Avrupa’da ise Yahudilerin çogunlugu Dogu da (Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya, Romanya ve Galiçya’da, toplanmisti. 19. yy’in sonuna dogru durum degisir ve 1881-1914 arasinda yaklasik 3 milyon Yahudi, Dogu Avrupa ülkelerinden göç ederler. Göç edenlerin çogunlugu da Kuzey Amerika’ya yerlesir. Kuzey Amerika’da Yahudilerin sayisi 19. yy’in basinda 2000’den ayni yüzyilin sonunda bir milyonun üzerine çikar. Her halükârda II. Dünya Savasi’na kadar Yahudilerin çogunlugu, yüzde 58,2’si (9,7 milyon) Avrupa’da yasiyordu. Yahudilerin sosyal, siyasi ve ekonomik durumlari ülkeden ülkeye ve de bölgeden bölgeye degisikti. Ama durumun en kötü oldugu bölge Dogu Avrupa’ydi. Orada Yahudiler, horlanma, asagilanma, takibat ve pogromlarla karsi karsiya kalmislardi. Yahudiler, Dogu Avrupa’nin “günah keçisi”, “samar oglani” yapilmislardi. Bunun sonu getto olusumuydu ve öyle de oldu: Dogu Avrupa’da Yahudiler, getto yasamina sürüklendiler. Gelisen, antisemitizmdi. Lenin, bir konusmasinda (“Yahudilere Karsi Pogrom Kiskirtmasi Üzerine”) antisemitizmin sinifsal kökenini ve amacini söyle açikliyordu:“Yahudilere karsi düsmanligin yayginlastirilmasina antisemitizm deniyor. Lanet olasi Çarlik monarsisi son günlerini yasarken, bilinçsiz isçi ve köylüleri Yahudilere kari kiskirtmaya çalisti. Çar polisi, kapitalistler ve toprak beyleriyle elbirligi içinde Yahudi pogramlari düzenledi. Kapitalistler ve toprak beyleri, yoksullugun pençesinde inleyen isçi ve köylülerin kinini Yahudilere yöneltmek istediler. Baska ülkelerde de isçinin ufkunu bulandirmak, dikkatini emekçilerin gerçek düsmanindan -sermayeden- baska yöne çekmek için kapitalistlerin Yahudilere karsi düsmanlik körükledikleri sikça görülen bir durumdur. Yahudilere karsi düsmanlik, sadece, toprak beyleri ve kapitalistlerin kölelestirmesinin, isçi ve köylülerin zifiri karanlik cehalet içinde tutulmasinin var oldugu yerde inatçi bir sekilde devam ediyor. Sadece tamamen cahil, tamamen yildirilmis insanlar, Yahudilere karsi yayilmis yalan ve iftiralara inanabilirler” (Lenin, c.29, syf.239).Süphesiz ki Yahudiler, bu türden, sinifli toplumdan kaynaklanan ve sermayenin isçi ve emekçileri bölmeye hizmet eden bu kiskirtmalara karsi bulunduklari ülkenin isçi ve emekçileriyle birleserek; sinif mücadelesi içinde yer alarak karsi koyabilirlerdi. Nitekim böyle hareket edenler de olmustur. Örnegin Rusya ve Ekim Devrimi’nden sonra Yahudilerin durumu. Ama Yahudilerin çogunlugu, özellikle de geleneklere bagli olanlar - getto yasamini (bulunulan toplumdan dislamanin ve önderlerin rolü büyük olmustur)- “Siyon”u yasam ve umutlarinin içerigi yapmislardir. (Siyon, Kudüs’te, o zaman için Kudüs civarinda bir tepedir. David -MÖ 10.yy’in ilk yarisi- bu tepeyi idarre merkezi (sarayi) yapmis ve böylece “Siyon”, İsrail kabilelerinin kutsal mekani olmustur). Zamanla “Siyon”, Kudüs, Yuda ve İsrail ile es anlamli kullanilmistir. Yani İsrail demek “Siyon” demektir. Bu kavram, diasporadaki Yahudiler için bir özlem, var olus merkezi ve anlami kazanmistir. Özlem duyulan, “atalarin ülkesi” denilen yer, Filistin’den baska bir yer degildi. Bu özlem 19. yüzyilda, yükselen milliyetçilikle baglami içinde güncellestirilmis ve siyasallastirilmistir.Siyasi siyonizm sunu diyordu: Nüfusunun ezici çogunlugu Yahudi olmayan toplumlarda Yahudiler, yabanci vücudu; yabanciligi ifade ediyorlar. Bundan dolayi kurtulusu, Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasinda aramalidirlar. Siyasi siyonizm, sosyal temeli bakimindan küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibati karsisindaki tavriyla milliyetçi, gerici bir akim olarak dogmustur.Siyonizm kavramini Nathan Birnbaum, 19. yüzyilin sonlarina dogru “Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkin Ulusal Yeniden Dogusu” yazisinda islemistir. Moses Hess (1812-1875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl (1860-1904) siyonizmin teorik gelistirilmesine önemli katkilari olanlarin basinda gelirler. Özellikle Herzl’in faaliyeti sonucunda siyonistler kongreler düzenlenmis ve Filistin’e göç, orada devlet kurma çalismalari sürdürülmüstür. Diasporadaki Yahudi zenginlerinin sagladiklari maddi olanaklardan yararlanilmistir.Temel ilkesi bakimindan siyasi siyonizm, teoride ve pratikte devrimci isçi hareketine karsiydi. Siyasi siyonizm, proleter enternasyonalizmin karsisina milliyetçi kredosunu koyuyordu. Siyasi siyonistler Yahudiligi, sinifsalligi içinde ele almiyorlar, tam tersine Yahudiligi, homojen bir bütün olarak topraksiz, sinirlar asiri bir dünya ulusu olarak kavriyorlardi: Siniflara ayrismamis homojen bir yapiyi ifade eden dünya ulusu! Bu anlayisin mantiksal sonucu suydu: Yahudi, yasadigi ülkede sinif mücadelesine katilmamali, gelecegini orada aramamalidir. Yahudi, gelecegini Filistin’de aramalidir. Filistin’de devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir kaç bin sene önce yasamis olduklari topraklara geri dönme hakkini nasil temellendireceklerdi? İnandirici olmak için bu soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpitilmasiyla; gizemlilestirilmesiyle verildi. Siyasi siyonizme göre Yahudiler, bir zamanlar yasadiklari topraklara dönebilirler, orayi vatan olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, “tamamen kendine özgüdür, bütün tarihsel yasalarla çeliski içindedir” (Bkz: Abba Eban; “Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”, syf. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese tarih anokronik -çag disi- taleplerle dolup tasardi: Tarihin tekerlegi geriye dogru çevrilirdi; örnegin Türkler, Anadolu’dan kovulur, Orta Asya’ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün fasist diktatörlügün jeopolitikasinin; jeostratejisinin (Adriyatik’ten Çin seddine kadar) disinda kalan ve Osmanlilar tarafindan ilhak edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika’yi, Hindistan’i talep edebilirler. Anlayislarinin böyle bir saçmaliga yol açacagini gören siyasi siyonistleri, kurtulusu, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadir, tamamen kendine özgüdür anlayisinda buldular. Bu demagoji de yetmedi. Çünkü Filistin bos degildir, orada yarim milyon civarinda Arap yasiyordu. Önce bu nüfusu görmemezlikten geldiler. Ama fazla sonuç alamayinca yeni bir formül bulundu: “Halksiz topragi, topraksiz halka ver!”. Bu hakki elde etmek ve bu talep dogrultusunda destek bulmak için siyonistler, Alman kralina, Rus çarligina ve Osmanli padisahlarina bas vurdular, ama sonuç alamadilar. Sonunda, 1917/18’de Filistin’i kendi nüfuzuna alan İngiltere’ye basvurdular.- Balfour Deklerasyonu20. yy’in basinda İngiliz emperyalizmi Ortadogu’daki sömürgeci çikarlarinin ve özellikle de Süveys Kanali üzerindeki hakimiyetinin, güçlenen Arap ulusal hareketi tarafindan tehliyeye düsürüldügünü görüyordu. Bu tehlikeye karsi koymak için siyonizmi tesvik etmeyi, kendine bagimli bir siyonist devletin kurulmasini politika yapti. Böylece Ortadogu’daki konumunu güçlendirmeyi amaçliyordu. 2 Kasim 1917’de Britanya Disisleri Bakani Lord Balfour, Lord Rothschild’e (“İngiliz Siyonist Federasyonu” baskani) yazdigi bir mektupta söyle diyordu:“Sevgili Lord Rotschild!Kabine tarafindan incelenen ve onaylanan Yahudi-siyonist çabalarla ilgili sempati açiklamasini size hükümetin adina büyük bir memnuniyetle iletiyorum.Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halki için ulusal bir yurdun olusturulmasini memnuniyetle karsiliyor ve bu amaca ulasilmasi için büyük çabalar harcayacaktir. Ayni zamanda açikça anlasilmalidir ki, Filistin’de, mevcut Yahudi olmayan topluluklarin burjuva ve dini haklarina dokunulmamalidir...” (Bkz. Informationen zu politischen Bildung”, Nr.247, syf.6, 1995).Yani Araplarin burjuva ve dini haklarina dokunulmayacak! Britanya Disisleri Bakani Balfour yalan söylüyordu. Filistin’de Arap halkinin gelecegi, İngiliz emperyalizmini ilgilendirmiyordu. Rotschild’e yazdigi mektubundan (yukariya bir kismini aktardigimiz bu mektup tarihe “Balfour-Deklerasyonu” olarak geçmistir) yaklasik iki sene sonra, 11 Agustos 1919’da ayni Balfour, İngiliz hükümetine yazdigi bir muhtirada söyle der:“Filistin’de, ülkelenin mevcut ahalisinin isteklerini seklen de olsa duymayi ve dikkate almayi dahi düsünmüyoruz.... Hakli veya haksiz, iyi veya kötü siyonizm,... simdi orada yerlesik olan 700 bin Arabin önyargi ve isteklerinden çok çok daha önemlidir” (L. Ruehl; “İsrails Letzter Krieg”, Hamburg, 1974, syf. 186).Siyasi siyonizm, yapilanisindan, amacini elde etme anlayisindan dolayi emperyalist rekabetin çarklarina takildi; siyasi siyonizm, sömürgeci güçlerin yardimiyla ve Araplara karsi olarak amacina ulasmak istedi. Bu durum, siyasi siyonizme sömürgeci özellikler verdi.