Susurluk-Çakıcı-Hizbullah... Derin Devlet - Derin Toplum
Ömer Laçiner
Şu son yıllarda Türkiye toplumu, düzen ve durumumuzun -en hafif deyimiyle- iç karartıcı gerçekliklerini asgari sağlıklı bir toplum ve düzen için kabul edilemez pespayelikte, endişe ve ürperti yaratan ilişki ağlarını su yüzüne çıkartan, Susurluk ve Alaattin Çakıcı gibi olayları, haftalarca gündemin başköşesine oturtarak yaşadı. Şimdi de Hizbullah olayını benzer biçimde yaşama sürecinin ortasında.
Tıpkı önceki olaylar gibi bu Hizbullah olayı da topluma, hakkındaki gerçekleri öğrendikçe dehşete düştüğümüz, şoke olduğumuz bir olay formatında sunuluyor, işleniyor ve tartışılıyor. Susurluk olayının ilk haftalarında ve Alaattin Çakıcının kasetleri sırayla yayımlandığında da kamuoyu oluşturucu odaklar tarafından yaratılan ve çoğumuzun hemen adapte oluverdiği hava da böyleydi. O zamanlarda da şimdi de olayı konuşan, tartışan, yorumlayan çoğu kişi ve çevre, ortaya çıkan gerçekler ve bunların kanıtları karşısında dehşete kapılmış, şoke olmuşluk havası takınarak söze başlıyor.
Böylesi bir tavır, eğer tam bir ikiyüzlülük değilse, sistemli bir cehaletin, kasıtlı bir bilgisizliğin ürünü olabilir ancak. Çünkü, bir olay ve onun gösterdiği gerçekler karşısında dehşete kapılmamız, şoke olmamız ve sahici bir infial duyabilmemiz için, o gerçeklerin varlığına dair açık kanıtların, hattâ belirtilerin görülmemiş olması, öyle bir olayı ihtimal dışı sayan bir ortamda yaşanıyor olunması gerekir. Oysa, eğer örneğin Susurluk, devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin gayet müstehçen bir dışavurumu ise, 1996 Kasımından önce bu ilişkilerin çok çeşitli ve yaygın biçimlerine bizzat tanık olmamış, duymamış normal bir Türk vatandaşı var mıydı, diye sormak gerekmez mi?
1980li yıllarda ortalığı sarmış çek-senet ve arazi mafyalarının geleneksel yeraltı sektörlerinden taşıp normal iş dünyasının yukarılarına doğru sarkan pek çok namlı -eski ülkücü- mafya babalarının, onlardan geçtik, kıdemli tetikçilerin adi mafya işlerinden yakalandıklarında bile, devlet için -de- çalıştıklarını, konuşursa ortalığın birbirine gireceğini ilân edişine defalarca tanık olmadık mı?
Susurluk olayında tek şaşılacak nokta belki de Hüseyin Kocadağ gibi -ülkücü mafyalarla doğal olarak içli-dışlı olacak emniyet görevlileri kategorisine girmediği sanılan, öyle bir imajı olan- birinin ünlü Mercedes üçlüsünde yer alıyor oluşu idi. Benzer üçlülerin daha az meşhur kişilerden oluşmuş ilmiklerinin ülkeyi Çankaya eteklerine kadar sardığı, herkesin az çok bildiği bir sır değil miydi? Susurluk ile görüp fevkalade şaşırmış, dehşete düşmüş gibi yaptığımız esrar, böyle bir esrardı işte.
Alaattin Çakıcının büyük ihale ve kredi işlerinde, rant muslukları civarında ne biçim bir rol oynadığı, nerelerden düzenli haraç aldığı, merkez-sağ siyasetçiler, MİT ve emniyetle samimiyet derecesi yıllardır bilinmiyor, neredeyse bir veri sayılmıyordu da, Eyüp Aşıkla muhabbetli kasetlerini, Korkmaz Yiğitin vücut kimyasından söz ettiği video bantlarını dinleyince mi öğrenip şoke olduk?
Susurluk ve Alaattin Çakıcı olaylarında sahici bir dehşete kapılma, şoke olma sözkonusu olmadığı için, sahici bir infial duyduğumuz da söylenemez. Ve böyle olduğu için de bu iki olayın ortaya koyduğu gerçeklere karşı gösterilen tepkinin, o hep beraber verir gibi yaptığımız, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün, bu sözün arkasındaki kararlılık çapının sonuçları da ortada.
NEREDEN ÇIKTI BU HİZBULLAH!
Tekrar dönmek üzere, şimdi de yeni olayımıza, Hizbullah vakasının seyrine bakalım biraz.
Hizbullah adlı bir örgütün Güneydoğu Anadoluda PKK yandaşı saydığı yüzlerce insanı öldürdüğü 1990ların başından beri söyleniyordu. Diyelim ki, sıradan vatandaşların çoğu, büyük medya ve devlet propagandasının telkinlerine uyarak, o söylentilerin maksatlı olduğuna inanıp kulak vermemişti. Peki de, aynı Hizbullahın PKKlı saydıklarının yanısıra pek çok Müslüman camia mensubunu da çeşitli nedenlerle katlettiğini bilen, bilmesi gereken İslâmcı camiadan hiç değilse o cinayetleri kınayan, eleştiren, hemen hiçbir sesin bunca zaman içinde çıkmaması nedendir acaba?
