Kıyamet Sembolleri Ve Alametleri !

'Black-King

Yaşayan Forum Efsanesi
30 Tem 2012
10,353
340
İstanbul
sembol-resim-karisik.jpg

Her Devrin Kendine Has Bir Tesir
Mekanizması Vardır

Bilgi her devirde, insanlığa çeşitli şekillerde verilmeye çalışılmıştır. Ancak, insanların tekamül seviyeleri icabı, sembollerden uzak açık bilgi henüz verilmemiştir. İnsanların uyanışa kavuşabilmeleri için gereken bilginin kaynağı RİM'dir (Ruhsal İdare Mekanizması). Burada dikkat edilmesi gereken husus, her devrin kendine has tesir mekanizmasıyla yani devreler içerisindeki icaplarla, tabiatla, kozmik faaliyetler arasındaki münasebetin sonucunda ortaya çıkan zaruretlerin farklı olduğudur. Örneğin, Dünya planetinin 5000 sene önceki örtü yapısı, insanların genetik yapısı, Dünya planetinin kozmik seyyale içerisinde bulunduğu pozisyon ve bu pozisyonla ilgili diğer kürelerin karşılıklı durumlarıyla, dördüncü bin senedeki ya da birinci bin senedeki durumlar daima birbirinden farklıdır. Hatta öyle farklıdır ki, buralarda zamanın akışı bile değişiktir. Tesirler değişiktir.
İnsanlar fizik bedenleri aracılığıyla çevrelerini, çevrelerinin de aracılığıyla dış çevrelerini tanımak zorunda dırlar. Eğer dışarılarda değişiklikler oluyorsa, içeridekilerde muhakkak bir değişim gerçekleşmiş demektir. Dolayısıyla, bütün bu değişimlerin zorunlu bir sonucu olarak, insana lazım olan metot ve bilginin şekli ve usulü de değişmiştir.
En eski Mısır dininden, Atlantis ve Mu dinlerinden günümüze kadar uzanan bütün metodoloji, insanların içinde bulundukları devrenin icap ve zaruretlerine uygun olarak tanzim edilmiştir. Devrimizin insanı Mu, Atlantis, Mısır veya Yunan dinlerinin ya da Tevrat'ın ve İncil'in vermiş olduğu metodolojiyle tekamül edemez. Tekamül eder ama zaman bakımından kayıpları da çok büyük olur.

Büyük Zaman Akışı

İçinde bulunduğumuz devrede büyük bir zaman akışıyla karşı karşıyayız. Olaylarda büyük bir hızlanma vardır. Adeta kaçan zamanı kovalamak, ona yetişmek, onunla beraber gitmek zorunda kalıyoruz. Hızla akan zaman içinde karşımıza çıkan birçok olayı takip etmekte, onlarla gereken alakayı kurmakta ve bu alakadan çıkacak olan birtakım yararları kendimize mal etmekte zorluk çekiyoruz. Önümüzden hızla geçen olayları anında yakalayamıyoruz ve çoğunu sonradan düşünmek zorunda kalıyoruz.

Tabiri caizse, gözün, on altı saniyelik bir müddet içinde uyum yapabileceği kareler yok artık. Hangisine konsantre olmak, nerede, neyi yakalamak gerektiği hususu çok büyük bir uyanıklık istemeye başladı. Birbirlerine benzer ya da farklı olmak üzere, üst üste cereyan eden olaylarla, durmadan tesir ve bilgi birikimi olmaktadır. O halde, şimdi verilecek olan metodun bu hıza uygun olması gerekmektedir. Uzun zaman harcayarak kendi uyanışını hazırlayabilecek hiçbir kimse mevcut değildir ve hiç kimse bunu yapamaz çünkü zaman yoktur. Zaman artık bizim içimizde değil; dışımıza taştı. Ve biz, kendi dışımızda bir obje gibi giden zamanı yakalamak, kendimizi onun çekmesine bırakmak zorundayız.

O halde uyanışın getirdiği bir nitelik sonucu, yük bilgileri safra kabul edip atmak gerekir. Bir balon bütün ağırlıklarıyla nasıl yükselemezse, insan da biriktirmiş olduğu her şeyi değerli buluyorsa ve realitesinin nereye kadar hükmedip, nerede bittiğini anlayamıyorsa, yükselemez. Bu durumda hayat, belli bir seviyede gezinti yapmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Öyleyse, her türlü maddi ve manevi fazlalıkları bünyemizin dışına atabilme gücünü göstermek zorundayız. Bu fazlalıkları maddi ve manevi bünyemizden bilerek, anlayarak ve isteyerek atmanın çok büyük faydaları vardır. Aksi halde zamanın hızlı geçişi, tesir basıncının artışı demektir ve biz fazlalıklarımızı kendiliğimizden atmazsak, zaten attırırlar.
Kaba bir örnek verelim: Bir motor, belli bir gerilim altında, dakikada bin devir yapsın ve bu hıza uygun bazı cihazlarımızı çalıştırsın. Ama elimizde olmadan gerilim yükselse ve devir sayısı giderek artsa, 1000 iken 1500 ya da 2000 devire yükselse, bu motora bağlı cihazlarımız belki bir müddet dayanır ama sonra bozulur. Benzer şekilde, içinde bulunduğumuz devrede tesir basıncı arttığı için manevi cihazlarımızı geliştirmek, modernize etmek zorundayız. Diğer bir tabirle, fazla yük olarak kabul ettiğimiz bilgileri yenileriyle değiştirmek zarureti vardır. Bunun için de her fikre, her bilgiye büyük bir dikkatle bakmak, ondan bize gelecek olan etkiyi yani bilgi akışını almak gibi bir inceliği, ince bir uyanıklığı, bir rikkat halini kendimizde geliştirmekte büyük fayda vardır. Demek oluyor ki, yeni manevi cihazlara yani bir takım bilgilere, anlayışlara ihtiyacımız vardır çünkü gidiş, bu gidiştir.

Tesirin Seviyesi ve Yayılma Oranı

Büyük çabalarla elde edilen ve doğruluğuna kesin kanaat getirilen bir bilginin birçok kişi tarafından kabul görmemesi, o bilginin kıymetsizliğini göstermez. Eğer her şeyi, içinde bulunduğumuz şu karmaşık dünyanın değerleriyle ele alırsak, diyelim elli milyon kişiden yüz kişinin birtakım hususi bilgilerle donatılmış olmasının hiçbir kıymeti yokmuş gibi gözükür. Halbuki mesele öyle değildir. Bir yasa vardır: Bir tesir ne kadar kabalaşırsa yani kalitesi düşer, titreşimleri azalırsa o derecede yaygın hale gelir.

Bir fikir, bir bilgi çok yayılıp da herkes tarafından bilinir hale gelmişse, o bilginin taşıdığı tesir kabalaşmıştır; o artık bizim için gerekli olan enerjiyi taşımıyor demektir. Bunun aksine olmak üzere, bir tesir ne kadar yüksek seviyeli, vibrasyon bakımından ne kadar hızlı bir karaktere sahipse, o tesirin yayılma oram o derecede düşüktür.
Uygarlık tarihi içerisindeki fikir' akımları, felsefi görüşler ve inisiyatik çalışmalar incelenirse, yüksek tesir taşıyan bilgilerin halkın çok az bir bölümüne ulaştığı görülür. Fakat zamanla bilgi, onu alan varlıkların bir arı peteği gibi çoğalmaları oranında yayılma göstermiştir. Yayıldıkça da imanla ve inançla ilgili temel bilgiler daha geniş çevreye ulaşmış ancak anlam kaybolmuştur. Yani sadece kelimeler, sözler ya da kalıplar ulaşmış ve gerçek anlam yine az sayıda insanın elinde kalmıştır.

Bir örnek verelim: Bir insanın, manevi bünyesinin nerelerden beslendiğini merak ederek çeşitli kutsal kitapları incelediğini düşünelim. Acaba kutsal kitaplarda ifade edilmiş olan bilgiler ne dereceye kadar anlaşılmıştır? Eğer o kişi, kelimelerin taşıdığı anlamları birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü seviyeden anlamak isterse, bunları gazete sütunlarından ya da basılmış olan binlerce kitaptan öğrenemez. Orada öğrenilenler, ancak herkesin öğrenmesi gereken, belli bir kıymet ve titreşim içeren anlamlar taşırlar.
O halde her insan, kendisi için özel bir eğitim şekli yaratmak zorundadır. Ancak bu şartla yani dar ama çok güçlü bir tesir altında kaldığı müddetçe kendi bilgisini artırabilir. Ve insan, bu yolla öğrendiklerini başkalarına olduğu gibi aktarmaktan aciz kalır. Bilgiyi ancak sulandırarak ve çeşitli şekiller vererek ifade edebilirsiniz. Örneğin, inci tanesi çeşitli zarflara sarıla sarıla gerçeği ifade edemez hale gelir ama yine de bir kıymet taşır. Bu, İlahi Nizam'ın bütün varlık sisteminde kullandığı bir metottur.
İster sembolik anlatılsın, ister dolaylı anlatılsın, ister mecaz kullanılsın bir şeyi doğrudan doğruya anlatabilmek, bir şeyin hakiki hüviyetini yani gerçekliğini doğrudan doğruya anlayabilmek ve kavrayabilmek kolay iş değildir. Ve bu bir eksiklik de değildir. Anlayış, gelen bir tesirin oktavına yavaş yavaş girmekle olur. İşin doğrusunu Yukarısı bilir.