İyi niyetle, gelecek umuduyla siyasi siyonizmin pesine takilan, baskidan, horlanmaktan, takibattan kurtulmak isteyen Yahudi emekçileri, baska bir halkin, Filistin’in yerlisi Araplarin horlanmasi ve baski altina alinmasi pahasina baskidan ve horlanmaktan kurtulmuslardi. Onlari bu duruma getiren; yönlendiren, emperyalist ve sömürgeci politikanin umutlarini sapiklastirmasindan baska bir anlam tasimiyordu.Balfour Deklerasyonu’na dayanan siyasi siyonizm, İngiliz emperyalizminin destegiyle Filistin’de kendi devletini kurmak için çabasini yogunlastirdi. 1920’li ve ‘30’lu yillarda Yahudi diasporasi, siyasi siyonizm örgütleri Filistin’e Yahudi göçünü örgütledi ve yüz binlerce Yahudi, dünyanin çesitli ülke ve bölgelerinden Filistin’e yönlendirildi.- Biltmore ProgramiMayis 1942’de Amerika’da Amerikan Siyonist Konferansi düzenlendi. Konferansta bir program kabul edildi. Konferansin düzenledigi otelin adindan dolayi tarihe “Biltmore Programi” diye geçen bu programda su anlayislara yer veriliyordu.“1- Filistin’in kapilari Yahudi göçüne açilacaktir.2- Jewish Agency (uluslararasi planda Yahudilerin çikarlari için mücadele eden örgüt, çn.) göçün kontrolü ile görevlendirilecek ve yerlesimin olmadigi ve geri topraklari da kapsamina alan ülkenin insasi için gerekli yetkiyle donatilacak.3- Filistin’de, yeni demokratik dünyanin bir parçasi olacak bir Yahudi toplulugu -Jewish Commanwealth- olusacak”< (David ben Gunion; “İsrail. Die Geschichte eines Staates”, syf. 86, Frankfurt/M. 1973).Siyonist politikanin sonucu olarak Filistinli binlerce Arap, ülkelerinden kovuldular. Bu, “oldu bittiye getirme” stratejisiyle gerçeklestirildi.Siyonistlerin savlari, sömürgeci savlari gibiydi: Ülke, “önemli boyutlarda geriydi ve insansizdi. Bundan iktidar sahiplerinin yeteneksizligi ve vurdumduymazligi sorumludur, keza ahalinin lakayitligi da (Bkz. A. Eban; agk, syf. 257).Siyonistler, Araplari, Nazilerin Yahudileri gördügü gibi, asagilik insan olarak görüyorlardi. Moshe Dayan’in babasi üzerine yazan İsrailli gazeteci Sh. Tevath söyle diyor: “Araplar Moshe Dayan’in babasi açisindan sivrisinekler, böcekler ve yabani hayvanlar gibi bu yabanliga (Filistin kast ediliyor, çn.) aitlerdi. Bundan dolayi onlar, geçiciydiler. Yabani otun ve dikenli çalilarin yakildigi, batakliklarin kurutuldugu gibi hastaliklara yakalanan ve açlik çeken bedevi kabileleri de kaybolup gideceklerdir” (Shabtai Teveth; Moshe Dayan, Politiker, Soldat, Legende, syf. 32, Frankfurt/M).-Emperyalistler Arasi Rekabet, İsrail ve Filistinİngiliz emperyalizmi, iki yüzlü politikasiyla Filistin sorununun oldugundan daha da karmasiklasmasina neden olmustu. İngiliz emperyalizmi siyasi siyonizmi tesvik ederken Araplarin direnisiyle karsi karsiya kaliyordu. 1936-39 ayaklanmalarinda ifadesini bulan bu direnise köylülerin önemli bir kesimi de katilmisti. İngiliz emperyalizmi, II. Dünya Savasi’nin hemen öncesinde daha ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva-feodal temsilcilerine dayanmaya baslamisti. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve İtalya’ya karsi savasinda müttefik güç olarak kazanmayi amaçliyordu. Onun bu politikasina, bu sefer de siyasi siyonizm karsi çikiyordu.Mayis 1939’da yayimlanan “Beyaz Kitap”ta İngiliz emperyalizmi, bölgedeki sömürgeci çikarlarini korumak için Balfour Deklerasyonu’nun tam tersini savunuyordu.Bu “Beyaz Kitap”a göre Filistin’de bir İsrail devletinin kurulmasi, İngiliz hükümetinin politikasi degildi. “Majestelerinin hükümetinin amaci, bagimsiz bir Filistin devletinin on sene içinde kurulmasidir. Bu bagimsiz devlet içinde Araplari ve Yahudiler beraber yasamalilar ve önümüzdeki bes sene içinde Yahudi göçü, Filistin nüfusunun üçte birini olusturacak sekilde düzenlenmelidir” (Bkz. Informationen... syf. 6).Hakimiyetini devam ettirmek isteyen İngiliz emperyalizmi, gelisen Arap ulusal hareketine sirin görünmek için Filistin’e Yahudi göçünü Arap nüfusun onayina birakiyordu. Ama İngiliz emperyalizminin bu tavrina her iki taraf da; Yahudiler ve Araplar karsi çikiyordu.Amaca ulasmak için siyonist örgütler, terörist eylemlere giristiler. Hedef, İngilizler, Araplar ve kendi planlarina karsi çikan Yahudilerdi.O dönem İngiltere’nin dünya çapinda en büyük rakibi Amerikan emperyalizmi, bu sorunda taraf oldugunu göstermeye baslamisti. Özellikle S. Arabistan’da büyük çapli petrol kaynaklarinin bulunmasiyla Amerikan emperyalizmi, 1938-39’da Filistin sorununu kendi çikarlari dogrultusunda yönlendirmek için siyasi siyonizmi tesvik etmeye basladi.Çikmaz içinde kalan İngiliz emperyalizmi, kurtulusu, BM’ye basvurmakta buldu. 2 Nisan 1947’de Filistin sorunu BM Genel Kurulu gündemine getirildi.Çeliskilerin oldukça keskinlestigi ve genel durumun oldukça karmasiklastigi Filistin’de sorunun çözümü için BM, özel bir komisyonu görevlendirdi. (United Nations Special Committee on Palastine- UNSCOPF). İncelemesinden sonra bu komisyon, oy çogunluguyla Filistin’in bölünmesine ve bir Arap (Filistin) ve bir Yahudi (İsrail) devletinin kurulmasina karar verdi. 29 Kasim 1947’de Genel Kurul bu karari (33 evet, 13 hayir ve 10 çekimser oy), yayimlanan bir bildirgeyle onayladi. Sovyetler Birligi, ABD, birçok Avrupa ve Latin Amerika devletleri bölünmeden yana tavir koydular. İngiltere ise çekimser kaldi. Sovyetler Birligi, Araplar ve Yahudiler Filistin’de beraber yasayacak durumda olmadiklarindan veya beraber yasamak istemediklerinden dolayi ve her iki halk da Filistin’de yasadiklarindan ve ayni devlet sinirlari içinde beraber yasamaktan yana olmadiklarindan dolayi, sorunun çözümü için iki devletin; Arap ve Yahudi devletlerinin kurulmasi olasiligindan baska çikar yol yoktur anlayisindan hareket ediyordu.Bölme planina göre Filistin topraklarinin yüzde 42’si(11000 km2) Arap devletinin, yüzde 56’si (14 100 km2) Yahudi devletinin payina düsüyorda. Küdus, uluslararasi bölge oluyordu (Bu alan, Filistin topraklarinin yüzde 2’lik bir kismina esitti).Filistin üzerine İngiliz mandasi, 14 Mayis 1948’de sona erdi. Ayni gün, Geçici Devlet Konseyi, İsrail devletinin kuruldugunu açikladi. Siyonistler, “dogal ve tarihsel hakka”, “BM Genel Kurulu’nun kararina” dayanarak, “kitaplarin ebedi kitabini dünyaya hediye eden”, “İsrail ülkesinde” Yahudi devletinin kuruldugunu ve “bütün komsu devletlere ve halklarina baris ve iyi komsuluk elini uzattiklarini” açikladilar.Siyasi siyonistler, yeni devletin sinirlarini tam belirlemediler. Niyet açikti: Uçlanan silahli çatismalarla sinirlari genisletmek. Amaç buydu.İsrail devleti kuruldugunda Filistin topraklarinda yaklasik bir milyon Arap ve 675 binde Yahudi yasiyordu. 1953’e gelindiginde örgütlü göç sonucunda Filistin’de Yahudilerin sayisi 1,5 milyona çikmis; yaklasik 900 bin Arap kovulmus ve böylece Yahudi çogunlugu saglanmisti.Sonuçlar vahim ve hâlâ devam eden gelismenin/çatismanin baslangici böyleydi. Siyasi siyonistlar, on yillarca süren politikalariyla; emperyalistlerin yardim ve Araplari hiçe sayma politikalariyla siyonist devlet kurma amaçlarinda basarili oldular. Siyonistler, BM kararlarini da hiçe saydilar! Daha bastan, sinirlari genisletmeyi, Araplari kovmayi ve onlarin payina düsen topraklari ele geçirmeyi, Arap topraklarinda Yahudi yerlesim birimleri kurmayi ve Filistin devletinin kurulmamasi için çabayi, savasi da göze alarak amaç edindiler. Bunun ötesinde siyonistler, bütün emperyalist ülkelerle, basta da Amerikan emperyalizmiyle müttefik iliskilerine girdiler. İsrail devleti, daha kuruldugunda, kendini kapitalist dünyanin jandarmasi ilan eden Amerikan emperyalizminin Ortadogu’daki üssü, onun çikarlarinin savunucusu olmustu.II- Arap-İsrail Savaslari