Bu suskunluk yasasının Hizbullah İstanbula, Batı illerine sarkıp, burada da birtakım Müslüman işadamlarını, haraca bağlamaya ve itaatsizleri kaçırmaya başladığında bile bozulmadığını biliyoruz. Kaçırılanların sayısı belli bir miktara varıncaya ve içlerinden birinin ailesi polise haber verinceye kadar iç dünyada saklandı bu bilgi. En az iki yıldır İstanbul ve Batıda bu tür faaliyetlerde bulunan örgütün yaptığı işkencelerin ve infazların video bantlarını propaganda için, örgüte yeni elemanlar kazandırmak için kullandığı da söyleniyor. Örgütten kimi ayrılmaların olduğu ve bunların öteki İslâmî örgüt ve cemaatlere sığındığı da dikkate alınırsa, Hizbullahın ne olduğu, neler yaptığı ve yapabileceğine dair genel cemaatin bir hayli yaygın bilgiye sahip olduğu söylenmelidir.
Dolayısıyla polis operasyonu başlayıp Hizbullahın mezarlıkları açıldıkça, İslâmcı basın ve sözcülerin dehşete kapılmış, şoke olmuşlar korosuna aynen katılması ne anlama geliyor acaba?
PKK ile savaş hali devam ederken, Hizbullahın varlığını bile reddeden, varsa bile göz yumduklarını söyleyen, böylece Hizbullaha destek verildiği iddialarını üstü kapalı kabullenen devlet yetkilileri yok muydu? 28 Şubat sürecinde yani baş tehditin artık bölücülük değil, irtica olduğunun resmen ilân edildiği dönemde bile bu Hizbullahtan pek söz etmediklerini de ekleyin buna. O sıralarda toplumu kanlı bir şeriatçı ayaklanma tehlikesinin varlığına inandırmak için vargücüyle uğraşanlar, türbanlı öğrenci kızları bu tehlikenin simgesi gibi gösterirlerken, Hizbullahın var olduğunu da biliyorlardı; onun şimdi İstanbulda, Konyada açılan mezar evlerinin çoktandır çalışmakta olduğunu da. Sadece devletin ilgili birimleri değil, Güneydoğu Anadolu illerinde örgütü olan tüm partiler, o bölgeyle ticari ilişkileri olan her firma, 1990larda orada yaşamış, seyahat etmiş tanıdıklarıyla neler olduğunu konuşabilmiş herkes Hizbullaha ve işledikleri hunharca cinayetlere dair mutlaka bir şeyler biliyordu.
Bunların 28 Şubat sürecinde dahi gündeme getirilmeyip, bunca yıl sonra sanki ilk defa karşılaşılıyormuş havasıyla yaygın bir operasyon konusu haline getirilmesi, elbette bir siyasal stratejiyle, bir zamanlama hesabıyla ilişkilidir. Güvenlik güçlerinin yaklaşık bir-iki ay öncesinde Hizbullaha karşı operasyon için hazırlık emri aldıkları anlaşılıyor. Belki de şu son aylar içinde İBDA-C ve Adnan Hocacılar denilen kesime karşı başlatılan operasyonlar da bu emrin ikincil parçalarıdır.
SİYASET ALANI VE GÜÇ-İKTİDAR
Eğer ortada bir siyasal strateji ya da zımni bir siyasal uzlaşma var ise -ki gerek ordu ve hükümet partileri ve gerekse sözkonusu örgütlerle sıfat ortaklığı olan FPnin tavrı sessiz ya da kendiliğinden bir uzlaşmanın olduğu ihtimalini destekler mahiyettedir- bu düzeyde olup bitenleri, burada belirlenen zamanlama gibi boyutları -az önce kullandığımız- riyakârlık vb. etik terimlerle yargılayamayız. Çünkü bu düzey, ahlâki ve ideolojik kaygıların, kıstasların da güç ilişkilerine, denge hesaplarına tahvil edildiği, öylece araçlaştırıldığı yerdir. Bu bakımdan devletin yıllarca Hizbullaha dokunmamasını, hattâ el altından desteklemiş olabileceğini o yıllara damgasını vuran PKKya karşı askerî çözüm stratejisi içinde yorumlayabiliriz ancak. Hizbullahın hem aşırı dinci ve anti-Atatürkçü, hem de Kürt orijinli bir hareket olma iddiasına rağmen, terörünü devlete asla yöneltmeyip, Kürt PKKya ve Kürt-Müslüman öteki hiziplere yöneltme stratejisini de etik ve ideolojik kıstaslarla anlamlandıramayız. Çünkü siyaset, araç veya örtü olarak hangi ideolojik ve ahlâki argümanları kullanıyor olursa olsun, güç ve iktidar mantığının alanıdır. Kendini siyaset alanına teksif ederek, oradan hedefine varacağını sanan her ideoloji, er geç o mantığa teslim olmak, kendi iç değer ve kıstaslarını güç kavgasına ve iktidarın soğuk mantık ve argümanlarına yem etmekten kaçınamaz. Devlet bu mantık içinde Hizbullahı asıl -PKKya karşı- mücadelesinde kullanabilir bir güç addedip, ona dokunmaz veya desteklerken bir iti ite kırdırma taktiği uyguladığını da düşünebilir. Güneydoğu Anadolunun sosyo-politik, dinî özelliklerinin belli bir tarihsel bağlamının -1980lerin Ortadoğusu- ürünü olan Hizbullah da bir kukla oluşum değildir. Ve devletin kendine ilişkin böyle bir hesabı olduğunu bilmediği de düşünülemez. O da kendince bir devleti kullanmak hesabı yapmıştır elbet. Devletin ona ihtiyacı olduğu süre içinde yeterince güç sahibi olabilir, bu arada devlet ve PKK yeterince yıpranmış, güçten düşmüş hale gelebilirse; bu kez kendisinin ayakta kalabileni ezip, oyunu kazanabileceğini düşünmüş, stratejisini bu ihtimal üzerine kurmuş olmalıdır.