Büyük ve Küçük Kıyamet

İnsanın yani şuurlu olan bir varlığın özelliği, onun genel bir kıyamet sürecine bağlı olmadan kendi kıyametini yaratması ve o kıyameti yaşama ayrıcalığıdır. Bu ayrıcalık insana verilmiştir. Şuur uyanıklığı insanın kıyametidir. Kıyam etmek, insanın uyanmakta olduğu realitesinden doğrulup, daha üst bir realitenin havasına girmesi, o ışığı alması, o tesirin içerisine yükselmesidir.

Kıyamet sembollerini insan açısından ele alırsak, bunun, dünyanın yakın bir gelecekte uğrayacağı değişiklikler ve fizik dağılmayla alakası yoktur. O halde kutsal kitaplarda bu söz neden yer almaktadır? Çünkü bütün bu değişiklikler bizzat insanın kendi bünyesinde olacak değişikliklerdir ve duyular yoluyla bilgi elde edebilecek bir seviyede bulunan insanın anlayışına uygun olsun diye o şekilde söylenmiştir. Bir insanın değişimi, fiziki değişikliklere benzetme yoluyla anlatılmıştır. Eskiler, biri dünyanın kendisine ait "büyük kıyamet", diğeri de insana ait "küçük kıyamet" olmak üzere iki türlü kıyamet kabul ederler ve asıl kıyamet küçük kıyamettir. Büyük kıyamet ikinci, üçüncü derecede önemlidir ve küçük kıyamete hizmet eder.

Yani sonunda, ilahi bir senkronizasyonla, dünyanın kıyametiyle insanların toplu olarak şuurlanması biraraya getirilir.
Bütün okült bilgilerde, eskilerin "ilm-i gayb" ya da "ilm-i ledün" dedikleri manevi bilgilerde bir prensip vardır: "Aşağısı Yukarıya benzer." Yani yeryüzünde ne olmaktaysa, onun yukarısında da o olmaktadır. Ya da insanda ne oluyorsa, onun üstünde de öyle olmaktadır. Her alemin ve her alemdeki sistemlerin ayrı ayrı, kendilerine özgü kıyametleri vardır. Ve okült prensibe göre, her ferde özgü bir kıyamet söz konusu olacaktır.
Kıyamet insanın içindedir. İnsan bu halin dışına kaçamaz ve bundan kurtulamaz. Küçük kıyametler yani ferdi kıyametler ya da şuurlanmalar büyük olanı hazırlar. Bu durum, bütünle parça arasındaki münasebet gibidir. Parçalar biraraya gelince bütünü oluştururlar. Bütünü meydana getirebilmeleri için, bütünden bir şeylerin parçalarda bulunması gerekir. Aksi takdirde parçalar bütünü meydana getiremezler ve ayrı ayrı şeyler olurlar. Demek ki, küçük kıyamette olan, büyük kıyamette olacak olan gibidir. Yani büyük kıyamet için verilmiş olan sembolleri ve benzetmeleri küçük kıyamete uygularsak mesele kolaylaşmış olur. Büyük kıyamet için yapılmış tasvirleri, "Aşağıdaki Yukarıdakine benzer" kuralına göre, insanın küçük kıyametine uygulamak gerekir.

Kutsal kitaplarda ve özellikle daha anlaşılır olmak üzere Kuran'da yer alan bu manevi kıyamet belirtilerinden bir tanesi, hiyerarşinin bozulmasıdır.

Bir Kıyamet Belirtisi: Hiyerarşinin Bozulması

Hiyerarşi, güce sahip olmak bakımından bir derecelenme, basamaklanma, sıralanmadır; adeta bir piramidin tabanından tepesine doğru bir dizilme, bir yükselmedir. Bu astlık ve üstlük derecesi, halk deyimi olarak, "El elden üstündür, Arşı Ala'ya kadar," tarzında ifade edilir. Yani "Bir el kendi altındaki ele hakimdir. O da kendi üstündeki elin hakimiyeti altındadır. Ve bu böylece, en yüksek hükmün verildiği yere kadar çıkar," deniyor.
İşte, kıyamet belirtilerinden biri, bu mertebeler silsilesinin bozulmasıdır. Ve bunu hayatın her alanına yayabiliriz. Hiyerarşinin bozulması, başların göreceği işleri ayaklara, ayakların göreceği işleri de başlara gördürmektir. Ya da böyle bir halin zuhur etmesidir. Sıralamanın yetkinlik ve liyakat sistemine göre değil de, maddi kudretin dağılışına göre meydana gelmesi hiyerarşik bozulma demektir. Bu, içinde bulunduğumuz devrede hemen her sahada, bazen gizli de olsa hükmünü sürdürmektedir. Örneğin, maddi olanakları çok gelişmiş olanların tahsil görme şanslarının daha fazla olduğu bir gerçektir. Bu sahada bile, maddi kudretin dağılışına göre bir sıralanma söz konusudur. Buna karşılık, yetkinlik ve liyakat sistemine göre bir sıralanma yoktur. Bu, son devirlerin kıyamet alametlerinden biridir.

Aslında en ulu otorite İlahi Otorite'dir. Ve bu, kendini insanda vicdan olarak gösterir. Hiyerarşinin bozulması sırasında nefs vicdanın, cahillik bilginin, hissilik de makul olanın yerini alır. Eski tabirle, "Cariye mürebbini doğurmuştur." Halbuki cariye, mürebbine hizmet etmelidir. Burada tamamen tersi söz konusudur. İnsan varlığı kendi kendinin mürebbi yani kendi kendinin Rab'bi oldu; kendi kendine tapar oldu. Oysa İlahi Otorite'ye bağlanması gerekirdi. Kısacası putperestlik genel bir yaşam şekline dönmüştür. Gerçek hiyerarşide gerçek otorite, İlahi Kudret'tir. Bu Kudreti biz ancak Allah inancı olarak anlayabiliyoruz. İnsanların bir kısmında bu, iman olarak değil, inanç olarak mevcuttur. Geri kalanında bu da yoktur çünkü insanların en çok itaat ettikleri otorite nefisleridir, hissi tatminleridir; insanlar bunlara inanıyor ve bunlara tapıyor. Dolayısıyla İlahi Kudretle, Rab'leriyle ilişkileri yoktur. Her şey sadece dildedir.
Demek ki, hiyerarşinin bozulması, en ulu otorite olan İlahi Otorite'nin ortadan kalkması ve insan varlığının kendi kendinin mürebbi olmasıdır. Bu, insanın "Ben kendimi terbiye ederim, kendi başıma tekamül ederim, mükemmelliğe kendi başıma ulaşırım," demesidir. Güvenilen araç olarak da bilim kabul edilmektedir. Çağımız insanının, kendini bilimle yönettiğini ve tekamül ettiğini iddia etmesi, hiyerarşinin bozulması demektir. İnsanların kendi kendinin mürebbi olması, putperestlik anlamına gelmekte, şuursuz ya da uykuda olan bir nesili tarif etmektedir. Bunlar, maddi olmayan her değeri insanuydurması zannederler. Ve hiyerarşinin böylece bozulması, manevi belirtilerin başlıcası ve en yaygın olanıdır.

Bununla beraber, bazı kımıldanmalar olmuyor değil. Yani "İki buçuk asırdır tecrübe yapıyoruz ama insan kendinin Rab'bi olamıyor. Bir yerde karşımıza bizi aşan bir şeyler çıkıyor. Bu nedir?" diye soruluyor. Böyle bir durum da mevcuttur.
İnsan Yukarıyla olan ilişkisini kaybettiği zaman; onun adına duyan kulak, gören göz, yürüyen ayak olma niteliğini de kaybetmiş olur. Bu, "Ben kendim için duyarım, kendim için görürüm, kendim için yürürüm; ben kendimin Rab'biyim," anlamına gelir. Bu tavırla insan, "firavunluk" yapmaktadır. İnsanın İlahi Otoriteyi tanımama ve kendinin Rab'bi olma sevdası, Kuranda sürekli olarak "firavun" sembolüyle ifade edilmiştir. Firavun denilince akla Ramses gelmemelidir. Onlar devirlerini tamamlamış olan ve belki de bizden daha akıllı insanlardı çünkü onların kozmik ilişkileri bizimkinden çok daha fazlaydı ve İlahi Kudret'i, İlahi Otoriteyi gayet iyi biliyorlardı. Onun için her işlerinde dini motifler işlenmişti ve en iyi şekilde yetişmişlerdi.