Dönemi ve FilistinFilistin-İsrail sorunu, bir Ortadogu sorunu olmaktan çikarak, dünya sorunu olmustu. Tabii bunun nedenleri vardi: Ortadogu’da petrolün bulunmasi ve bu hammaddenin giderek önemli bir enerji kaynagi olmasi bu bölgeyi emperyalist çeliskilerin keskinlestigi bir bölge yapmisti. O bölgeye hakim olmak için emperyalistler, her türlü kirli ise hazirdilar. Tabii istek, sorunun sadece bir yönü. Önemli olan, rekabet gücüne sahip olmaktir. Bu güce de Amerikan emperyalistleri sahipti. Ortadogu’da, somutta da Filistin’de İngiliz emperyalizminin yerini Amerikan emperyalizmi aldi. Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasi stratejisinde İsrail’e önemli görevler düsüyordu; İsrail, bölgede sosyalist güçlerin, Arap milliyetçi hareketinin gelismesi karsisinda bir güç olmaliydi. İsrail bölgedeki Amerikan çikarlari için bir üs olmaliydi. Öyle de oldu. Filistin-İsrail sorunu, nihayetinde emperyalistler arasi çikar sorununa, SB’nde Krusçev revizyonistlerinin iktidari gasp etmelerinden sonra da iki süper devlet arasinda dünya hegemonyasi mücadelesinin bir ögesine dönüsmüstür. İsrail devleti kuruldugundan bu yana Arap devletleriyle dört kez savasmis ve her seferinde kaybeden Filistin olmustur. İsrail-Arap devletleri arasindaki savaslarda Filistin’in sorun olmamasi düsünülemezdi.Filistin, sadece İsrail devletinden çekmemis, komsu Arap ülkeleri de Filistin topraklarina göz dikmisti.- 1.Savas:1948/49 Arap-İsrail savasinda İsrail siyonistleri bir kisim Filistin topragini isgal etmistir. BM taksimine göre paylarina düsen 14 bin km2’lik alani 20 700 km2’ye çikartmislardi. İngiliz mandasinin sona ermesi, İsrail devletinin kurulmasi ve Filistin devletinin kurdurulmamasi çabasi, bu ilk çatismanin nedeniydi.- 2. Savas:1956’da İsrail, İngiliz ve Fransiz emperyalizminin yaninda yer alarak Misir’a saldirdi. Amaç, Süveys Kanali’nin devletlestirilmesinin engellenmesiydi. Üçlü saldirganlik (İngiltere+Fransa+İsrail), büyük bir yenilgiyle sonuçlandi.- 3. Savas:6 Gün Savasi da (1967) İsrail saldirganligi ve yayilmaciliginin bir sonucuydu. Savas sonucunda siyonistler bir kisim Arap topraklarini isgal ettiler. İsgal edilen topraklar İsrail’den daha genisti.- 4. Savas:1967 savasi yenilgisini kabul etmeyen Arap ülkeleri, isgal altindaki topraklari kurtarmak ve İsrail saldirganligini durdurmak için 1973’te İsrail ile savasa tutustular. Bu savasta taraflar, birbirinin aleyhine önemli bir basari elde edemediler. Ama uzlasmaci Arap yönetimlerinden dolayi ilk Camp David görüsmelerine (Misir-İsrail anlasmasi) zemin hazirlamis oldu. Bütün bu savaslarda itilen-kakilan ülkesinden kovulan Arap ülkeleri tarafindan da horlanan, ülkesinden olan, göçe zorlanan, her türlü yoksulluk ve eziyete maruz kalan, Filistin halki olmustu.Filistin’de Arap halkin trajedisi 1948-1949 savasiyla baslamisti. Bu savas, sonucunda yaklasik bir milyon Filistinli ülkelerinden kovulmuslardi.Ülkelerini terk etmeye zorlandiklarinda Filistinliler saskindilar. Süphesiz ki direnis vardi. Ama İsrail terörü korkunçtu ve çogu Filistinli’yi ürkütmüstü. Bundan dolayi Filistin direnisi baslangiçta münferit olay karakterini tasiyordu ve örgütsüzdü. Köylüler, İsrail’de kalan mülklerini kurtarmak için birlesiyorlar ve bir direnis ocagi olusturuyorlardi. Ama daha 1948’de örgütlü direnisin filizlendigini görüyoruz. Örnegin çok sayida Filistinli Gazze Seridi’nde “Bütün Filistin Hükümeti”ni kurarlarken, Beyrut’ta Filistinli ögrenciler “Kurbanin Birlik Cephesi”ni kuruyorlardi. Bunlardan “Bütün Filistin Hükümeti”, Ürdün hariç diger bütün Arap Birligi ülkeleri tarafindan taninmisti. Ama etkili siyasi ve askeri bir güç olusturamadi.50’li yillarin basinda “Arap Milliyetçileri Hareketi” olusmaya basladi. Panarapçi olan bu hareket, İsrail’in emperyalizm yanlisi politikasina, Arap toplumunun politikasina ve ilk Arap-İsrail savasinda Araplarin yenilgisine bir tepki olarak dogmustu ve Arap toplumunun radikal yenilenmesini amaç ediniyordu. 50’li yillarin sonundan itibaren Filistin direnisi de sekillenmeye baslamisti. 60’li yillarin basindan itibaren bir dizi Filistin direnis hareketi ortaya çikmisti. Filistin direnisi, dogusundaki parçalanmisligini hiçbir zaman -bugün de- asamamistir. Filistin direnis örgütlerinin içinde en önemlileri El Fatah ve Filistin’in kurtulusu için Halk Cephesi idi (PFLP). El Fatah, kisa zamanda kitle örgütü olarak gelisti. 1970’de Y. Arafat önderligindeki bu örgütün 50 bin kadar silahli savasçisi vardi. 1967-68’de “Arap Milliyetçileri Hareketi”nden dogan PFLP’nin önderide G. Habas’ti.Habas’in “Halk Cephesi”, İsrail’i yok etmeyi ve Filistin topraklarinda sosyalist Arap devleti kurmayi hedefliyordu. El Fatah ise, Müslümanlarin, Yahudilerin ve Hiristiyanlarin baris içinde beraber yasadiklari demokratik bir Filistin devleti için mücadele ediyordu.Filistin Kurtulus Hareketi, 1964’te İskenderiye’de (Misir) düzenlenen Arap zirvesinde FKÖ’nün (Filistin Kurtulus Örgütü) kurulmasiyla anlam kazanmaya basladi. İlk baskani A. Sukeiri döneminde FKÖ, kendisinden bekleneni yapamadi. Ancak El Fatah’in 1969’dan itibaren FKÖ içinde aktiflesmesi ve Y. Arafat’in FKÖ’nün yönetimine getirilmesiyle durum degisti. Y. Arafat yönetiminde FKÖ, Filistin direnisinin çati örgütü olarak gelisti.Filistin halki, çektigi eziyet, yoksulluk ve baski yetmiyormus gibi, baska bir çok cephede de savasmak zorunda kaldi. Bu halkin temsilcisi FKÖ, sadece İsrail’e karsi, sadece onunla isbirligi içinde olan emperyalizme (öncelikle de ABD emperyalizmine) karsi savasmiyordu. FKÖ, Filistin direnisi, emperyalizmin, basta da Amerikan emperyalizminin isbirlikçisi Arap ülkelerinin (S. Arabistan, Ürdün, Misir) uzlasmaci, emperyalizmin çikarlarini gözeten egilimlerini ve ayni zamanda, Filistin halkinin dostu gözüken, ama kendi hegemonya çikari için mücadele eden Sovyet Sosyal emperyalizminin niyetini de hesaba katmak zorundaydi. FKÖ, böylelikle birçok cephede, bagimsiz Filistin devleti için mücadele ediyordu. Arap dünyasindaki farklilasma; emperyalizm ve sosyal emperyalizm yanlisi bölünme, Filistin direnisini olumsuz etkiliyordu.70’li yillarda FKÖ, uluslararasi alanda tanindi. Arap ülkelerinin 7. zirvesinde (Ekim 1974, Rabat) FKÖ, Filistin halkinin mesru temsilcisi olarak kabul edildi ve İsrail isgalinin kaldirilmasindan sonra Gazze ve Bati Seria bölgesinde bagimsiz bir Filistin devletinin kurulmasi onaylandi. Y. Arafat ayni yil BM Genel Kurulunda konustu ve Filistin, BM’de gözlemci statüsünü aldi.Filistinlilerin katkisi olmaksizin Ortadogu sorununun çözülemeyecegi veya Filistin sorunu çözülmeden Ortadogu sorununun çözümünün kalici olmayacagi anlasilmisti. 4. savastan sonra Ortadogu’da savassiz, ama ayni zamanda barissiz bir dönem basladi. Savas yoktu, ama Filistin yarasi kanamaya devam ediyordu.6 Ekim 1973’te baslayan dördüncü savastan (bir taraftan Misir ve Suriye, diger taraftan İsrail) sonra 21 Aralik 1973’te Cenevre’de baslayan Ortadogu Baris Konferansi, sonuçta FKÖ’nün bugünkü haline gelmesinde baslangiç oldu.- 1974’te Y. Arafat, BM Genel Kurulu’nda konustu.- 1977’de Misir Devlet Baskani Sedat, İsrail’i ziyaret etti ve İsrail parlamentosunda (Kneset) konustu.- 1978’de Camp David’de ilk zirve toplantisi düzenlendi (ABD, Misir ve İsrail arasinda).- 1979’da İsrail-Misir baris anlasmasi imzalandi ve İsrail, Sina yarimadasindan adim adim çekilmeyi kabul etti.- 1980’de İsrail, Bati Kudüs’ü topraklarina katti.- 1982’de İsrail Lübnan’a saldirdi ve Beyrut’a kadar ilerledi. Lübnanli Falanjistlerin (İsrail yanlisi Hiristiyan Lübnanlilar) Satila ve Sahra göçmen kamplarinda Filistinlileri katletmesini İsrail ordusu kolaylastirdi.- 1987’de Filistinliler, isgal bölgelerinde intifada hareketini baslattilar.- 1993’te ABD’de Arafat ve Rabin arasinda geçici otonomi anlasmasi imzalandi.- 1994’te Oslo (I) Anlasmasi imzalandi.- 1995’te Oslo (II) Anlasmasi imzalandi.- 1998’de Wye Anlasmasi imzalandi.- 1999’da, Basbakan olan Barak ve Arafat, Sarm el Seyh’de bir ara anlasma imzaladi.