Bölgede geleneksel olarak geniş bir oy deposuna sahip olan (MNP-MSP-RP) FP, yönetimine egemen Türk-Müslüman-Hanefi kimliğiyle, bu oy depolarının ağırlıklı Kürt-Müslüman ve Şafii karakteri arasındaki bitişme çizgisinin dinî hassasiyet ve milliyetçilikleri birlikte arttıran şu son on yıllar içinde hayli zorlanmakta olduğunun elbette farkındadır. Ve burada artan gerilimin yer yer, ortak zemini çatlatacak düzeye vardığını, birkaç kez -en son 1999 seçimleri arefesinde- karşılaştığı sorunlardan ötürü gayet iyi bilmektedir. Hizbullahın bu ortam ve süreçten beslendiği, FPye karşı mesafeli bir duruşu temsil ettiği de ortadadır. Bu da Hizbullahın, -o basmakalıp zaptiye literatüründen alınma deyimle- bir avuç teröristten ibaret bir örgüt olmayıp, en azından Güneydoğuda hatırı sayılır bir kitle desteği içinde hareket ettiğini bilmek demektir. RP, hiç değilse seçimlerde kendine oy olarak güç katan bu desteği kaybetmemek, en azından zayıflatmamak için Hizbullah ve benzeri oluşumlara karşı açık tavır alamaz. Siyasetin mantığına uymaz bu. Orada bir askerî çözüm siyaseti izleyen devletin de Hizbullaha -o siyasetin başarı koşulları oluşuncaya kadar- dokunmamasının da bir nedeni budur.
MHPden ANAPa öteki sağ partilerin de Hizbullahın taban bulduğu geniş şeyh aşiretleri kesimi üzerinden politika yaptıkları, oy gücü edinmeye çalıştıkları malûm olduğuna göre, onların da Hizbullahın varlık ve eylemlerini görmezden gelmeleri; askerî çözüm politikasının Hizbullaha zımni destek tutumuna onay vermeleri, siyaset mantığı açısından normaldir.
Riyakârlık, siyaseten -kabaca- böyle düşünülüyor, böyle davranılıyor -böyle düşünülmüş, böyle davranılmış- olmasına, ortada bunun pek çok emaresi, karinesi ve kanıtı olmasına rağmen, sözde daima inkâr ediliyor olmasındadır.
İNKAR YA DA MÜNFERİTLEŞTİRME
Şimdi bu son olayda da adı geçen -devletten Hizbullaha, siyasal partilerden cemaat temsilcilerine kadar- her politik aktör kalben düşünüş ve davranışını haklı, makûl saymakta devam ediyordur, ama bu kanaatini asla açıkça dillendirmeyecektir. Çünkü ortada iğrenç bir gerçek vardır. O nedenle, bu gerçekle ilintili-ilişkili olan herkes, ya hiçbir ilişkisi olmadığını iddia ederek, ya da pek mümkün değilse kendi ilintisi-ilişkisi açısından o gerçeği -olayı- münferitleştirmeye çalışacaktır. Örneğin Hizbullahın askerî çözüm politikası çerçevesinde bu noktaya kadar gelebildiği iddiası reddedilecek ya da eğer yıllardan beri öne sürülen Hizbullaha zımni devlet desteği-göz yumması, belgelerle kanıtlanır, bu işi yürüten görevlilerin adı ortaya çıkarsa, bu kez bunun bazı işgüzar görevlilerin münferit davranışı olduğu tezine geçilecektir.