Dört Kıyamet Sembolü

Kuran'da kıyametle ilgili dört sembol verilmiştir. Bu dört büyük sembol, genel bir fiziki çöküntüyü açıklayacak şekilde halka mal olmuştur.

Yecüc ve Mecüc, Dabbetül Arz, Deccal, Mehdi ve güneşin battığı yerden doğması Demek ki, Kuran bazen açık, çoğu kez de gayet kapalı olarak teşbihlerle, içinde çok gizli manaları olan sembollerle tertip edilmiş ayetlerinde, genellikle bu dört esasla, kıyametin nasıl meydana geldiğini, kıyametin ne anlama geldiğini ve sırayla neler olacağını ya da olmakta olduğunu bize ifade etmektedir.

Şimdi bu sembolleri biraz daha ayrıntılı olarak gözden geçirelim.

Nefsani Azgınlığın Sembolü: Yecüc ve Mecüc

Yecüc ve Mecüc'ün harfiyen ne anlama geldiği çözülemiyor. Kelime olarak kesin bir manası yoktur ve yakıştırıldığı gibi, cüce ırk anlamına da gelmez; bu tamamen yanlış bir anlayıştır. Türkçedeki çarpık çurpuk, eğri büğrü anlamında kullanılan eciş bücüş sözcüğü de, Yecüc ve Mecüc'den gelmiştir. İlkel ve materyalist yaklaşımla Yecüc ve Mecüc kelimeleri biçimsiz, küçük ve garip yaratıkların dünyayı saracağı şeklinde yorumlanmıştır. Denir ki: Kıyamet zamanı, Yecüc ve Mecüc denilen yaratıklar dünyayı kaplar, yeryüzünün yemişlerini yer, denizlerini kurutur ve yeryüzünü kasıp kavurur. Yani garip, ufak tefek adamlar peydah olup yeryüzünü olduğu gibi kaplıyorlar, oranın yemişlerini yiyip, bütün denizlerin suyunu içiyorlar. Halbuki eciş bücüş bir adam bunu yapamaz, değil mi? Ufak tefek adam ne denizleri kurutabilir ne de yemişleri bitirebilir. Sözle anlam arasında ne kadar büyük fark olduğu açıkça görülmektedir. Yecüc ve Mecüc sembolünün böyle masalımlı tasvirlerle hiçbir ilgisi yoktur.
Maddesel olanın dışında bir tasavvura sahip olmayan bazı yorumcularsa, Yecüc ve Mecüc olsa olsa nüfusu bir milyarı aşan ufak tefek Çinliler olabilir ve dünyayı olsa olsa bunlar istila ederler şeklinde, tamamen şekli ve asılsız açıklamalarda bulunmuşlardır.

Şimdi, bu Yecüc ve Mecüc sözünün insana göre durumunu kısaca gözden geçirelim, insanlar, uyku devresinden genel uyanmaya geçmeden önce menfi imajinasyon ve menfi düşünce çoğalır; otomatizma yayılır; bağlı şuur benliği yani nefsin hakimiyeti artar. İşte, dünya insanlığının bugün ıstırap içinde bulunması, büyük bir huzursuzluk ve elem duyması, bu menfi durum içinde olmasından ileri gelmektedir. Ve bu, Yecüc Mecüc'ün yeryüzünü kaplaması tabiri gibi, aynen vuku bulmuştur.

Yecüc ve Mecüc çoktan ortaya çıkmış ve yeryüzünü sarmıştır. Eciş bücüş adamların çıkıp da her tarafı saracağını bekleyenler, daha çok beklerler çünkü o, bütün kemaliyle ortadadır. İnsanlar duygusallığın, hissiliğin her çeşidini yaşamaktadır. Bu, nefsani azgınlık olarak tabir edilir. Nefsani azgınlığın Kuran'daki sembolü, Yecüc ve Mecüc'tür. Çağımızdaki azgın durumda olan şuursuz, otomatik ve nefsani yaşayış, her şeyiyle bütün dünyayı sarmıştır ve bundan kurtulmak çok zordur.
O halde Yecüc ve Mecüc'ün ortaya çıkışını, nefis azması ya da nefis kudurması tarzında tercüme edebiliriz. Bu, bağlı şuurla ilgili bir benliğin, egonun azgın hale gelmesi demektir. Toplum olaylarının yüzde doksan dokuzu azgın nefsin kudurmuş haldeki saldırısından meydana gelen bir fenomenler zincirinden ibarettir. Bu, epeydir sürmekte olan ve muhakkak ki genel bir uyanmaya gitmekte olan insanlık için bir başlangıç teşkil eder.

Vesvesenin Yaygınlaşması

Buna paralel olarak, eski tabirle "vesvese" denen, "sistematik şüphecilik" yaygınlaşır. Kuranda "vesvasil" diye geçer. Vesvese her şeyin değerini aşağılamak, küçültmek, düşürmek, alçaltmak manasına gelir. İnsan kendi özünü bu şekilde kaybeder. Bunun için, "sağır ve kör olmak" tabiri kullanılmıştır. Sağır ve kör olmak, kendi özünü yitirmek demektir.

Vesvese vicdan ve kalp güzelliğini ya da hassasiyetini perdeler; manevi insanı işgal eder ve öz varlığını yer, bitirir. Vesvese insanın içini kemiren kurt gibidir. Ve bu, şimdi yaygın durumdadır. Dikkat edilecek olursa, yeryüzünde fizik hastalıklara taş çıkartacak şekilde psikiyatrik rahatsızlıklar hızla yükselmektedir. Bunun sebebi, hemen hemen bütün insanlarda vesveseyle ifade edilecek ruhsal bir çöküntünün varlığı, değer yargılarının adileşmesi, değerlendirmelerin en kaba şekilde olması ve bir vesvese halinin kemirici bir kurt gibi insanın içini sarmış olmasıdır. İnsanların fizik güzelliklere, fizik iyiliklere ve fizik algılamalara tutku şeklinde, bir tür hastalık derecesinde bağlı bulunmaları, nefsi bir azgınlığın ifadesidir. Ve insan nefsi, bir tür kudurma tarzında yani hiçbir fikrin ve hiçbir imajinasyonun, aklın engel olamayacağı bir saldırı biçiminde bu yolda ilerlemektedir. Bu, Kuran'daki ifadeyle, Yecüc ve Mecüc'tür.
Bilgi ve bilgelik, hikmet ve hakimlik değerini kaybeder. Yani saf bilgi ve saf bilgiyle kendini doyurma işi, bilgelik değerini çoktan kaybetmiştir; öyle ki, hiçbir yerde yeterince ortaya çıkamaz hale gelmiştir. Bilgi ve bilgelik zuhur edememektedir. Neden? Çünkü daha önce sözünü ettiğimiz gibi, her şeyin değeri aşağılanmaktadır. Aşağılayan nedir? Menfi imajinasyondur, menfi düşüncedir, otomatizmadır, vesvesedir yani sistematik şüpheciliktir, şaşırtıcı bilgiler yoluyla bir tür iblisin iğvasıdır.
Vesvese ortamında, bilgi ve bilgelik değerini kaybeder.

Belki tek tük mevcuttur ama bu, her tarafı eğrelti otlarıyla dolu olan binlerce hektarlık tarlada birkaç tane gelincik çiçeği misalidir.

İnsanı Ruhsal Yöneticiler Uyandırır

Ruhsal İdare Mekanizması'nın uyarıları ve yardımlarıyla kapalı şuur halinden, uyurgezerlikten, sarhoşluktan gerçek uyanıklık haline, ayıklığa geçilir. Menfi imajinasyon ve menfi düşüncelerin hakim olduğu nefsani şuur yok olursa vesvese de ortadan kalkar. Bunun sembolü İsrafil'in borusunu çalması yani kalk, uyan borusununun çalınmasıdır. Borunun ismi şuurdur. "İsrafil'in Sur'u ötecektir" denir. Bu boru öttüğü zaman öyle bir ses çıkarmış ki, onu dinleyenin kulaklarının zarı patlar, göğsü daralır, beyni allak bullak olurmuş ve herkesin işitebileceği bir sesmiş. Sur'un üflenmesi, kıyametin kopması demekmiş. "Nefh" arapça üflemek, boru çalmak anlamına gelir. "Nefhi Sur", İsrafil'in Sürü anlamındadır.
İsrafil, dört büyük melekten biri olarak adlandırılır. Ama şu tarif herhalde İsrafil için daha uygundur: İsrafil, dünya tekamül devrelerini, zaman ve mekan bakımından kozmik tekamül devreleriyle ahenktar tutan dört tabiat kuvvetinden biridir.
O halde, İsrafil tarafından Sürün çalınması, o borunun öttürülmesi yani ayağa kalk borusunun, uyarı borusunun üflenmesi artık apaçık bir hale gelmektedir. İsrafil'in borusu, genel şuur uyanıklığına ***üren maddi ve manevi tesirler süreci demektir. İsrafil'in Sur'u iki defa çalar. Biri ferdi şuur uyanıklığı içindir. Diğeri ise genel uyanıklık içindir. Sakın ola ki aklınıza, birisinin upuzun bir boru alıp öttürmesi ve milleti ayağa kaldırması tarzında bir şey gelmesin. Elbette ki, lavların fışkırması, denizin kabarması vs. tarzında maddi tesirler olabilir ama bir de, insanın içinde meydana gelen birtakım değişiklikler vardır ve bu, manevi tesirle beraber gelir. Tesir tek şekilde gelmez.