- 2000’in 25 Temmuz’unda Camp David zirvesi fiyasko ile sonuçlandi.III- Camp David’den Oslo’ya- 12-20 Mart 1977’de FKÖ’nün 13. Filistin Ulusal Kongresi Kahire’de toplanir. Bu kongrede eski Filistin’in bir kisim topraklarinda bagimsiz bir Filistin devletinin kurulmasi karari benimsenir.- 3-4 Mayis 1977’de ilk defa, İsrail Komünist Partisi ve FKÖ temsilcileri Prag’da görüsürler.- 29 Haziran 1977’de Londra’da düzenlenen bir Avrupa zirve toplantisinda Filistinlilerin bir vatana sahip olmalari gerekliligi vurgulanir.- 1 Ekim 1977’de Amerikan-Sovyet inisiyatifi üzerine Ortadogu sorununun, BM ilkeleri bazinda barisçil çözümü için adim atilir. FKÖ bu adimi destekler.- 19-21 Kasim arasinda Misir Devlet Baskani E. Sedat, İsrail’i ziyaret eder.- 1-5 Aralik 1977 tarihinde Trablusgarp’ta (Libya) Arap ret cephesi toplanir. Libya, Cezayir, Suriye, Güney Yemen ve FKÖ’nün dahil oldugu bu cephe, İsrail ile her türlü barisçil düzenlemeyi reddediyordu.Ret cephesinin ve Sedat’i öldürme tehdidine ragmen Misir ve İsrail arasinda 17 Eylül 1978’de Ortadogu’da “baris” için çerçeve anlasmasi imzalanir. Camp David’de imzalanan bu anlasmanin patronu Amerikan emperyalizmiydi. O zamanki Amerikan Baskani Carter’in dürtüklemesiyle Sedat (Misir) ve Begin (İsrail) tokalasirlar.5 Kasim 1978’de Bagdat’ta toplanan ret cephesi, Sedat ve Begin’in imzaladigi anlasmayi reddeder. Ama buna ragmen Camp David çerçeve anlasmasi ayni yil Washington’da Misir-İsrail baris anlasmasi olarak imzalanir.FKÖ, ikiye bölünmüs Arap dünyasi içinde yerini bir türlü bulamaz. Progmatizm, FKÖ’nü sürükler ve FKÖ, hem ret cephesinde yer alir, hem de Misir’in “baris” faaliyetini gözardi etmez.8 Temmuz 1979’da İsrail-Misir anlasmasini ihanet olarak tanimlayan Arafat, Almanya’nin eski basbakani W. Brandt ve Avusturya Basbakani B. Kreisky ile Viyana’da bulusur. FKÖ, Misir, Ürdün ve S. Arabistan’in basini çektigi Amerikan isbirlikçiligi, İsrail ile anlasma çizgisiyle ret cephesi arasinda gider gelir. Ama ayni zamanda silahli mücadeleyi sürdürür.80’li yillarda Filistin halkinin davasinin hakliligini bütün dünya kabul eder. Bu yillarda Filistin direnisi, silahli mücadele biçiminin yani sira, diplomatik cephede de sürdürülür. Filistin direnisi 1987’de intifadayi yaratir. İntifada, Filistin’in küçük genarelleri, İsrail’in korkulu rüyasi olur. İntifada, ne kadar güçlü, modern ve disiplinli olursa olsun düzenli ordunun bas edemeyecegi bir mücadele biçimidir. Filistin direnisi, intifadasi, bunu kanitladi.80’li yillarin sonuna dogru, FKÖ’de de uzlasma egilimleri güçlenir. Revizyonist blokun ve arkasindan da Sovyetler Birligi’nin dagilmasindan, Körfez Savasi’nin emperyalist cephe lehine sonuçlanmasindan sonra Arafat önderliginde FKÖ, Filistin sorununun çözümünde emperyalistlerin “çözüm” çabalarina inanacak derecede yumusar. 1973’te baslayan Ortadogu “baris” görüsmeleri, sonunda Filistin davasinda da etkisini gösterir. Uzlasmacilik, emperyalizme teslimiyet ön plana çikar.SB’nin dagilmasindan sonra tek süper güç olarak Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya Düzeni adi altinda bütün dünyayi kendi çikarlarina kosmak için faaliyetini yogunlastirmada gecikmedi. Amerikan emperyalizminin 21. yüzyil stratejisi 90’li yillarda sekil almaya baslamisti. Bu stratejide Ortadogu çok önemli bir yer tutuyordu. Ortadogu’da tam hakimiyet demek, İsrail, Filistin sorununun Amerikan emperyalizminin çikarlarina hizmet edecek bir sekilde çözülmesi anlamina geliyordu. Böyle bir çözüm için Arafat ve FKÖ de kivamina gelmisti. Bundan dolayidir ki, Amerikan emperyalizmi, Ortadogu bölgesi için, bölgesel bir barisin saglanma olanaginin olustugundan hareketle Madrid Konferansi’nin gerçeklestirilmesini tesvik etmistir. Ekim 1991’de Madrid’de baslayan görüsmelere FKÖ temsilcisinin de katilmasi, sadece ve sadece gelismenin nasil sonuçlanacagini göremeyenleri sasirtmisti.Madrid (1991), Arap devletlerinin, İsrail’in ve FKÖ temsilcisinin ilk defa bir araya geldikleri bir konferansti. Filistin delegasyonunun kendi adina degil de Ürdün-Filistin delegasyonu adinda konferansa katilmasi sonucu degistirmiyordu: Amerikan emperyalizmi, Arap devletleri ve FKÖ’yü İsrail ile ayni masaya oturtmus ve kendi çikarina -ayni zamanda İsrail’in de çikarina- olan “baris” anlayisini örmeye baslamisti.Madrid’den Oslo’ya giden yol, Arafat ve FKÖ tarafindan iyi niyet taslariyla mi dösenmisti, bunu bilmiyoruz. Ama Madrid’den Oslo’ya giden yol, Filistin halki ve kurtulusu için cehennem yoluydu. Bunda sadece Amerikan emperyalizmi ve İsrail sorumlu degildir. Bunda, bu taslarin dösenmesinede Arafat ve FKÖ de sorumludur. Nitekim Madrid’den Oslo’ya uzanan yolculuk uzun sürmedi. 1993’e gelindiginde is bitirilmisti.IV- Oslo’dan Camp David’eMadrid Konferansi, FKÖ ve İsrail’in dogrudan görüsme zeminini hazirladi. Sonraki dönemde sürdürülen gizli görüsmeler sonuç verdi ve 1993’te Oslo’da anlasma saglandi. 9-10 Eylül 1993’te varilan anlasmaya göre FKÖ ve İsrail, birbirlerini karsilikli olarak taniyorlardi. FKÖ, “İsrail devletinin baris ve güvenlik içinde yasama hakkini taniyor” ve İsrail adina Rabin de “İsrail hükümetinin FKÖ’yü Filistin halkinin temsilcisi olarak tanimaya ve FKÖ ile görüsmeler sürdürmeye karar verdigini” açikliyordu.Oslo Anlasmasi’ndan üç gün sonra, 13 Eylül’de her iki taraf Amerikan emperyalizminin patronlugunda Filistin özerk idaresi sinirlandirilmis düzenlemeler üzerine bir ilke açiklamasi imzaladi. Filistin otonom bölgesi veya idaresi bu açiklamadan kaynaklanir.29 Subat 1994’te İsrail ile Filistin temsilcileri Paris’te iktisadi isbirligi anlasmasini imzalarlar.4 Mayis 1994’te ise Y. Arafat ve İ. Rabin, Kahire’de baris anlasmasini imzalarlar. Bu anlasmayla Filistin otonomi dönemi baslar.Tarihe Gaze-Eriha Anlasmasi olarak geçen bu anlasma, o zamana kadar sürdürülen bütün görüsmelerin sonuçlarinin resmen ilanidir.Bu anlasmada, anlasilan bütün konular İsrail’in lehinedir. Güvenlik düzenlemesi ve İsrail’in Filistin bölgesinden geri çekilmesi, İsrail’in istedigi gibi tespit edilmistir. İsrail kendi güvenligini ve Filistin topraklarina serpistirilmis Yahudi yerlesim birimlerinin güvenligini istedigi gibi saglama hakkina sahiptir. Bütün geçis noktalarinda, deniz ve havada güvenlik kontrolü İsrail’in elindedir. Bütün bu noktalar İsrail’e Filistin’i her an ve istedigi gibi kontrol etme olanagini vermekteydi. Süphesiz Filistin’in de birtakim haklari vardi: Örnegin Filistinli tutuklular serbest birakilacakti. Filistin, otonomi bölgesinde Filistinli polisler görev yapacaklardi, bu polislerin sayisi 9 bin ile sinirli olacakti. En önemli sorunu, Kahire’de varilan anlasmaya göre, her iki tarafin yüklendikleri yükümlülükleri adim adim yerine getirmeleri ve bes senelik otonomi dönemi sona erdiginde Gazze Seridi ve Batu Seria’dan olusan Filistin devletinin resmen kurulmasi ve ilan edilmesi olusturuyordu.29 Eylül 1995’te Washington’da Arafat ve Rabin, Bati Seria anlasmasini imzaladilar. Oslo II olarak da bilinen bu anlasma, Bati Seria’da Filistin otonomi bölgesinin genisletilmesini düzenlemeye hizmet ediyordu.Kasim-Aralik 1995’te İsrail, alti Filistin sehrinden çekilir. Ama Hebron’un isgal durumu devam eder. 15 Ocak 1997’de Hebron anlasmalari imzalanir. İsrail isgal ordusu sehirden çekiliri, ama Hebron’un yüzde 20’si İsrail hükümranligi altinda kalir.23 Ekim 1998’de Wye anlasmasi imzalanir. Amaç, İsrail’in kararlastirilan bölgelerden geri çekilmesini saglamakti. Sonra yeni bir Wye Anlasmasi imzalanir. Bu anlasma da ayni amaca hizmet ediyordu. Ama bu anlasmalardan istenen sonuç alinamaz.4 Mayis 1999’da, Oslo (I)-Kahire anlasmasina göre bes yillik Filistin otonomi dönemi sona erer.Bes yillik süreç içinde ortaya çikan durum:- İsrail, anlasmalarin geregini yerine tam olarak getirmemis, anlasmalara uymamak için elinden geleni yapmistir.- Filistin otonom yönetimi anlasmalara uymus ve yapilmasi gerekeni yapmistir.Bes sene sonra baslangiç noktasina dönüldü. Baska biçim ve kosullarda. Her halükârda, İsrail’in anlasmalara göre yapmasi gerekeni yapmamasi, bagimsiz Filistin devletinin kurulmasini ve ilanini engellemesi, baslangiç noktasina geri dönüsten baska bir anlam tasimiyordu. Çünkü Oslo anlasmasi, bes senelik bir dönem için geçerliydi ve nihai çözüm üzerine anlasmanin; Washington’da imzalanan ilke açiklamasindan iki sene sonra konusulacakti. Bes sene doldu, ama bu iki seneye bir türlü gelinemedi. İsrail’in FKÖ’yü hangi kosullarda tanidigi veya bu anlasmalarda Amerikan emperyalizminin parmagi, bugün gelinen noktanin neden bir tür baslangiç noktasi oldugunu göstermektedir.