Şüphesiz başka bir münferitleştirme de sağ partiler ve bilhassa FP tarafından yapılacaktır. Hizbullahın yüce dinimiz İslâmla hiçbir bağlantısının olamayacağı peşrevinden sonra, onca din görevlisinin, Kuran kursu vb. dinî kurumun, şeyhlik, aşiret ilişkileri gibi dinî-toplumsal şekillenmelerin karıştığı bu olay, bazı münferit kişilerin sırtına yıkılarak, onların düne kadar içinde sayıldığı bütün temize çıkarılacaktır. Demirelin cinayet işleyen bir sürü devlet görevlisinin bunları yüksek yerlerdekilerinin sözlü emir veya göz yummalarıyla yaptıkları karinelerle ortadayken bile, devlet cinayet işlemez demesi, bu tür olayları bıkmadan münferit sayması gibi. Kuşkusuz onun gibilere tavrının somut gerçekle uyuşmadığını anlatmaya çalışmak boşunadır. Çünkü o, Maraş katliamı gibi bir olaydan sonra bile bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz diyebilen kişidir.
Bu faslı, tamamlayıcı bir noktaya işaret ederek geçelim.
Sözle sahiplenilmeyen, ama kalben veya siyaseten ilintili, ilişkili olunan bir eylem veya grup bir biçimde suçüstü yakalandığında; eğer ilintili oldukları -devlet, büyük siyasal parti veya cemaatleri gibi- bütünlerle ilişki halinde bu suçu işlediklerini kanıtlayabilecek, daha da fazlasını yapabilecek güç ve güvende iseler, bir yandan yaptıysak ne olmuş yani üslûbuyla işi sahiplenir ve böylece aynı zamanda o bütünleri -sözle değilse bile fiilen- arkalarında durmaları için ikaz etmiş olurlar ve aynı zamanda da bu ele vermeyen tavırlarıyla o bütünlerin takdir duygularını da alırlar. Susurluk olayının kahramanları tam bir örnektir burada. Mehmet Ağardan Oral Çelike, Veli Küçükten Haluk Kırcı, Sedat Bucaka ve özel tim mensuplarına kadar Susurlukun tüm öne çıkmış isimleri bu konuşursam... tehdidini de hissettiren tavırlarıyla sürekli bir kollamanın, açıkça sahiplenilmeden arka çıkmanın keyfi ve hattâ itibarı ile çevrili değil mi? Devlet, sağ ve milliyetçi camiaların resmî sözcüleri Susurluk olayını kınama işini hiç sektirmezken, bu kahramanlardan gurur duyduğunu, her vesileyle haykıran Türkiyenin, sözcüsü oldukları Türkiye olduğunu da biliyorlar. Hepimiz de biliyoruz bunu. Peki de bu görev taksimi niye?
Hiç şüphe edilmesin ki, bir süre sonra -elbette Susurluk kahramanlarına olduğu gibi alenen ve pervasızca değilse bile- bu Hizbullah savaşçılarından da gurur duyanlar çıkacaktır. Sivas yangınının zanlılarından esirgenmeyen destek, ceza alacak Hizbullah sanıklarının sayısını asgariye indirmek için gösterilecek cemaat yardımları biçiminde başlayıp; kimbilir zamanla devletin oyununa gelmiş, ya da onun ajanlığını yapmış birilerinin gadrine uğramış dindaşlarımız argümanıyla da beslenecek daha aleni bir dayanışmaya da dönüşebilir.
Hizbullah olayının bunca nefret, dehşet uyandırmasına rağmen mi? Evet, çünkü bu nefret, dehşet havasının sahici bir duygu olmadığını bir yönüyle anlatmaya çalıştım yukarıda. Başka yönlerine, biraz daha derine de eğilelim. Cinayete, bir biçimde siyasal nedenle adam öldürmenin bizatihi kendisine karşı mı duyuluyor bu dehşet ve nefret?
Hayır, çünkü hepimizin derece derece paylaştığı siyasal kültürümüz kendimizin benimsediği siyasal amaç ve gerekçelerle karşıt hattâ yakın kişilerin öldürülmesini meşrû sayar. Dahası yüceltmeye de açıktır. Dehşet ve nefret, belki öldürme şeklinden veya öldürülenlerin kimliğinden dolayıdır ve bu anlamda sahici bir yanı olabilir. Çünkü Hizbullah örneğinde işkenceyle öldürmenin hayli yaygın olduğu anlaşılıyor ve galiba örgütün evlerine gömülmüş olanların hepsi onlarla bir biçimde yakınlığı olan -veya olmuş- Müslüman kimlikli kişiler. Hizbullahın cinayet bilançosunda büyük çoğunluğu oluşturan PKK - solcu kurbanların pek çoğunun gömüldükleri yerleri bile unutmuş olmalılar. Hatırlanacağı üzre, birkaç ay önce Batmanda bu kurbanların günlerce işkenceden geçirildikleri yeraltı hücreleri bulunmuştu, ama ne ölenlerin kimliklerini ve nereye gömüldüklerini soran eden olmuştu ne de bu cinayetlerden dehşete kapılmışlık havası doğmuştu. Çünkü onlar çoğunluk ve egemen görüş açısından ötekilere dahildiler.
Siyasetin kelime olarak öldürme anlamına geldiği bu topraklarda, öldürme siyasetin yerine göre kaçınılmaz, hattâ gerekli bir yöntemi sayılagelmiştir. Ayrıca öldürme, siyasî amaç, gerekçe taşımadığı çoğu durumlarda bile nefret ve dehşet konusu olmaktan çok, bir güç ve güçlülük tezahürü, kanıtı olarak görülür ve hattâ yapana itibar bile kazandırır. Öldürmüş birine karşı duyulan en yaygın olumsuz duygu korkudur, iğrenme değil.