Bu şuna benzer: Okuma yazması bile olmayan birinden Ziya Paşa'nın bir beyitini açıklamasını istiyorsunuz ve bunu başaramayınca da onu dövüyorsunuz. Şimdi bu kişi, sopadan sonra o beyiti açıklayabilir mi? Ne öğrendi? İşte, kıyameti tek başına fiziki bir tesir halinde düşünmek de aynen buna benzer. Ama siz ona aynı zamanda manevi tesiri yani Ziya Paşa'nın şiirlerini okuyup anlayabilecek bilgiyi de vermişseniz, sadece Ziya Paşa'nın değil, başka bir şiir de yazsanız, onu anlayacak ve kendine göre bir anlam çıkaracaktır.
Yani maddi olanla manevi olanın birarada bulunması gerekir. Tek başına hiçbir şey olmaz. Çünkü insan tek bir ünite değildir; insan, ruh ve maddeden oluşmuş üçüncü bir varlıktır. O halde insanın iki tane lisanı vardır, maddi ve manevi olmak üzere iki tane beyni vardır. Bunların her ikisine birden hitap etmek zorundasınız. Sadece birine hitap edildiği zaman diğeri cüce kalır, yarım kalır, dejenere bir varlık olur ve hiçbir işe yaramaz. Her iki beynin beraberce gelişmesi gerekir.
Şuur uyanıklığına geçmek, nefsin terkiyle olur. Bu çok zordur, çok acıdır ve çok korkunçtur. İşte, kıyametin kopuşunu anlatan tasvirler bu halleri temsil ederler. Birçok zorluklar vardır; dağlar yürür, ormanlar yanar, hayvanlar kaçışır, insanlar perişan olur, çocuklar gider, buna benzer şekilde hatıra gelebilecek her türlü felaket ve bizim duyularımızın algılayabildiği, beynimize sokulan menfi imajinasyonların her türlüsü nefsin terkini anlatır. Bizim için en acı şey nefsaniyetimizi terk edebilmektir.

Büyük azaplar çekilir. Kıskanç bir insanın, fasık bir in*sanın kıskançlıktan vazgeçmesinin, fesatlıktan vazgeçmesinin ne demek olduğunu bilir misiniz? Çocuğun elinden süt şişesini alırsanız ne olur? Evinize hırsız girse neler hissedersiniz? Canınıza kasteden biri sırtınıza bıçağı dayasa ne hissedersiniz? Suratınıza alev püskürse ne hissedersiniz? İşte, bütün bunların hepsi bu sefer içeriden dışarıya doğru başlar. Öyle bir şuur uyanıklığına geçmeniz lazım ki, sizi uyuşuk halde tutan, sizi bağlayan yani dar şuur halinde tutan her şeyden, farkına varıp anlayıp uzaklaşma keyfiyeti başlasın. Zor iş. Bu, insanın cebindeki parasını dağıtmaya benzemez, evindeki eşyayı dağıtmaya da benzemez. Onları verir, kurtulursunuz ama varlığınız kalır hiç olmazsa. Buradaysa can pazara gidiyor. Zor iştir. İşte, kıyamet budur. Gerçekten uyanmak zor iştir.
Bütün kıyamet tasvirlerinin esası, nefsin terkidir. Ağlasak da, sızlasak da, bağırsak da, çağırsak da bu terk işlemi yapılacaktır. Bu defterin dürülme vakti geliyor. Kapalı şuur halinden, otomatik şuur halinden, uyurgezerlikten, el yordamıyla yaşamaktan, bir tür sarhoşluktan, maddeye bağlanmış olmanın verdiği nazların sarhoşluğundan gerçek uyanıklık haline, ayıklığa geçmek nefsin terkiyle olur. Çok zordur, çok acıklıdır, çok korkunçtur. Eskiler buna "kan ve ateş yolu" demişlerdir. Bu öyle bir yol ki, ancak içinizin kan ağlamasına bakar. Çünkü çok şeyi bırakıyorsunuz, çok sevdiğiniz varlığınızın birçok bağlarını koparıyorsunuz. Bu, insanın putlarından vazgeçmesi demektir.
Tanrı'ya inanıyoruz diye hiç övünmeyelim çünkü bir bakıma hepimiz putperestiz. Putperestlik demek, Tanrı'ya şirk koşmak, ortak koşmak, bir başka Tanrı edinmek değildir. Putperestlik, kendi kendimize yarattığımız kıymetlere olan bağlılığımızdır. Ve bağlılıklarımız hep değişir; yaştan yaşa, seneden seneye, işten işe değişir. Belli bir süre belli bir puta bağlanırsınız, o biter bir diğerine bağlanırsınız ve bu böylece birinden diğerine atlayarak gider. Bu putlar arasında incelik farkı olabilir yani daha kabasından daha ince putlara gidilebilir.

Fakat insan öyle çelişkili bir varlıktır ki, Yaradan'ına ibadet ederken veya O'na içinden gelerek kulluk ederken bile etrafta Yecüc Mecücler, putlar dolaşır durur. İnsan, başkasını bırakıp kendi hayatını gözünün önüne getirecek olursa, Yecüc Mecüc'ün hep çevresinde olduğunu görür.

Biz, birtakım putların gerçekleşmesi için dua ederiz. "Yarabbi, senden sağlıktan başka bir şey istemiyorum." Bu dua ne anlama gelir? "Yarabbi, ne olur beni öldürme. Burada bu kadar güzellik var, elbiseler var, para pul var, yiyecekler var, iyice yiyip içeyim, giyineyim, eğleneyim vs." Baştaki sözlerin arkasında bu yatar.
Yapılan ibadet bile Tanrı için değil kendimiz içindir. Tanrı'nın ibadete, benim tapınmama, benim duama ihtiyacı yoktur ki! Yaradan mahlukuna böyle muhtaç olur mu hiç? Yaradan herhangi bir şeye muhtaç olur mu ? Demek ki, muhtaç olan benim. Ben O'ndan bir şeyler koparmak istiyorum. O benden bir şey istemiyor; ben olmasam da O var. Bazı Sufiler, "İnsanoğlu olmasaydı Tanrı olmazdı," diyorlar. Oysa onların böyle düşünmesine bile sebep Tanrı'dır, onlara o beyni veren Odur. İnsan, olsa ne olur, olmasa ne olur. O isteseydi, ne o kelimeyi insana verirdi ne de o beyni insanda oluştururdu. Ve o kendini bilmez sufi de böyle saçmalamazdı.
Ayıklık meydana gelince tekamülün seyri hızlanır. Uyanık şuurla Ruhsal İdare Mekanizması'na bilerek hizmet başlar. RİM'in işlerini müşahede lezzetine ulaşılır. Bu, insanların ulaşabileceği en büyük seviyelerden biridir. Buna, eski dilde "abidiyet" seviyesi denir.

Demek ki, menfi imajinasyon, menfi düşünce ve otomatizmanın yayılması, nefsin azması ve vesvese halinin her tarafı kaplaması Yecüc Mecüc sembolüyle ifade edilmiştir.
İsrafil'in Sürü ise, insanlığı genel şuur uyanıklığına ***üren maddi ve manevi tesirlerin süreci demektir. İsrafil, bütün bu süreci tanzim eden bir tabiat kuvvetidir. Buradaki tabiat kuvveti, fiziki tabiat kuvveti değildir, yaratılışla alakalı dört büyük İlahi Kuvvet'ten bir tanesidir.

Dabbetül Arz'ın Ortaya Çıkışı

Dabbetül Arz Arapça bir tamlamadır. Dabbe, hayvan veya binek hayvanı manasına gelir. Dabbetül Arz ise, kıyamet vakti yaklaşınca yerden çıkacak olan korkunç bir hayvan anlamındadır. Buna benzer korkunç bir varlık, Yuhanna'nın Vahyinde de geçer.
Fiziki kıyamet vakti yaklaşınca, yerden çıkacak olan hayvan tarifleri, dünya işinin tamamen ruhsal aleme bağlanacağını ifade eder. İnsan tabiatında RİM'den veril*miş olan bilgilere, öğretilere, uyarılara karşı bir emniyet şuuru ortaya çıkacaktır. Şimdiyse Yukarısı tanınmıyor; ayrıca güven de yok. Ama insanlarda bu hal meydana gelecektir.
Ruhsal otoriteye güven şuuru, bencil işlerin terkine sebeptir ve bu da uyanıklığın gözükmesi demektir. Yani insan yavaş yavaş, "inşallah" sözünün şuuruna varır; "Tanrı'nın izniyle" demenin manasını anlamaya başlar.