İsrail’in FKÖ’yü tanima kosullarina baktigimizda, FKÖ’nün kendini reddettigini görüyoruz. İsrail, FKÖ’yü tanimasini; a- İsrail’in var olus hakkini tanidigini; b- her türlü zor ve zora bas vurma -yani öncelikle intifada- biçimlerini mahkûm ettigini açiklamasina bagliyordu. Bunun ötesinde FKÖ, BM’nin İsrail aleyhine ve Filistin lehine olan bütün bildirgelerini reddettigini açiklamak zorundaydi. Yani göçmenlerin geri dönme hakkini içeren ve 1948’den kalma bildirgenin ve Kudüs’ün ilhak edilmesini mahkûm eden bildirgelerin vs. FKÖ tarafindan reddedilmesi gerekiyordu. Bunun ötesinde FKÖ, temel ilkelerinde -siyasi programinda- İsrail’e karsi olan her seyi silecekti.FKÖ, bunlarin hepsini kabul etme pahasina İsrail tarafindan tanindi. Bütün bunlari kabul edince FKÖ’den geriye ne kaldi. Geriye hiçbir sey kalmamisti veya geriye neyin kaldigini o dönemin İsrail Disisleri Bakani Peres’in sözleriyle açiklayalim:“İsrail tavrini niçin degistirdi ve simdi FKÖ ile görüsmeler sürdürüyor” sorusuna verdigi cevap söyle: “Biz degil, onlar degisti. FKÖ ile degil, onun gölgesiyle görüsmeler sürdürüyoruz”!S. Peres dogru söylüyordu. Ödün vermeyen İsrail’di, degismeyen İsrail’di. Ödün veren, siyonizme ve emperyalizme ve de Arap gericiligine teslim olan, kendini, siyasi varligini inkâr ederek degisen, degistikçe dünya emperyalist burjuvazisi tarafindan “yenilenmis” olarak kabul gören Arafat ve FKÖ idi.Demek oluyor ki, İsrail FKÖ’yü, kurum olarak, bütün Filistin halkinin temsilcisi olarak tanimiyor; İsrail FKÖ’yü kurulus amaci temelinde tanimiyor. İsrail FKÖ’yü kendini inkâr etmesi kosuluyla taniyor.Otonomi planinin FKÖ tarafindan kabulü, kurulus amaciyla birlikte FKÖ’nün, Filistin’de ulusal kurtulus hareketinin, antiemperyalist, antisiyonist mücadelenin mezara gömülmesi anlamina geliyordu. FKÖ, Filistinlilerin ulusal kurtulusu sorununu, kendi kaderini tayin etme sorununu çözmek için kurulmustu. Yani amaç, tespit edilen program temelinde bagimsiz bir Filistin devletinin kurulmasiydi. Filistin ulusal sorunu, bagimsiz Filistin devleti, bütün Filistinlileri kapsamina aliyordu. Filistinlilerin kamplarda, Suriye’de, Ürdün’de, Lübnan’da, baska ülkelerde ve İsrail’de yasiyor olmalarindan bagimsiz olarak, otonomi planini kabul etmekle FKÖ, bütün Filistinlilerin temsilcisi olma hakkindan vazgeçiyor; Filistin ulusal hareketini temsil etmedigini açiklamis oluyordu. Otonomi planini kabul etmekle FKÖ, Filistin ulusal hareketini böldü, yerel soruna indirgedi. Suriye’de, Ürdün’de, Lübnan’da Filistinlilerin sorunu gibi.İsrail, FKÖ’nün direnme iradesini kirdiktan ve parçaladiktan sonra onu tanimistir. Bugün direnen, FKÖ degil, FKÖ’ye ragmen Filistin halkidir.FKÖ, İsrail’e, ‘siyonist emellerinden vazgeçersen, kendini degistirdigini açiklarsan ve Filistin halkina yaptigin haksizligi kabul edersen, seni tanirim’ diyememistir. Simon Peres’in dedigi gibi, İsrail degismemis, degisen FKÖ olmustur.Oslo anlasmasi veya Oslo’dan bu yana FKÖ, isgal bölgesinin polisi ve bu bölgelerin, İsrail kontrolünde idarecisi rolünü üstlendi. 3 Eylül 1993’te Rabin söyle diyordu:“Gazze’nin iç sorunlari için sorumlulugu üstlenen ve bu sorunlari çözen bir partner bulacagimizi umuyoruz.”Gazze’nin iç problemleri ne olabilir ki? Burada iç problem olarak kastedilen, Filistin ulusal kurtulus mücadelesidir, Filistin’de sinif mücadelesidir, İsrail’e ve emperyalizme, basta da Amerikan emperyalizmine karsi mücadeledir. Bir bütün olarak ifade edersek, Filistin halkinin on yillarca süren kendi kaderini tayin mücadelesidir. Rabin, FKÖ’nden, İsrail’i hedef olan bütün problemleri üstlenmesini ve çözmesini talep ediyor. Bu nasil olabilir? Bürokrasiyle, kolluk gücüyle; yani otonomi yönetimi ve polis teskilatiyla. FKÖ, otonomi yönetimi ve kurdugu polis teskilatiyla kendine muhalefeti, dolayisiyla İsrail’e karsi mücadeleyi bastirma rolünü üstlendi. Böylece, Filistin’in kurtulusu için İsrail’e karsi mücadele eden Filistin gerillalari, İsrail adina, Filistin halkini baski altinda alan polis teskilatinin unsurlarina dönüstüler. Öcalan da benzeri bir talepte bulunmustu.İsrail, çok cephede savasan Filistin halkinin siyasi temsilcisi konumunda olan FKÖ’nün yogrulmak için siyasi kivama geldigini gördügü için onunla konusmaktan ve anlasmaktan çekinmedi. Kaybedecegi bir seyin olmadigini, ama kazanacagi çok seyin oldugunu biliyordu. Nitekim Peres, bunu bir kabine toplantisinda söyle dile getiriyordu:“Onlarla (FKÖ kastediliyor. çn.) niçin konusmayalim? Onlarla konusmazsak, Hamas ile konusmak zorunda kaliriz.”V- “Silahli Baris” ve Sonrasiİsrail Basbakani E. Barak 3 Agustos 1999’da İsrail ile Filistin arasindaki “baris”i böyle tanimliyordu. Bu tanimlamanin ne anlama geldigi açik: Filistin otonomi yönetimi, Arafat, FKÖ, İsrail’in belirlemeleri ve çikarlari dogrultusunda hareket ettikleri müddetçe sorun yoktur. Ama İsrail’in çikarlarina ters düsen bir hareket içinde olurlarsa silahlari konustururuz, ezeriz, her yol ve araca basvurarak hizaya getiririz. “Silahli baris” bu. Yani emperyalizmin “havuç ve sopa politikasi”.İsrail’in “silahli baris” anlayisi yeni degil. 1991’de Madrid Konferansi’yla baslayan ve bugüne kadar gelen sürecin diger adi “silahli baris”tir. İsrail, hep tehdit eden taraf olmustur. İsrail, kosullarini, karsisindakini, Arafat’i FKÖ’yü siyasi kisiliksizlestirerek kabul ettirmistir. Arafat, kabul ettikçe, İsrail onun eline bir havuç tutusturmus, kemküm edince sopa göstermistir. Bu oyun Oslo’dan bu yana oynaniyor. Oslo’dan sonra yapilan bütün anlasmalar (Oslo II ve Wye 1 ve 2), ilke açiklamasinin; Washington’da imzalanan anlasmanin gereginin yerine getirilmesi için degil miydi? Filistin halkindan ne isteniyor ki? Anlasmalara uyan Filistin, ama ayni zamanda anlasmalara uyulmasini talep eden de Filistin. Anlasmalara uymayan İsrail. Onun oyunbozanligini kollayan ve yeniden hakli duruma getirmek için ugrasan da Amerikan emperyalizmi. Barak’in formüle ettigi “silahli baris”, Amerikan emperyalizminin Ortadogu “baris”inin İsrail açisindan bir yorumudur.Otonomi dönemi sonuna yaklastikça, yani Oslo anlasmasina göre bagimsiz Filistin devletinin ilan edilecegi gün yaklastikça, İsrail’in oyunbozanligi, anlasmalara uymama, süreyi uzatma; sorunlari sürüncemede birakma taktigi de güçlü bir sekilde uygulandi. Bu taktik Netenyahu döneminde basladi ve onun yerini alan Barak ile sürdürüldü. Öyle ki Filistin-İsrail sorununda bütün dünya, İsrail’in taktigine kosuldu: Arafat, bagimsiz Filistin devletini ilan etmek için destek turuna çikti. Neredeyse gitmedigi ülke kalmadi. Ama her tarafta, su veya bu biçimde, böyle bir adim atma nasihati alarak geri döndü. Bu nasihatin arkasinda Amerikan emperyalizmi vardir. Amerikan emperyalizmi, daha bastan beri, daha 1940’li yillardan beri İsrail-Filistin sorununu İsrail lehine yontuyordu. Bunun böyle oldugunu Arafat’in göremedigini söyleyemeyiz.Ama Arafat ve çevresi, kendini tamamen inkâr edecek derecede degismis, uzlasmaci, teslimiyetçi olmustu. Arafat ve çevresinin, “silahli baris” sürecini devam ettirmekten baska yolu yok. Bunu biliyorlar.Camp David toplantisinda Clinton, Arafat’i zorladiginda söyle der: “Sayin Baskan cenazeme mi katilmak istiyorsunuz?” Tartisma Küdus, sinir sorunlari ve isgal bölgelerindeki Yahudi yerlesim birimlerinin gelecegi, sanki, Oslo’da alinan kararlarin hepsi yerine getirilmis ve çözülemeyen sadece bu üç sorun kalmis ve simdi sira bu üç sorunun çözümüne gelmis! Camp David toplantisi bir provokasyon ve Arafat’i sinama olarak düzenlenmisti. Bu toplantiyi Barak istedi, ABD düzenledi, Arafat katilmak zorunda kaldi. Katilmasa, baristan, sorunlarin barisçil çözümünden kaçan taraf olacakti. Arafat, birçok devlet baskanindan nasihat ve uyarilar alarak Camp David’e gitti.Camp David’de Arafat’tan istenen, yukarida belirttigimiz noktalarda tavizdi. Halledilmesi öncelikli