Neredeyse kaynağı ve kullanım tarzına bakılmaksızın gücün, güçlü olmanın bizatihi kendisine tanınan bu saygın statü, gücün, güçlü olmanın cazibesine kapılma kolaylığı; varoluşumuzun doğal -hayvani- boyutunun belirleyiciliğinden ne ölçüde kurtulduğu ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü kaba, fizik güç biçimlerinin, insan ilişkilerinin her türünde azalma, yok olma derecesi ile, yaratılan yeni güç ve güçlü olma biçimlerinin kaba gücünkilere benzer konum ve ilişkilere yol açmayacak biçimde geliştirme yetenek ve imkânlarının çoğaltılma performansı, uygarlaşmanın olmazsa olmaz ve şaşmaz ölçütüdür.
Bu ülkede bireylerin ve örgütlerin inançlarına bağlılık derecesi, öldürebilme ve ölümü göze alabilme vasıflarıyla ölçülür. Hizbullahın kamuoyunda hemen bir nefret ve dehşet duygusuyla çevrilivermesi işkenceyle öldürülmüş kurbanların haliyle dayanılmaz görüntülerinin yanısıra, faillerin bülbül gibi konuştukları izleniminin yarattığı aşağılayıcı yargıyla da oluştu. Hizbullah kurdu değil, sırtlanı çağrıştırdı böylece. (Alaattin Çakıcının akrebi çağrıştırması gibi.) Her farklı Türkiyenin kendini özdeşleştirmekle iftihar ettiği muteber yırtıcılar kategorisine layık olamadılar. O yüzden de her birinin ait olduğu bir Türkiye var ise de, o Türkiyeler onlarla gurur duyduklarını bağırmayacak, ama dışlamayacak da.
Türkiye, endüstrileşme, ekonomik büyüme, kentleşme, okur-yazar oranının artışı, teknolojik yeniliklerin ve yeni tüketim nesnelerinin gündelik hayatta yaygınlaşması gibi modernleşmenin maddi olguları bakımından epeyce bir mesafe almış ve alacak görünmesine rağmen; bu ilerleme, fizik güç ve şiddetin siyasal-toplumsal itibarının azalmasına yol açmadı. Modernleşmeyle yükselen ve yüceltilen ekonomik gücün, paranın ve -maddi güce dönüştürülebildiği ölçüde- bilimin itibarı da bu arada arttı, ama modernleşmenin örnek toplumlarında bu yeni güçler, başlıbaşına yeterli bir itibar ve etkileyicilik sağlayıp, fizik gücü çok daha geri bir itibarlılık konumuna itebilmişken, Türkiyede bu olmadı.
Türkiyede modernleşmenin maddi göstergelerinin en hızlı çoğaldığı, yaygınlaştığı şu son yirmi yıl, bir yandan -çekirdeğinde fiziki güç ve şiddet kullanım tekelinin yer aldığı- devletin sürüp gelen toplum üstü konumunun daha da kurumsallaşmasıyla, bir yandan da toplumsal hayatın yeraltına itilmiş yasadışı şiddet ve fizik güce dayalı grupların -mafyaların- normal iktisadî faaliyet ve ilişkiler alanına girip yükselmeleriyle de yaşandı. Aynı dönemde birçok modern ve modernleşmekte olan ülkede de görülen bu olgunun, yaşanan neo-liberal hegemonyaya bağlı nedenleri, şüphesiz belirleyicidir bu süreçte. Ama Türkiyede bunun görece çok daha hızlı, belirgin ve yaygın oluşu; kendini öncelikle fiziki gücünde tanımlamış, üstünlük duygusunu bu gücün kullanım alanlarında tatmış ve bu nedenle ona yüksek değer atfetmiş bir kültürün bu güç ve güçlülük anlayışını korumuş olmasıyla gayet derinden ilişkilidir.
Modernleşme, çeşitli biçimlenişleriyle fiziki gücün statüsünü indiren ve buna bağlı olarak da devleti temsil ettiği fizik güç kullanma tekeliyle birlikte, modern toplumun yeni -iktisadî ... kültürel- güçleri ve güç ilişkileri zemininde araçsallaştıran bir süreçtir. Modernleşme öncesinin doğal yöneticiler zümresinin şahsında şekillenen toplum üzeri konumdaki devleti böylece yere indirilirken, yeni bir biçimlenişle birlikte üstünlük ve kutsallık payelerinden de soyundurulur. Zihniyet dünyasının güç türleri arasında kurduğu, varsaydığı hiyerarşi radikal bir dönüşüm geçirir ve pre-modern zihniyetin fizik güçle eşleştirebildiği yönetici, öteki güç biçimlerini düzenleyici işlev, ekonomik etkinliklerle doğrudan ilişkili güç türleri ile eşleştirilebilir ancak.