Kanunlar ne demektir, nasıl çalışırlar?

Kaza ve kader nasıl oluşur?

Nasip ne demektir?

Uğraşıyor, didiniyorsun ve hiçbir şey elde edemiyorsun. Hiç ummadığın bir zamanda da bir şey çıkıp geliyor. "Bu da neyin nesi? Akıl sır ermiyor!" diyorsunuz. Yani "inşallah" sözünü anlamaya başlıyorsunuz.
"inşallah" demek, "Ben Yukarı'ya ve Tanrı Kanunları'na güveniyorum," demektir. Bu kolay değildir. Bu sözü laf olarak söylüyoruz ama buna ruhen yatkın değiliz.
"İnşallah", Tanrı'nın izniyle anlamına gelir ve ilahi bir otoriteyi kabul etmek demektir. Eğer insanın kalbinde ilahi otoriteye karşı gerçek bir iman yoksa, kuru kuruya sayı sayar gibi "inşallah" demesi hiçbir şey ifade etmez. "Bizim işlerimiz de hep inşallahla, maşallahla gidiyor," diyen materyalist cahiller, akılları sıra insanlarla alay ederler. Tabi ki her iş "inşallah'la gider; her olay ilahi otoriteye bağlı olarak cereyan eder. Kim geleceğini garanti etmiştir? Kimin geleceği hakkında elinde senedi vardır?
Bu, bir iman ve bilgi meselesidir. Bu söz dillere pelesenk edilmiş olabilir, daima tekrarlanabilir ama bunu bilerek söyleyebilmek büyük bir meseledir. "İnşallah mal mülk sahibi olurum, inşallah işlerim tıkırında gider vs." tarzındaki sözlerle insan, kendi maddi ihtiyaçlarının tatmini için, nefsinin doyurulması için Yukarı'dan destek bekliyor. Oysa gerçek bir inanca sahip olsa "inşallah" diyemez.

Acaba onun arzusuyla ilahi arzu biraraya mı gelmiş oluyor ki, O'nu kendisine şahit tutuyor, teşrikçi kılıyor?
Ruhsal otoriteye güven şuuru, uyanıklığın gözükmesi, bencil işlerin terkine sebep olur. Böylece şuurlanmış olan insanlar kendileri, dünya ve evren hakkında ince bilgilere kavuşurlar; Dünya Okulu'nun açık bilgilerine ulaşırlar. Kutsal Ruh, Ruhsal İdare Mekanizmasından gelen açık bilgilerle yaşanır.

İnsanlar, aldanma şuurundan tasdik şuuruna geçerler yani verilen bilgilerin doğruluğuna bizzat kani olurlar. İman bilgiye dönmüştür. Buna, eski dilde en yüksek arkadaş anlamına gelen "refiki ala" denilir. İman bilgi haline geçer ve aynı zamanda Ruhsal İdare Mekanizması'nın varlığı bilinir. Bu bilme işi bir ihsandır, bir fazilettir, bir inayettir, kurtarıcı bir husustur.
İlahi hiyerarşinin, ruhsal planlar hiyerarşisinin kudret ve yüceliği o kadar büyüktür ki, insan şuurları bir türlü ona tam olarak iman edemez. Bu imansızlığın azalması için RİM, binlerce yıldan beri uyarmak ve bilgi vermekle ilgili faaliyetlerini sürdürmektedir. Şuur darlığı, bu bilgileri anlayıp benimsemeye yetmemektedir. Bunun için, şuurları uyandıran tesirin gelmesi gerekir. İnsan ruhu, maddeye olan şuursuz ve otomatik bağlantısından kurtulunca, nefsin takıntılarından sıyrılınca keşif sahibi olacaktır. Bu ise, kendi bilgisini ve RİM'in bilgisini anlayıp, uygulaması anlamına gelir. Demek oluyor ki, her birimiz için bir Dabbe'nin ortaya çıkması lazımdır. Yani ruhsal aleme bağlılığı ifade eden bir iç uyanıklığın meydana gelmesi lazımdır.
İnsanlığın şimdiki durumunda öyle bir uyanma yoktur. Bugün aldanma devresi içinde bulunan insanlıkta, uyanmakta olan bir insanlık aleminin vicdanında, henüz Yukarı'ya karşı bir emniyet şuuru ortaya çıkmamıştır. Eğer bir küçük kıyamet kopacaksa, kendimizde bir değişiklik olmaya başlayacaksa, kendi nefsimizde böyle bir şey aramamız lazımdır. Kendimizde Yukarı'ya karşı böyle bir emniyet şuuru doğuyor mu? Rutubetin yayılması gibi, bizde uyanıklığa doğru giden bir gelişme başlamış mıdır? Eğer böyle bir hal oluşmaya başlarsa, uyanmaya doğru, kıyama doğru bir gidiş var demektir.

Sufiler arasında en yüksek makam, abidlik makamıdır. Abid, sadece ibadet eden yani "hakiki kul olan" demektir. Bir sürü düşünceden, rütbeden ve sıfattan sıyrılmış olarak sadece kulluk yapar. Onun üzerinde bir tek ağırlık bile kalmamıştır. İnsanın kul olduğunu idrak etmesi lazım. Ama biz kendimizin kul olduğunu idrak ediyor muyuz? Elimize biraz para, biraz mevki, birak kudret geçse yapamayacağımız şey yoktur; birbirimize karşı arslan kesiliriz.
Derler ki: "Derecesine göre, satın alınamayacak kimse yoktur. Yeter ki, sen fiyatım biç!" Bu, insanlar için çok önemli bir realitedir. Demek ki, herkes realite realitedir ve herkesin zayıf bir noktası vardır; orada kalakalır. O noktada artık bir şey yapamaz ve daha üst mertebede olan, ona istediğini yaptırabilir. Demek ki, iğvaya düşmeyecek insan yoktur. Bunu maddi plarak değil de daha geniş manada alalım. "İğvaya düşmeyecek, sapıtmayacak, şaşır*mayacak insan yoktur," demek, her birimizin kendimize göre bir şeytanı vardır, demektir. Sembolik olarak ifade edecek olursak, farkına bile varmadan, onun taktığı çelmeyle tepe üstü yere düşeriz.

Doğrulduğumuz zaman hayretle yine yere düştüğümüzü anlarız. Oysa daha önce bir daha düşmeyeceğimize dair kendi kendimize söz vermiştik, mücadelede kesin kararlıydık. Ama ne oldu? Tekrar yere düştük. Artık o oyunu bir daha bize tekrar etmezler. Fakat İblis'in oyunu biter mi? Onu bırakır ve öbür oyunu dener. Bizim bilmediğimiz ne oyunlar var... Bu, umumi oyunları öğreninceye kadar sürer. Umumi oyunsa, nefsi ya da kendini tanımanın içinden geçer. Kendimizi tanıdığımız zaman, şaşırtıcı, saptırıcı ve kandırıcı İblis'in yani mekanik nefsin, otomatik hayatın da işleyişini öğreniriz.
Uyuyan insan sevgi gösterileriyle aslında kendi nefsini okşar. Kendimizi aldatmanın hiç gereği yoktur. İnsanlar sevemez. İnsanların sevgisi egosantriktir. Ne yaparsanız yapınız, o döner dolaşır size gelir. İnsan kendi sevgisinin merkezindedir yani kendini sever. Çünkü o kapasite henüz gelişmemiştir. İnsanlar hiçbir şeyi terk edemez. Yani fen'a dediğimiz olay daha meydana gelmemiştir. Sevgi bile bir başkasını kendisine esir etmek için değil midir? Tutkuyla, aşkla seviyor; romanlar, şiirler yazılıyor ve cinayetler işleniyor. Çelişkiye bakın!
Yeryüzünde "sevmek" demek, kişinin kendisine ait bir şeyi bulması, demektir. Burada, büyük insanları sevmek de vardır. Kavimlerin kendi peygamberlerini sevmeleri, Tanrı'yı sevmeleri değildir. O, sevgi vasıtasıyla kendisi için birtakım şeyler elde etmek, en azından cennete yakın kapılara sığınmak için sever. İnsanlar sevemez, bizim gerçek sevgiyle bir ilişkiniz yoktur. Bu, bir kusur değildir ama bunu bilmemek kusurdur. Biz ancak nefsimizi severiz. Nefsimize uygun, meşrebimize uygun, bize yumuşak gelen şey bizim için iyidir. Katı realiteler, gerçekler, bizim için iyi değildir. İnsanın sevebilmesi için uyanması gerekir.