olan, Oslo ve daha sonraki anlasmalarda tanimlanan sorunlar dururken, bu sorunlari gündeme getirmek ve Arafat’a kabul ettirmek için çaba iki anlam tasiyordu: Ya Arafat önerileri reddeder ve bu durumda sonuç alamama sorumlulugunu ona yükleriz ya da kabul eder ve bu durumda da Arafat tam, kusursuz bir isbirlikçidir.Arafat, isbirlikçi olmadigi için degil, delegasyonundan gelen baskidan ve kendi siyasi geleceginden dolayi Camp David’de önüne konan dayatmalari reddetmistir.Camp David zirvesi bir fiyasko olarak sonuçlandi ve fiyaskonun sorumlusu olarak da Arafat gösterildi. Camp David’den sonra baslatilan kampanya üç amaçliydi: a- Camp David fiyaskosunun sorumlusu olarak Arafat’in gösterilmesi, b- Dünya kamuoyunu Clinton, Barak ve Arafat’in katilacagi yeni bir zirve için hazirlamak ve c- bütün sorunlarda Filistin tavrini bulaniklastirarak; anlasilmaz hale getirerek, Arafat’i taviz vermesi için baski altina almak. Bu, Filistin’in hakli davasina karsi İsrail ve ABD’nin iki koldan yürüttügü bir kampanyadir. Amerikan cephesinde bu kampanyanin basini Clinton çekiyor. Zirveden önce, basarisizlik durumunda Arafat’i sorumlu tutmayacagim diyen Clinton, İsrail televizyonunda Arafat’i basarisizligin sorumlusu olarak gösterdi. Arafat’in, tek yanli olarak bagimsiz Filistin devletini ilan etmesi durumunda, “bütün iliskilerimiz soru ***ürür hale gelir ve İsrail’deki Amerikan elçiligini Tel Aviv’den Küdus’e tasiriz” diye tehdit savuran Clinton’dan baskasi degildi. Yeni bir zirve görüsmesinin “son sans” oldugunu açiklayanlar İsrail ve ABD’dir. Bu iki ülke “son sansi”nda fiyasko ile sonuçlanmamasi için Arafat’i “daha çok esneklige” çagiriyor.VI- Emperyalistler Arasi Rekabet ve Filistin-İsrail SorunuDünyanin iki kutuplu, iki süper devletli oldugu dönemde, bir taraftan Amerikan emperyalizmi, diger taraftan da sovyet sosyal emperyalizmi, sorunlu taraflarin yaninda/arkasinda yer alarak ya hegemonyalarini pekistiriyorlar ya da genisletiyorlardi. SB, ulusal bagimsizlik, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden güçlerin ve ülkelerin “dostu” pozunda kendi yeni sömürgeci politikasini uygularken, “özgür” dünyanin jandarmasi olan Amerikan emperyalizmi de kapitalist dünyanin savunuculugunu yapiyordu. Her halükârda her iki süper güç, kendi aralarindaki rekabeti, it dalasini, çogu kez baska toplumsal güçler ve devletler üzerinde sürdürüyorlardi. Bas rakibi SB’nin dagilmasindan sonra Amerikan emperyalizmi, kendisine dünya “baris”ini saglama misyonu vererek harekete geçti. Amerikan emperyalistlerinin 90’li yillarin basindaki bu çikisi, dünyayi yeniden düzenlemek ve 21. yy stratejisine göre hazirlamak isteginden baska bir sey deglidi. Ortadogu “baris”i da bu politikanin bir ifadesidir. Petrol nedeniyle 20. yy’in basindan bu yana önemli olan ve emperyalist ülkelerin rekabetine sahne olan Ortadogu, Amerikan emperyalizminin 21. yy stratejisinin önemli bir ayagidir. Enerji kaynaklarina sahip olmak veya kontrol etmek, hegemonya mücadelesinde önde olmak veya iddiali olmak anlamina geliyor. Diger nedenleri bir yana, Ortadogu, bu özelliginden dolayi Amerikan emperyalizminin mutlaka hakim olmasi gereken bir alandir. Diger emperyalist ülkler de ayni sekilde düsünüyorlar. Rusya, Çin, Japonya bir bütün olarak AB, Ortadogu’nun petrol kaynaklarini ele geçirmek, kontrol etmek, bu nedenle bölgede veya bölge yakininda hazir bulunmak için rekabet ediyorlar. Filistin-İsrail sorununa duyulan ilgi de, Ortadogu’nun petrolden kaynaklanan stratejik öneminden dolayidir.Amerikan emperyalizmi bölgedeki hakimiyetini öngördügü gibi pekistirmek ve rakiplerini bölgeden uzak tutmak için erken davrandi ve İsrail-Filistin sorununun “barisçil” çözümüne yöneldi.Amerikan emperyalizmi bölgedeki üssü olan İsrail’e dayanmakla yetinmiyor, Filistin-İsrail “baris”ini saglayarak hegemonyasinin dayanak noktalarini genisletmeyi amaçliyor. Güya tarafsiz gözüküyor ama “baris”i, İsrail lehine yontarak saglamaya çalisiyor. Amerikan emperyalizminin barisi, gerçek bir baris degil, bir dayatma. O, bunu yapabiliyor. Çünkü -sallantili durumda olan Suriye’yi dikkate almazsak- Irak disindaki diger Arap ülkeleri (Ürdün, Misir, S. Arabistan) Amerikan emperyalizmine bagimli durumdalar. Bu ülkelerin; Ürdün ve Misir’in İsrail ile barisik olmalari ve Arafat ve FKÖ’ye “pax Americana” dogrultusundaki telkinleri etkili oluyor. Arafat da bu ülkeleri dinliyor. Çünkü onlar olmaksizin Arafat’in dünya ve Arap dünyasinda kamuoyu olusturmasi ve maddi destek saglamasi imkansizlasiyor.Camp David fiyaskosundan sonra, daha dogrusu Saron’un provokasyonundan sonra gelisen Filistin-İsrail çatismalarini durdurmak için emperyalist ülkelerin, Arap ülkelerinin, İsrail ve Filistin’in tavri, bölgede keskinlesen rekabeti ve iplerin kimin elinde oldugunu oldukça açik bir sekilde göstermistir. Çatismalar baslayinca bölgeye önce bir Amerikan disisleri sorumlusu geldi, arkasindan disisleri bakani geldi. Amaç, yeni bir zirve için zemin yoklamasiydi. Bu arada Rusya Disisleri Bakani, AB disisleri sorumlusu (Solano), Fransa ve baska ülkelerden -Türkiye’den de- sorumlular bölgeye üsüstüler. En son Alman Basbakani gitti. Ama Amerika’nin dedigi oldu. Arafat, özellikle Misir’in ve dolayli olarak Türkiye’nin telkiniyle Amerikan emperyalizminin çizgisi dogrultusunda hareket etti. Sarm El Seyh zirvesinden sonuç alinamadi, ama bugün anlasiliyor ki o zirve yeni bir ABD-Filistin-İsrail zirvesi için ortam hazirlamaya hizmet etti. Diger emperyalist devletler, adeta birden bire sahneden çekildiler, meydan ABD’ye kaldi. Amerikan emperyalizmi inisiyatifini kullandi, Barak ve Arafat’i Washington’a çagirdi. Her ikisi de bu çagriyi kabul etti.Ne yapacaklar? Yeniden görüsmenin kosullarinin olusturulmasina paralel olarak çatismalar kontrol altina alinacak veya çatismalarin kontrollü sürdürülmesine; siddetin sinirli tutulmasina özen gösterilecek. Zaten bu daha simdiden yapiliyor. Çatismalar, taraflarin açiklamalarina paralel olarak sertlesiyor veya gevsiyor. Taraflar, Amerikan emperyalizminin patronlugunda yeniden bir araya getirilecekler. Bugüne kadar konusulmus olan konular bir daha konusulacak, alinmis olan kararlar uygulanma umuduyla bir daha alinacak. Her halükârda Amerikan emperyalizmi, inisiyatifi elinde tutacak, diger emperyalist ülkeleri sorundan uzak tutmaya çalisacak. İsrail’de olasi hükümet sorunu, ABD’de baskanlik seçimi, Arafat’in konumunu yeniden saglama almasi, süreci sadece zamansal bakimdan uzatabilir. Sarm el Seyh zirvesinden ve arkasindan düzenlenen Arap ülkeleri zirvesinden çikan sonuçlar, durumu idare etmenin ötesinde bir anlam tasimiyor. Dag fare dogurdu ve bir dizi laf salatasi. Bu toplantilara katilan taraflar, Filistin’in kaynadigini, tepkinin, tansiyonun kontrollü olarak düsürülmesi ötesinde yapilacak bir seyin olmadigini gördüler.-FKÖ ve Arafat’in Rolü1993’te Oslo’da uzlasmanin ve teslimiyetin resmen basladigini görüyoruz. Emperyalizm ve siyonizm açisindan önemli olan, sadece Arafat ve FKÖ’nün teslimiyeti degildi. Önemli olan, Filistin halkinin; Filistin ulusal kurtulusçu iradesinin kirilmasi, bagimsizlik için mücadele eden yiginlarin reformizmin kuyruguna takilarak emperyalizme ve siyonizme hizmet eder hale getirilmesiydi. Arafat’tan istenen buydu ve o, bu teslimiyeti Filistin halkina kabul ettirmek için çok çaba harcadi. Filistin cephesindeki zorluklarin karakter ve çapini çok iyi bilen İsrail ve ABD, bu durumu, anlasmalara uymayarak, alinan karalarin uygulanmasini savsaklayarak kullandilar ve kullaniyorlar.Amerikan emperyalizmi ve İsrail açisindan, mücadele anlayisi degismis, reformistlesmis, emperyalizme teslim olmus, emperyalist “baris”a bel baglamis Arafat, “en iyi” Arafat’ti. Baslangici çok öncelerde görülse de 1991 Madrid Konferansi’ndan sonra Arafat, inisiyatifi emperyalizme teslim etmis, etkin degil edilgen olmus ve sürüklenmistir. Ama kabul etmek gerekir ki Arafat, ayni zamanda, her dönem gürlemis, esmis, asarim, keserim demistir. Ne var ki, hiçbir zaman da sözünün eri olmamistir. Bu türden açiklamalar, Arafat’in retorik açiklamalaridir. Arafat, genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin, Arap gericiliginin (Misir) ve son dönemlerde de Türkiye’nin telkinleri sonucunda İsrail ile masaya oturmustur.Son on yilin Arafat’i, sürekli uzlasan, taviz veren, Filistin davasini Amerikan emperyalizminin çikarlarina peskes çeken, gerçek barisi; Filistin ulusal kurtulusunu/bagimsizligini “pax Americana” ugruna feda eden Arafat’tir. İsrail ve ABD, baris adina Arafat’i oyaliyorlar, aldatiyorlar, oynatiyorlar ve kendi kosullarini dayatiyorlar.Son bir sene içinde Arafat’in çizdigi zikzaklar bunu gösteriyor.Eylül 1999’da Arafat ve Barak, Sarm El Seyh’te görüsürler. Baris anlasmasi için son tarihin 13 Eylül 2000 olmasi konusunda anlasirlar.