Türkiyede devlet hem toplum üstü konumunu, hem kutsallık halesini asla terk etmemiştir. Modernleşme misyonunun sahibi rolüne toplum ortak kabul etmeksizin soyunmuş ve modernleşmenin kendi konumunu indirgeyecek sonuçlarını olabildiğince baştan engelleyebilecek bir perspektifle davranagelmiştir. Bu tutum yukarıda özetlenen türden bir zihniyet dönüşümünün Türkiyede yaşanmamasında da başlıca faktördür. Hiç de paradoksal olmayan bir tarzda, sürecin bu niteliği, devletin bu modernleştiriciliğine karşı direnen, ayaklanan geniş toplum kesimlerinde geleneksel -kutsal- devlet anlayışının bir ütopya derecesinde pekişmesini de sağlamıştır. Pre-modern zihniyet dünyasının güç türleri arasında kurduğu hiyerarşinin bu kilit taşının pekişmesi, fizik gücü üst ve tüm öteki güç türlerinin kendisine tahvil edilmesi gereken güç sayan anlayışı da beslemiştir.
Türkiyede devlet modernleştirme misyonunu 1980li yılların arefesinde hemen tamamen terk etti. Zaten devleti -ve onun toplum üstü konumlanışını- kurtarmak amacı için tasarlanmış bir misyondu bu. Alternatif gelişme yollarına doğası gereği açık olan modernleşme sürecinin birçok zorunlu, kaçınılmaz gereğini, o amaç uğruna budamış bu tasarı, modernleşmenin alternatif yollarını toplumsal hareketlere ve tabana oturtan akımların 1960larla birlikte yükselişi ortamında fiilen dağılmış oldu ve devlet, tasarısının aslî amacına, devleti ve onun toplum üstü konumunu korumak ve kollama amacına çekildi.
DERİN DEVLET DERİN TOPLUM
Bu tarihten itibaren devlet, 1980 darbesi ve 1982 Anayasası ile ağırlığı daha da artan siyasal gücünü önceki dönemlerde pek rastlanmayan bir biçimde kullanmaya yöneldi. Askerî dikta döneminde görülmedik boyutlara varan işkence uygulamalarından kanunen aranan katillere, mafya mensuplarına devlet görevi verilerek hem Susurluka varan bir kanalın açılmasına ve en son Hizbullahın cinayetlerine ve faaliyetlerine -en azından- göz yumulmasına kadar uzanan ve Susurluktan sonra, derin devlet adı altında kategorize edilen bir devlet eylemleri dizisidir bu.
Bu derin devlet pratikleri, bu halleriyle hemen tüm devletlerin zaman zaman el altından tertipledikleri ve devlet görevlisi olmayan hattâ mafya mensubu olabilen kişilere yaptırdıkları gizli operasyonlara benziyor. Ancak kimi saygın devletlerin bile zaman zaman kullandıkları bu yöntem, eğer ortaya çıkarsa, kamuoyu hemen hemen toplu halde bunu kınar, utançlarını bildirir ve üstten başlayarak sorumluların derhal cezalandırılmasını talep ve takip eder. Oysa Türkiyede ne 12 Eylül işkenceleri ayyuka çıkmışken böyle bir genel toplum tepkisi oluştu; ne Susurlukta, görece gayet yaygın bir tepkiyle karşılaşılmış olsa da, benzer bir sonuç alınabildi. Hizbullaha devletçe gözyumulduğu, hattâ yol açıldığı iddiası da bir dizi karineyle destekleniyor olsa da, toplumun devletten ısrarla hesap sorduğu bir kampanyaya yol açmayacak görünüyor.
Çünkü bütün bu olayları hanesine yazdığımız derin devletin Türkiye toplumunda da bir izdüşümü, bir derin Türkiye vardır. İşkencenin suçluyu söyletmek için pekâlâ kullanılabileceğine inanan, devletin bizim de ciddi sorun saydığımız olaylara müdahale etmek için sınırsız ve her çeşitten güç ve imkânı kullanması gerektiğine, kendisi için konulmuş kanun ve kuralları da çiğneyebilmesine gönülden hak veren hayli geniş -belki de toplum çoğunluğunu oluşturan- bir kesim var.
Bu kesimin en açık sözcüleri Susurluk döneminde ışıklar yakılıp söndürülürken, hepimizin gözlerinin içine bakarak yığınla suça batmış derin devlet mensubu ve mafya bağlantılı yardakçılarına, onlarla gurur duyduklarını haykırdılar.
Onları böyle şerefli saymaları, cinayet ve eroin ilişkili de olsa bir devlet eylemine katılmış olmalarından ötürü müdür, yoksa bu ve benzeri işleri devlet eylemi olarak yaşarken, fizik gücün en kısıtsız, pervasız ve mutlak haliyle bütünleşmenin bir ideal sayılmasından mıdır?