Deccal'ın Ortaya Çıkışı

Kıyamet alametlerden biri de, Deccal'ın ortaya çıkışıdır. Deccal, aldatıcı anlamına gelir. Bu durum şöyle tasvir edilir: Solunda cennet, sağında cehennem olan (halbuki, Kuran'da cennet sağdadır) ve iki kaşı arasında kafir yazılı bir varlık yani bir küfür ehli ortaya çıkar. Demek ki, bu bir varlık değildir. Bir insanın solunda cennet, sağında cehennem olur mu? Ne demektir bu? Yani sol tarafında bütün hazlar, sağ tarafında bütün elemler ve ortasında da küfür var. "Deccal kendisine iman edenlere su içirip, yemek yedirir. Yiyen ve içen artık iflah olmaz," derler.

Deccal'ın cennet ve cehennemi vardır. Fakat Yukarı'sı bunları tersine çevirebilir. Yani onun cennetini cehennem, cehennemini de cennet haline getirebilir. "Bazı insanlar, bazı varlıklar, Deccal'in suyundan içmemek ve yemeğinden yememek için, ot kökü yiyerek Deccal'in zararlarından kendilerini kurtarabilirler," deniyor. Dikkat edilirse, bütün anlatılanlar benzetim yoluyla ifade edilmektedir. "Deccal yeryüzünü gezer. Mekke ve Medine hariç, her tarafı dolaşır; yalnız oralara giremez. Yukarısı Şam yakınlarındaki Beyaz minareye Hz. İsa'yı indirir. Hz. İsa'nın elinde süngü vardır. Deccal, Hz. İsa'yı görünce tuzun suda eridiği gibi erir, gider. Hz. İsa, Deccal'i süngüyle vurur ve öldürür. Böylece Deccal ortadan kalkar," diye anlatılır.
Şimdi bu, tasvir edilmiş bir tablodur. Acaba bu olayın küçük kıyamet olarak anlamı nedir? Çünkü insana lazım olan budur. Deccal, içgüdüsel ve otomatik hissiyatı, nefsaniyeti temsil eder. Nefsin tam manasıyla baş kaldırması demektir. Yani yanlış olanı doğru olana karıştırmak demektir. Daha önce İblis'ten bahsetmiştik. Kıyamet zamanı karıştırıcı, iltibas edici İblis'in hakimiyeti ortaya çıkar. Deccal ile iblis hakimiyeti arasında çok yakın bir alaka vardır çünkü bunun sonucunda genel bir teşevvüş devri meydana gelmiştir. Demek ki Deccal, dünyanın içinde bulunduğu genel teşevvüş halini ifade eder. Ve Deccal çoktan çıkmıştır. Geldi, gelecek diye beklemeye hiç gerek yoktur. O mevcuttur. Şu anda insanlar bir şaşkınlık içerisindeler. Yani yanlış olanı doğru olandan ayırt ede*meme hali içindeyiz. Bu devir, bir tür sapıtma, yolunu şaşırma, Sıratı Müstakim'den ayrılmış olma devridir.

Teşevvüş içinde Deccal ismini alan, azgın nefs ve teşevvüşe, bir bakıma insan şeytanı da denmektedir. Genel teşevvüşe paralel olarak nefsani aşırılığın durumu Deccal'in ifadesidir. Bunlar halihazırda mevcuttur. Deccal, insan nefsaniyetinin vicdan ve sevgiden yoksun olarak, bilgisizce, körlük ve sağırlık içinde geri tesirlerin başarılı olmasına hizmet etmesi, kötülüğü emretmesidir. İşte teşevvüş budur. Deccal'a göre, kişi her türlü şer işleriyle cennete, uygunsuz işlerle olan alakasını keserek de cehenneme gider. Her türlü şer işleri işlediği zaman Deccal'in cennetindedir; doğru amellerse insanı Deccal'in cehenne*mine ***ürmektedir. Yani vicdanı ortaya çıktığı zaman insan ıstırap çekiyor, nefsiyle hareket edip vicdansızca davrandığı zaman da huzur duyuyor. Kıyamet devri böyle bir devirdir.
"Ben sana ne iyilik ettim ki sen bana kötülük yapıyorsun?" ifadesi tam Deccal ifadesidir. Bu bir teşevvüş halidir. Bu davranışlar belki de isteyerek yapılmamaktadır çünkü kişi Deccali bir seviyede bulunduğu için ne yaptığının farkında değildir. Her türlü şer işleriyle cennet hayatı yaşıyor; esrar, eroin, döviz kaçakçılığı, gümrük kaçakçılığı, adam öldürmek vs. gibi akla gelebilecek her türlü kötülüğü yapıyor. İnsanın değeri maddi kıymete göre ölçülüyor. "Kaç paralık adamsın?" tabiri bunu anlatır.
Uygunsuz işlerle olan alakanızı keserseniz, dürüst hareket ederseniz, vicdanlı davranırsanız, dedikodu yapmazsanız, iki küsü barıştırırsanız, iki yanlış işi doğrultursanız, birine hizmet ederseniz, insanlara sevecenlik gösterirseniz Deccal sizi cehennemine atar. Fesatlık yaparsanız, hain olursanız onun cennetine gidersiniz. Ama bu teşevvüş halinin yaşandığı Deccali bir cennettir. Dünyanın şimdiki hali budur. Kötülüğe, şerre, nefsaniyete prim verilmektedir.

Nefsaniyetin şuursuzluk içinde, körü körüne, alabildiğine yaşanması hakikatin örtülmesi, karanlık perdelerin çekilmesi, yoğunlaşması "küfür" demektir. Kafirler demek, küfür içerisinde olanlar demektir. Kuran'da böyle geçer. Kafir, başka dinden olan manasına gelmez. Gerçekleri örten anlamındaki kafir kelimesi, Deccal'in iki kaşının ortasındaki yazıdır. Demek ki, kıyamet alametlerinden biri de budur. Hakikatlerin örtüleceği manasına gelir. Vicdan ikazının dinlenmemesi demektir. Küfrün en büyüğü, en belirgin olanı, vicdan sesini dinlememektir. Vicdan sesini duymazlıktan gelmek, hakiki küfürdür. Küfür, insanın kendi şuurundaki perdeden dolayı doğruyu ve gerçeği görmemesi, kendi kendini perdelemesi, örtmesi demektir.
Bilgi sahibi, mütekamil kişi bile, dünyanın bu teşevvüş çağında nefsin esaretine düşerek doğruyu anlayamayacak hale gelmiştir. Böyle bir gerçeği de ifade etmek gerekir. Denir ki, "Yiyecek ve içecek ancak onun yanında bulunmaktadır." Yani bir insan irfan sahibi de olsa, bu teşevvüş çağının bir icabı olarak nefsinin esaretine düşecek, doğruyu anlamayacak, doğru olanı da örtmek zorunda kalacaktır çünkü devrin teşevvüşü bazen bunu gerektirir. Bu bakımdan kendimizi fazlaca itham etmemeliyiz. Bütün iyi niyetimize rağmen, elimizde olmadan bazı sürçmeler, bazı takılmalar meydana gelebilir. Bu, genel bir tesirin etkisinden başka bir şey değildir.
Deccal devri tam anlamıyla sürüyor. İnsan, nefsiyle olan cihadını kaybetmek üzeredir. Merkez daima kendisidir. Nefsi arzular, bedeni hazlar, şehvani lezzetler, adil fiil ve zevklerin peşindedir. Buysa, Deccal'in verdiğini almaktır.

Bilgiye dayanmayan ama mubah sayılan yollara fazlasıyla sapmak zararlı bir şeydir. Haram değildir, yasak edilmemiştir ama mubah edilmiştir. Nefis terbiyesinde, yapıp yapmamakta, bir şeyi yerine getirip getirmemekte vicdani ve ahlaki bir sakınca olmayan işlerde insanın kendisini hür hissetmemesi gerekir. Vicdanen ve ahlaken o işi işlemenizde bir sakınca yoktur, yasak değildir ama nor*mal olarak bir iki defa yapmanız gereken o fiili siz alışkanlık haline getirip 50-100 defa yaparsanız, yasak edilmiş bir şeyi yapmakla aynı sonucu verir. Şöyle bir örnek verebiliriz: Kanınızı tahlil ettirdiniz ve şeker hastalığınızın olmadığını öğrendiniz.