İsrail’in, verdigi sözü tutmaya yanasmadigini gören Arafat, Eylül’de bagimsiz Filistin devletinin kurulacagini ilan edecegini açikladi ve uluslararasi destek almak için, basta Arap ve AB devletleri olmak üzere görüsme turlarina basladi. Türkiye, İran ve Rusya da dahil bir dizi devlet ve hükümet baskanlariyla görüstü, ama bu görüsmelerde Arafat umdugunu bulamadi. Hiçbir devlet ve hükümet baskani, ‘devletin kuruldugunu açikla, seni destekleriz’ demedi. Arafat’in, özellikle Arap zirvesi ve bu zirvede Filistin devletinin kurulmasi için ve Kudüs sorununda destek umudu, Arap ülkeleri tarafindan kabul görmedi. Öyle ki, Misir devlet baskani Mübarek, “devlet kurma ilaninin ertelenmesini düsünüyorum” açiklamasini yapti. ABD-AB, ABD-Rusya çeliskilerinden yararlanmak için kapisini çaldigi bir kisim AB devletleri ve Rusya da Arafat’in önerisini geri çevirdiler. Arafat, her gittigi yerde “tek tarafli devlet ilanindan sakin” tavsiyesini aldi. Amerikan emperyalizminin ipleri siki bir sekilde elinde tuttugu bir alanda; iliskiler yumaginda Arafat’in bu girisimiyle söz sahibi olunamayacagini bilen emperyalist ülkeler, basta da AB ve Rusya, onun niyetine mesafeli yaklastilar.Bundan sonra ne olabilir? Dönem dönem intifadadan bahsedilmesi, bir zamanlarin dogru mücadele biçimlerine dönülebileceginin dillendirilmesi, Filistin halkinin dinamik güçlerini aldatmaktan öte bir anlam tasimiyor. Antiemperyalist, antisiyonist mücadeleden vazgeçen, gerçekten bagimsiz Filistin mücadelesini rafa kaldiran ve sorunun çözümünü emperyalizme, somutta da Amerikan emperyalizmine havale eden bir anlayisin devrimci bir özü olamaz. Amerikan baris anlayisi ve hegemonyasini kabul eden ne devrimci olabilir ne de devrimci güçleri harekete geçirebilir. Bu anlamda Arafat ve FKÖ önderligi, devrimci özünü ve konumunu kaybetmis, reformist çizgisiyle, emperyalizmle uzlasmaciligin bir temsilcisi ve simgesi durumuna gelmistir. Emperyalizm ve basta da Amerikan emperyalizmi, Arafat’in tehlikeli olamayacagini, teslim alinmis ve dayatilan kosullar çerçevesinde kalmaya mahkûm edilmis bir simge oldugunu biliyor. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, onun tehditvari çikislarina aldirmiyor. Emperyalizmi korkutan, sorunun sürüncemede kalmasindan dolayi Filistin halkinin kendi içinde yeni dinamik, devrimci güçler çikartabilecegidir. Emperyalistleri korkutan bu olasiliktir. Emperyalizm, “baris” adina teslim aldigi ve reformizmin batakligina gömdügü güçleri eritiyor, tamamen usak yapiyor. Latin Amerika’da birçok ulusal kurtulus örgütü de ayni yolun yolcusu olmuslardir. Mücadele edilen güçlere; devlete ve emperyalizme teslim olduktan sonra, teslim eden, usaklasan, yenilgiyi kabul eden anlayisin yeniden devrimcilesecegi beklenemez. Otonomi bazinda devletsel kurumlasan, polis olan, memurlasan Filistinli eski gerillalarin yeniden silaha sarilacagini düsünmek ne derece dogruysa, silahlarini teslim eden Hondurasli gerillalarin yeniden silaha sarilacaklarini düsünmek de o derece dogrudur. Filistinliler bu durumda olan baska halklar, eski önderlerin teslimiyetini anladikça, onlardan umutlarini kesecekler ve artik onlarin kaderiyle ilgilenmeyecekler. Böyle bir süreç, devrimci mücadelenin yeniden basladigi süreçtir. Bagimsiz Filistin’in önündeki engel sadece emperyalizm ve İsrail degildir. Bu güçlere, yani düsmana teslim olan Arafat gerçekten bagimsiz Filistin’in önündeki engel durumundalar. Bu engellerin asilmasi, antiemperyalist, devrimci mücadelenin gelismesi anlamina gelir.Emperyalizme teslimiyet, teslim olanlari iddiasizlastiriyor, kisiliksizlestiriyor, yalpalatiyor. Teslim olanlar hep böyle bir çizgi izlemislerdir. Onlarin siyasi yönelimleri gerçekten bir siyasi egitim konusudur.Filistin kayniyorYillardan beri süre gelen görüsmeler; Oslo anlasmasi ve onu takip eden görüsmeler, alinan kararlar, anlasmanin uygulanmasi için yapilan yeni anlasmalar, verilen sözlerin İsrail tarafindan yerine getirilmemesi ve son olarak Camp David fiyaskosu, baski sonucunda Filistin devletinin kurulusunun açiklanmasinin ertelenmesi, isgal kosullari, issizlik vb. Filistin’i barut fiçisina dönüstürmüstü. İsrail’e duyulan kin ve nefret, Filistin Otonomi yönetiminin tavizkâr tavri, yönetme yeteneksizligi, kol gezen yolsuzluklar, tepkinin tuzu biberi olmustu. Sadece bir kivilcim, sadece yerinde ve zamaninda bir provokasyon, bu barut fiçisini ateslemeye yetecekti. A.Saron, nam-i diger “Beyrut kasabi”, bu provokatörlügü üstlendi. “Harem-i Serif”i ziyaret ederek, Filistin halkini açikça çatismaya davet etti. “Harem-i Serif” ziyareti bir provokasyondu.Yasami boyunca Sinagog ziyaret ettigi pek bilinmeyen Saron’un Müslümanlar için kutsal bir yeri ziyaret etmesi, baris degil, çatisma istemek anlamina geliyordu.Çatismalarin seyri, Filistin Otonomi idaresinin inisiyatifi elinden kaçirdigini da göstermektedir.Olaylarin kendini astigini anlayan Arafat, kurtulusu ileriye firlamakta gördü. Halkina, savasçilara geri çekilin çagrisi yapacak durumda degil. Bunu yaparsa, bir taraftan lanetlenecegini, diger taraftan da muhalifleri tarafindan etkisiz hale getirilecegini biliyor. Filistin halkini, Oslo görüsmelerinden bu yana vaatlerle yönlendiren Arafat, patlayan öfkenin, kendine ve yönetimine de yönelen kin ve nefretin altinda kalmamak ve siyasi varligini sürdürmek için çocuk generallerini, intifadayi hatirladi.Filistin halki, tahammülünün kalmadigini son intifadasiyla gösterdi. Bu son intifada sadece İsrail’e karsi degil. Bu intifada, Arafat ve Otonomi idaresini de hedef aliyor. Bu çatismalar, Filistin halkinda mücadele ruhunun ölmedigini, direnme ve savasma iradesinin kirilmadigini da göstermektedir. Arafat’in İsrail’e ve emperyalizme teslimiyet politikasi, Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizmine havale etme anlayisi, Filistin halki üzerinde pek etki yapmamis. Filistin halki, Otonomi yönetimine açik mesaj veriyor: Bir yere kadar dinleriz, ama ondan sonra bildigimizi yapariz. Bu halkin bildigi ve siyonizm ve emperyalizmin anladigi dil, dise dis mücadele. Filistin halki, bu mücadele gelenegini ve yetenegini kaybetmedigini gösteriyor.Sonuç itibariyla;İç politik ve siyasi gelecek kaygisi nedeniyle hem Barak (İsrail), hem de Arafat (Filistin) kaniksanan çatismalarin devamindan yanalar. “Baris” masasina oturmamak, taviz vermemek, radikal görünmek revaçta.İsrail’de hükümet sorununun çözülmesi saglanmadan, İsrail’in Filistinlilere saldirisini hiçbir güç durduramaz.Arafat, Filistin direnisini tamamen eline geçirip, tartismasiz önderligini halkina, muhaliflerine, dünyaya ve Arap dünyasina bir daha kabul ettirene kadar intifadayi devam ettirecektir.Arafat ve Barak’in birbirlerine atiflarda bulunmalari, suçlamalari konjonktüre tekabül eden retorik açiklamalardan öte bir anlam tasimiyor. Her ikisi de siyasi durumlarini biliyor ve konumlarini güçlendirmek için çaba harciyorlar. Durumun böyle oldugunu ABD, AB ve Arap ülkeleri de biliyor.İç politikada taslar yerine oturunca, kirk yillik dost gibi el sikisip İsrail-Filistin “baris”ina Amerikan emperyalizminin patronlugunda, kalinan yerden devam edileceginden süphe duyulmamalidir. Bu süreç basladi bile.Bir taraftan emperyalizme teslimiyetin Filistin davasini getirdigi nokta, bunun sorumlusu olarak Arafat ve FKÖ, diger taraftan “yasasin Filistin ayaklanmasi” siariyla emperyalist “baris görüsmeleri”ne son verilmesini talep eden ve Filistin’i yeniden intifadalastiran Filistin halki ve gençligi. Aradaki fark, yeteri kadar açik degil mi?