Bu kesim, derin devletle derin Türkiyenin sürekli bağlantı kanalı içinde yer alanlardır. Devleti fizik gücün en yoğun ifadesi olarak benimseyen bu kesim, devletin gücünü bu yoğunlukta kullandığı her durumda onu desteklemeye hazırdır. Dolayısıyla derin Türkiyenin çekirdeğinde yer alırlar. Temsil etmekte ve sahiplenmekte yeteneksiz oldukları modern güç türlerine devletin gücüne eklenti olabildikleri ölçüde ve bu biçimiyle hayran olabilir, ama özdeşleşemeyecek kadar uzağında, yabancısı olduklarının bilincindedirler. Bunların değişimi zorlayan, kaçınılmaz kılan nitelikleri sürekli bir tehdit ve teyakkuz hali içinde bırakır o kesimi.
İkinci halka modernleşme dinamiklerini sürekli bir tehdit olarak algılayagelmiş İslâmî çevre ve cemaatlerden oluşur. İdealleri bu tehditi püskürtebilecek güçte bir devlete sahip olmalarıdır. O güçte bir devletin kendilerine sahip çıkmasıyla da yetinebilirler. O nedenle gücünü kendilerine karşı kullanmıyor, hattâ kolluyor ise devletin kendi kurallarını açıkça çiğneyen bir mutlak güç eyleminin arkasındadırlar.
Derin Türkiyenin kelimenin her anlamıyla en sığ kısmını sessiz çoğunluk oluşturur. Derin devlet, harıl harıl işbaşındayken sessizliğini bozmayan, eylemi kusulunca bilmiyor, görmemiş, aklına bile getirmemişliğin, bu masumluğun Türkiyesidir. Onun böylece konuşması, derin Türkiyenin örtüsünün konuşmasıdır sadece. Tıpkı o durumlarda devletle asla ilgisi olamaz, suçlular cezalandırılacaktır diyen devlet yetkililerinin devletin örtüsü olarak konuşmaları gibi.
Ömer Laçiner
Şu son yıllarda Türkiye toplumu, düzen ve durumumuzun -en hafif deyimiyle- iç karartıcı gerçekliklerini asgari sağlıklı bir toplum ve düzen için kabul edilemez pespayelikte, endişe ve ürperti yaratan ilişki ağlarını su yüzüne çıkartan, Susurluk ve Alaattin Çakıcı gibi olayları, haftalarca gündemin başköşesine oturtarak yaşadı. Şimdi de Hizbullah olayını benzer biçimde yaşama sürecinin ortasında.
Tıpkı önceki olaylar gibi bu Hizbullah olayı da topluma, hakkındaki gerçekleri öğrendikçe dehşete düştüğümüz, şoke olduğumuz bir olay formatında sunuluyor, işleniyor ve tartışılıyor. Susurluk olayının ilk haftalarında ve Alaattin Çakıcının kasetleri sırayla yayımlandığında da kamuoyu oluşturucu odaklar tarafından yaratılan ve çoğumuzun hemen adapte oluverdiği hava da böyleydi. O zamanlarda da şimdi de olayı konuşan, tartışan, yorumlayan çoğu kişi ve çevre, ortaya çıkan gerçekler ve bunların kanıtları karşısında dehşete kapılmış, şoke olmuşluk havası takınarak söze başlıyor.
Böylesi bir tavır, eğer tam bir ikiyüzlülük değilse, sistemli bir cehaletin, kasıtlı bir bilgisizliğin ürünü olabilir ancak. Çünkü, bir olay ve onun gösterdiği gerçekler karşısında dehşete kapılmamız, şoke olmamız ve sahici bir infial duyabilmemiz için, o gerçeklerin varlığına dair açık kanıtların, hattâ belirtilerin görülmemiş olması, öyle bir olayı ihtimal dışı sayan bir ortamda yaşanıyor olunması gerekir. Oysa, eğer örneğin Susurluk, devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin gayet müstehçen bir dışavurumu ise, 1996 Kasımından önce bu ilişkilerin çok çeşitli ve yaygın biçimlerine bizzat tanık olmamış, duymamış normal bir Türk vatandaşı var mıydı, diye sormak gerekmez mi?
1980li yıllarda ortalığı sarmış çek-senet ve arazi mafyalarının geleneksel yeraltı sektörlerinden taşıp normal iş dünyasının yukarılarına doğru sarkan pek çok namlı -eski ülkücü- mafya babalarının, onlardan geçtik, kıdemli tetikçilerin adi mafya işlerinden yakalandıklarında bile, devlet için -de- çalıştıklarını, konuşursa ortalığın birbirine gireceğini ilân edişine defalarca tanık olmadık mı?
Susurluk olayında tek şaşılacak nokta belki de Hüseyin Kocadağ gibi -ülkücü mafyalarla doğal olarak içli-dışlı olacak emniyet görevlileri kategorisine girmediği sanılan, öyle bir imajı olan- birinin ünlü Mercedes üçlüsünde yer alıyor oluşu idi. Benzer üçlülerin daha az meşhur kişilerden oluşmuş ilmiklerinin ülkeyi Çankaya eteklerine kadar sardığı, herkesin az çok bildiği bir sır değil miydi? Susurluk ile görüp fevkalade şaşırmış, dehşete düşmüş gibi yaptığımız esrar, böyle bir esrardı işte.