Ve hastahaneden çıkar çıkmaz soluğu tatlıcıda aldınız, arka arkaya birkaç porsiyon yediniz. Şekeriniz yok ya, ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar ve bir ay sonra karaciğerin iflası sonucu sarılığa yakalandınız. Buna benzer şekilde, yapmanızda vicdanen ve aklen sakınca olmayan bir şeyi bile çok ölçülü yapmak gerekir. Bu, otokontroldür. "Ben hürüm, istediğimi yaparım, kim karışır, kimseye zararım yok," tarzındaki davranışlar ölçülü olmadığı takdirde insanı zarara sokabilir. Bu, akli bir düzen içinde bütün sistemin kontrol altına alınması demektir. Görülüyor ki, bilgiye dayanmayan ama mubah sayılan yollara fazlasıyla sapmak, insanı uykuya sokan boş hayal ye ümitlere dalmak, geçici olan tadlara, dünyanın süslerine, şan ve şöhretine, putlarına bağlanmak Deccal'in cennetine girmek gibidir.
Deccal cenneti, ıstıraplı uyanış teşevvüşüyle yer yer cehenneme döner. Yani Yukarısı cenneti cehenneme, cehennemi de cennete çevirebilir. Cennetin cehenneme çevrilmesi, tıpkı rüyadaki gibi, eğlence cennetindeki bir insanın ıstıraplı bir teşevvüşle uyanmaya başlamasıdır. İnsan, o cennette gördüğü her şeyin bir serap, bir aldatmaca olduğunu, boş hayaller, boş ümitler olduğunu fark etmeye başlar.

Böylelikle cennet cehenneme döner. İnsanı cennet hali olarak uyku içerisinde, gerçeklerle ilgili olmayan bir tasavvur içerisinde, bir imajinasyon içerisinde tutan Yukarısı, onu realiteyle karşılaştırmaya başladığı vakit cennet cehenneme döner. İnsanlığın bugünkü hali böyledir. Ama bu ümit vericidir çünkü herkes ıstırap içerisinde, hiç kimse cennet hali yaşamıyor. Herkesin bir cehennemi var bugün. Asıl cennet, bu cehennemin ötesindedir. "Cennete giden yol cehennemden geçer" sözü bunu ifade eder. Cehennemi yaşamayan, onu görmeyen cennete gidemez. Cehennem ıstırabı, nefsin bağlarından kurtulmaktır, bu bağları atabilme gücüdür. Cehennemin geneli de dünyadır, mizanıyla, terazisiyle, ateşiyle, küreğiyle mükemmel kurulmuştur; insanlar inim inim inlemektedir.
Burada olanlar Yukarıda da olur. Yani, fiziki bedeni terk ettikten sonra geçtiğimiz spatyom ya da ahirette de, bu işler daha etkili olarak mükemmelen devam eder. "Burada olanlar, orada olanların suyunun suyudur," der*ler. "Yeryüzündeki ateş, cehennem ateşinin yedi kat yıkanmışıdır," derler. Bu ateş, bizim bildiğimiz ateş değildir. Bu sözün altında çok büyük bir hakikat vardır. Bizim yeryüzünde duyduğumuz ıstırap, acı, pişmanlık, tövbe belli bir dozdadır. Bedene bağlı şuurun savunma mekanizmaları bu acıları bir yerde keser, durdurur. Bu ıstırabı fazla yaşamayız. Ağlarız, sızlarız, avunuruz ve sonra yavaş yavaş unuturuz.

Ama ruh alemine geçildiği vakit fiziki bağlar koptuğu için, koruyucu mekanizmalar da ortadan kalkar. Halbuki vicdan ruh alemine geçildiği zaman da vardır. Hesap soracak olan da odur. Hiçbir şekilde, sorgu meleği denen başka bir varlık aramamak gerekir. Ve orada çekilen vicdan azabı çok daha acılıdır çünkü belirttiğimiz gibi savunma mekanizmaları ortadan kalkmıştır. Denilebilir ki, orada kalkan olmadığı için yumruğu direkt yer insan. Burada, tesirle varlık arasında bazı barajlar vardır; tesirin şiddeti azaltılır. Ama spatyomda baraj kalkar.

Tesir adeta büyütülür, yankılanır.

Orada sessiz ağlanır.

Nefsine karşı baş kaldıran, nefsiyle savaşan, nefsini uslu akıllı eden, uyanma yolundadır.

Hz. Peygamber'in, "Ben şeytanımı müslüman ettim," demesi bu anlama gelmektedir. Şeytan nefsidir. "Nefsimi müslüman ettim," demek, onu selim kıldım, selamet yoluna ***ürdüm, akıllı kıldım demektir. Akla, şeytan varlığını İslam dinine dahil etmek gelmemelidir.
Deccal'in bütün dünyayı dolaşıp durması, nefsin bütün tekamül seviyelerinde insanı teşevvüşe düşürmekte olması anlamına gelir. Elbette ki, nefsinin dizginleri elinde olanlarla, uyanıkların seviyesinde bu teşevvüşler olmuyor. Nefis denen Deccal, her kılığa girerek gerçeği bilen, bilge kişiyi de sarsar, bazı vehimlere düşürür.
Şüphenin, şekillerin, teşevvüşün kesilmesi, hakikat ruhunun dünyayı sarmasıyla olur ki, sembolü Hz. İsa'dır. Hz. İsa'nın diğer bir adı da Hakikat Ruhu'dur. Sevginin taşıdığı vicdan tahtında oturan Hakikat Ruhu, Hz. İsa'dır. İşte bundan sonradır ki, dünya uyanacaktır. Şüphelerin, şaşkınlığın, putların tesiri ortadan kalkınca insanlar uyanacaklardır. Bunun İslam'da da bir menkibesi vardır. Hz. İsa, ahir zamanda Şam'ın kuzeyindeki Beyaz Minare'ye iner ve bir Türk mimari eseri olan o minarede ezan okur, nida eder. Yani bütün insanları oradan davet edecektir. Beyaz renk de önemlidir; kendisi de beyaz giyinirdi. Beyaz, Hakikat Ruhu'nu ifade eder. Minare şeklen semayı, göğügösterir.

Hz. İsa'nın oradan nida etmesi, Yukarı'nın insanlara bir nidası, bir çağrısı var demektir. Bu, doğrudan doğruya vicdandır. Bizler için Hakikat Ruhu, sevgi ve vicdandan ibarettir. İnsanları sevmek ve vicdanımızın sesini dinlemekle Hakikat Ruhu'na bağlanmış oluruz ve bu tesiri temsil eden, bu mekanizmayı halihazırda yürütmekte olan doğrudan doğruya Hz. İsa'dır.
Demek ki, uyanış devrinde bütün insanlık arasında artık Deccal'ın hükmü değil, vicdanın ve insanlık sevgisinin yayıldığı görülecektir. Şimdiki gibi, nefsin ve nefretin değil düşmanlığın ve kötülüğün değil, göz oyuculuğun ve gırtlak sıkıcılığını değil, gerçekten insanlık sevgisinin ve vicdanının hükümran olduğu görülecektir. Ve bu tesir, Yukarı'dan kaynaklanmaktadır. Vicdan sesi artık rölatif değil, doğrudan doğruya Yukarı'dan gelen, uluhiyete bağlı yüksek tesirin insandaki tezahürü olacaktır. Vicdan artık "Benim vicdanım, senin vicdanın" şeklinde, insana kalmış bir şey olmaktan çıkacak, Yukarının tesiri doğrudan doğruya yansımaya başlayacaktır. Ferden, kendi içimizde bunu yaşıyorsak, biz kıyameti daha evvelden yaşar, çeker gideriz.

Mehdi'nin Ortaya Çıkışı
Derler ki, "Kıyamet vakti gelince Mehdi ortaya çıkacak, adaletle hüküm sürecek, insanlığa aydınlık, bereket ve emniyet getirecek." Her yüz senede bir, genellikle doğuda, Hindistan ve İran taraflarında, Bağdat'ta vs. nefsaniyeti azgınlık içerisinde olan biri fırlar ve Mehdiliğini ilan eder. Etrafına otuz kırk.bin kişi toparlar, birkaç kelle ***ürür, ondan sonra da onun kellesini ***ürürler ve Mehdilik biter.

Şimdiye kadar yeryüzünde, aşağı yukarı yedi sekiz tane Mehdi taslağı çıkmıştır.

Belki de bu vaat edilen bir varlıktır. Fiziki olarak da böyle bir varlığın meydana gelmesi mümkündür. Yalnız Mehdi devri henüz gelmedi çünkü şuur uyanıklığı başlamadı, ruhsal alemle olan ilişkiler çoğalmadı, onların etkisiyle gerçekleşen olağanüstü olayların ya da mucizelerin sayısı artmadı. Teşevvüş kalkmadı, Yukarı'ya emniyet doğmadı, doğruyla eğriyi ayırma bilgisi gelmedi, aldanmalar hala devam ediyor.
Eğer bütün içsel ve dışsal putların ortadan kalktığını, Rahman olan Rab'be kulluk edildiğini, gönüllerde ve şuurlarda sadece O'nun mevcut olduğunu görürseniz, Mehdi devri çoktan gelmiş demektir. Demek ki, Mehdi için bir şahıs beklemeye gerek yoktur. Bu bir devirdir ve hep temsilen, teşbihen birilerine benzetilmiştir. Yukarıdaki hal insanlıkta teşekkül ederse, sizin Mehdiniz gelmiştir. Siz, kemdi kendinizin Mehdisi olursunuz. Dışarıdan birisini hiç beklemeyin. İnsanda ruhsal otoriteyi kabul hali şuurlanıyorsa, o emniyet hali teşekkül ediyorsa, doğruyu eğriyi ayırma bilgisi gelirse, Mehdi devri gelmiştir. Doğruyu eğriden ayırt edeceğimiz açık bilgi nerede? O, daha gelmedi ama gelecektir.