(Kaynak:TEORİDE POĞRULTU)
 

serdar9090

Yeni üye
4 Ocak 2009
34
0
Genel Bilgi

Genel Bilgi


Önemli şehirleri:

Kudüs (Nüfusu: 550.000), Yafa, Hayfa, Gazze, Nablus, Eriha, Akka.

Yüzölçümü: 28.220 km2

Nüfusu: 7.220.000 (1993 tahmini). Nüfusun % 87'si şehirlerde yaşamaktadır.

Km2 başına düşen insan sayısı: 255.8

Nüfus artış hızı: % 3.7

Etnik yapı: 1948'de işgal edilmiş olan topraklarda yaşayanların % 79'u yahudi, % 21'i Filistinlidir. 1967'de işgal edilmiş olan Batı Yaka'da ise nüfusun % 91'ini Filistinliler, % 9'unu yahudiler oluşturur. Filistinlilerin tamamına yakını Araptır, az sayıda Çerkez vardır.

Dil: Yahudiler İbranice, Filistinliler Arapça konuşur.

Din: 1948'de işgal edilmiş topraklarda yaşayanların % 79'u yahudi, % 5'i hıristiyan, % 16'sı Müslümandır. 1967'de işgal edilmiş olan Doğu Kudüs ve Batı Yaka bölgelerinde ise nüfusun % 76'sı Müslüman, % 17.5'i yahudi, yaklaşık % 5.5'i hıristiyan, kalanı da diğer dinlere mensuptur. Müslümanların geneli sünni ve şafiidir.

Coğrafi durumu: Ortadoğu bölgesinde bulunan Filistin toprakları güneyden Lübnan, güneydoğudan Suriye, doğudan Ürdün, kuzeyden Kızıldeniz, kuzeybatıdan Mısır, batıdan Akdeniz ile çevrilidir. En önemli akarsuları Şeria Nehri olarak da adlandırılan Ürdün Nehri'yle Yermük Nehri'dir. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarıyla Ürdün toprakları arasında sınır oluşturan Ürdün ırmağının doğusu Doğu Yaka, batısı Batı Yaka olarak adlandırılır. Her iki yaka da tarıma elverişli düzlüklerden oluşmaktadır. Ürdün Irmağı batısı işgal altında, doğusu Ürdün'ün elinde olan Lut gölüne akar. Ölü Deniz olarak da adlandırılan Lut gölü tuz ve fosfat bakımından zengindir.

Yönetim şekli: Bugünkü Filistin topraklarının üzerindeki yönetim bir siyonist işgal yönetimidir. Gazze ve Batı Yaka'da kurdurulan özerk yönetimise işgal yönetimine bağlı bir yerel yönetim niteliğindedir. Bu yönetim dış işlerinde tamamen işgal yönetimine bağlıdır. Emniyet güçlerini sadece Filistinlilere karşı kullanma hakkına sahiptir. Bu bölgede oturan yahudi yerleşimcilere karşı özerk yönetime bağlı emniyet güçlerinin kullanılmaması özerklik anlaşmasında şarta bağlanmıştır…
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.