Güneşin Battığı Yerden Doğması

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız sembolik kıyamet alametlerinden başka bir de, güneşin battığı yerden doğması meselesi vardır. Bu sembolik ifadeye göre, o son zaman geldiğinde, güneş battığı yerden doğacaktır. Yani tersine bir iş olacaktır. Bu masalımsı anlatımla insanlar,

"Acaba dünya tersine mi dönecek, her şey altüst mü olacak?" diye düşünüyorlar. Dünyanın altüst olması demek, insanın kendisinin altüst olması demektir; uyku halinin altüst olması demektir. Ve uykunun tersi uyanıklıktır. Dünyanın altüst olması denince, illa ki magma tabakasının volkanlardan dışarıya fırlaması akla gelmemelidir. Bu, küçük kıyamet sahibi olarak insanın altüst olması demektir. En iyi altüst oluş şekli de, insanın uyuduğu halden uyanık hale, nefsani halden vicdani, ahlaki, makul vicdanlı hale geçmesidir. Mevcut olan bütün eksik hallerin mükemmel, olgun, yetkin hale geçmesi, siyahın beyaza dönüşmesidir. Güneşin battığı yerden doğması budur.
Bu sembol ayrıca, devrenin bitişini ifade eder; Tekamül Okulu olarak dünyaya tekrar kabulün sona ermesi, tövbe kapılarının kapanması demektir. Olumsuz yönden bir yorum söz konusudur. Yani, insanlar diyorlar ki, "Biz pişmanız. Bunca zaman enkarnasyonlarımızı boşa geçirdik. Şimdi anladık, uyandık. Ne olur bize imkan verin de tekrar dönelim, işi tamamlayalım ve eksiklerimiz gitsin!" Fakat hayır, o kapı kapanıyor. Yani, güneşin battığı yerden doğuşu bir devrin, bir devrenin bitişi anlamına da geliyor. Bunca ikaz, irşad ve uyandırıcı olaydan sonra bilgi edinememiş, kendini tanıyamamış, Rab'be kulluk edememiş olan insana daha fazla fırsat, imkan tanınmıyor.
Yukarısı, vermeden almaz. Verir, verir, verir ve siz cevap vermediğiniz için de işini bitirir. Bundan sonra iman oluşmaz çünkü verilen verilmiştir. Dünya üzerinde uyanış amacıyla yürütülen bütün faaliyete son verilir ve defter dürülür. Yalnız bu, faaliyetin tümüyle kaldırıldığı anlamına gelmez. Sadece uyanıklık için bütün faaliyet kaldırılır. Kıyamet varlığın, canlılığın tümüyle ortadan kalkması değildir. Sadece insan varlıklarının, daha doğrusu bedene bağlanmış ruhsal varlıkların uyanarak, dünya hakikatini öğrenebilmeleri için kendilerine tanınan bu fırsat ortadan kaldırılıyor; Yukarı'sı inayetini kestiği için, Okulu kapadığı için hiçbir şey alınamıyor. Güneş'in doğduğu yerden batması, olumsuz olarak bu manaya gelir.

Olumlu yönden ise, varlık uyanınca kendi iç dünyasını keşfeder, kendini tanır, bilir, öz niteliklerini ortaya çıkartır. Semboller çözülür, kendisindeki bilgi hazinesine kavuşur. Mana örtüleri açılır ve "kurtuluş" dediğimiz hal ortaya çıkar. Artık bunun için, yüksek hakikatten ayrı olmak, hasret çekmek sorunu kalmaz. Kurtuluş budur. İman hali biter çünkü artık mana örtüleri açılmıştır.
Bilgi taşıyan manalara inanmak imandır. Bilinmeyen ve manası anlaşılamayan şeylere iman, aldatıcı olabilir. Zihnimizdeki kavramlara, konuştuğumuz sözlere dikkat etmek zorundayız. Uyanıklık önce kavramlardan başlar. Ne konuşuyorum? Ne anlıyorum? "İmanım var" derken manayı seziyorsunuz ama bilgisine vakıf değilsiniz, demektir.

Dikkat edilirse, bütün kutsal kitaplarda, iman daima ön planda tutulmuştur. Yani denmektedir ki, "Şurada okuduğunuz ayetlerdeki manaların arkasında bilgi vardır, esaslar vardır. Siz şimdiki halde bu bilgileri elde edecek durumda değilsiniz. Ama manaların arkasında bilgi olduğuna inanınız, inkar etmeyiniz, daha vakti gelmedi. Şimdilik manalara inanınız." Bu, iman halidir. Ama bilgi geldiği zaman imana artık gerek yoktur; iman gider, olduğu gibi bilgiyle karşılaşırsınız. Üzerinden örtü kalkınca, sizin imanınız bilgiye dönüşür. Bilgi sizindir artık. Siz ve bilgi aynı olursunuz, aranızdaki perde kalkar.

İmanla bilgiyi birbirine karıştırmamak gerekir. Bazıları bilgisinden dolayı fazlaca ileri gidebilir ve iman sahipleri tarafından da öldürülür. Bu her toplumda olmuştur. Demek ki, zamanı gelmeden, karşı tarafın ne olduğunu anlamadan, mananın altındaki bilgiyi çıkarıp söylememek gerekir çünkü bu tepki insanlarda otomatik olarak vardır. Öldürmez de kınar; aynı hesaba gelir. Şu var ki, bilgiyi bilinir hale getirmek gerekir. Bilginin örtüsünü kaldırmak, imanı gidermek, doğrudan bilgiye ulaşmak lazımdır.
"Güneş'in doğduğu yerden batması" ifadesinin olumsuz şekilde açıklanmasında, pişmanlık ve tövbe kabul edilmez, dedik. Günah ve hata da bağışlanmaz. Neden? Çünkü doğrudan bilgi gelmiştir. İnsanlık, uyanışı sağlayacak olan doğrudan bilgiye sahip olmuştur ve bu nedenle pişmanlıklar, tövbeler kabul edilmemektedir. Buradaki günah, hata anlamındadır. Kendi kendinin şuurunda olan, telkin içindedir. Günah ve bağışlanma ikiliktir. Uyanmış bir insanda ne günah vardır ne de bağışlanma vardır; bilgi vardır. Bu da gerçek kıyamet alametidir. İyi bir uyanıştır.
Onca bilgiye rağmen uyanma olmazsa, ruh ilk haline yani Dünya Okulu'nun önceki şartlarına döner. Kozmik bir yolcu olarak, öğrenci olarak, başta kayıt yaptırıp girdiniz ve uyanıp oradan çıktınız. Cevher, öz yani ruh kendini bilir, karanlık şuur devresinden çıkar. Artık dünyaya tekrar dönmek zorunda değildir. Bu, bizim için kıyametin ta kendisidir. Tekrar dünyaya gelmeyecek şekilde bir şuur uyanıklığına kavuşan insanın kıyameti tamamlanmıştır; onun için kıyamet kopmuş ve bitmiştir.
Aynı şey büyük kıyamet için de düşünülebilir. Dünya da belli bir devreyi tamamlayacak ve sonra yeni bir devre başlayacaktır.

İnsan için bütün mesele, nefsaniyet içerisinde boğulup kalmış olan benliğini, mücadele ederek çekip çıkarmaktır. Buna "uyanış" denir. "İnsanlar uyumaktadır, ancak ölünce uyanacaklardır." Bu bir ayettir; insanlar nefislerinden kurtulduktan sonra uyanırlar, anlamına gelmektedir. Hayat, bütünüyle bundan ibarettir. İnsanların yeryüzünde yapmaya çalıştıkları iş nefsin zulmünden, onun hakimiyetinden, boyunduruğundan kurtulmaktır.
 

TerminX

Uzman üye
20 Ocak 2013
1,791
0
-
Eline saglik haci da yazi rengini beyaz veya kapalikirmizi yapsan daha iyi olur böyle cok parlak:D
 

bade sultan

Uzman üye
23 Nis 2009
1,546
0
istanbul
tşk ederiz ama yazı renginden pek okuyamadım gözümü rahatsız etti
rica etsem beyaz yapsanız hepsini okumak istiyorum
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.