Alaattin Çakıcının büyük ihale ve kredi işlerinde, rant muslukları civarında ne biçim bir rol oynadığı, nerelerden düzenli haraç aldığı, merkez-sağ siyasetçiler, MİT ve emniyetle samimiyet derecesi yıllardır bilinmiyor, neredeyse bir veri sayılmıyordu da, Eyüp Aşıkla muhabbetli kasetlerini, Korkmaz Yiğitin vücut kimyasından söz ettiği video bantlarını dinleyince mi öğrenip şoke olduk?
Susurluk ve Alaattin Çakıcı olaylarında sahici bir dehşete kapılma, şoke olma sözkonusu olmadığı için, sahici bir infial duyduğumuz da söylenemez. Ve böyle olduğu için de bu iki olayın ortaya koyduğu gerçeklere karşı gösterilen tepkinin, o hep beraber verir gibi yaptığımız, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün, bu sözün arkasındaki kararlılık çapının sonuçları da ortada.
NEREDEN ÇIKTI BU HİZBULLAH!
Tekrar dönmek üzere, şimdi de yeni olayımıza, Hizbullah vakasının seyrine bakalım biraz.
Hizbullah adlı bir örgütün Güneydoğu Anadoluda PKK yandaşı saydığı yüzlerce insanı öldürdüğü 1990ların başından beri söyleniyordu. Diyelim ki, sıradan vatandaşların çoğu, büyük medya ve devlet propagandasının telkinlerine uyarak, o söylentilerin maksatlı olduğuna inanıp kulak vermemişti. Peki de, aynı Hizbullahın PKKlı saydıklarının yanısıra pek çok Müslüman camia mensubunu da çeşitli nedenlerle katlettiğini bilen, bilmesi gereken İslâmcı camiadan hiç değilse o cinayetleri kınayan, eleştiren, hemen hiçbir sesin bunca zaman içinde çıkmaması nedendir acaba?
Bu suskunluk yasasının Hizbullah İstanbula, Batı illerine sarkıp, burada da birtakım Müslüman işadamlarını, haraca bağlamaya ve itaatsizleri kaçırmaya başladığında bile bozulmadığını biliyoruz. Kaçırılanların sayısı belli bir miktara varıncaya ve içlerinden birinin ailesi polise haber verinceye kadar iç dünyada saklandı bu bilgi. En az iki yıldır İstanbul ve Batıda bu tür faaliyetlerde bulunan örgütün yaptığı işkencelerin ve infazların video bantlarını propaganda için, örgüte yeni elemanlar kazandırmak için kullandığı da söyleniyor. Örgütten kimi ayrılmaların olduğu ve bunların öteki İslâmî örgüt ve cemaatlere sığındığı da dikkate alınırsa, Hizbullahın ne olduğu, neler yaptığı ve yapabileceğine dair genel cemaatin bir hayli yaygın bilgiye sahip olduğu söylenmelidir.
Dolayısıyla polis operasyonu başlayıp Hizbullahın mezarlıkları açıldıkça, İslâmcı basın ve sözcülerin dehşete kapılmış, şoke olmuşlar korosuna aynen katılması ne anlama geliyor acaba?
PKK ile savaş hali devam ederken, Hizbullahın varlığını bile reddeden, varsa bile göz yumduklarını söyleyen, böylece Hizbullaha destek verildiği iddialarını üstü kapalı kabullenen devlet yetkilileri yok muydu? 28 Şubat sürecinde yani baş tehditin artık bölücülük değil, irtica olduğunun resmen ilân edildiği dönemde bile bu Hizbullahtan pek söz etmediklerini de ekleyin buna. O sıralarda toplumu kanlı bir şeriatçı ayaklanma tehlikesinin varlığına inandırmak için vargücüyle uğraşanlar, türbanlı öğrenci kızları bu tehlikenin simgesi gibi gösterirlerken, Hizbullahın var olduğunu da biliyorlardı; onun şimdi İstanbulda, Konyada açılan mezar evlerinin çoktandır çalışmakta olduğunu da. Sadece devletin ilgili birimleri değil, Güneydoğu Anadolu illerinde örgütü olan tüm partiler, o bölgeyle ticari ilişkileri olan her firma, 1990larda orada yaşamış, seyahat etmiş tanıdıklarıyla neler olduğunu konuşabilmiş herkes Hizbullaha ve işledikleri hunharca cinayetlere dair mutlaka bir şeyler biliyordu.
Bunların 28 Şubat sürecinde dahi gündeme getirilmeyip, bunca yıl sonra sanki ilk defa karşılaşılıyormuş havasıyla yaygın bir operasyon konusu haline getirilmesi, elbette bir siyasal stratejiyle, bir zamanlama hesabıyla ilişkilidir. Güvenlik güçlerinin yaklaşık bir-iki ay öncesinde Hizbullaha karşı operasyon için hazırlık emri aldıkları anlaşılıyor. Belki de şu son aylar içinde İBDA-C ve Adnan Hocacılar denilen kesime karşı başlatılan operasyonlar da bu emrin ikincil parçalarıdır.
SİYASET ALANI VE GÜÇ-İKTİDAR
Eğer ortada bir siyasal strateji ya da zımni bir siyasal uzlaşma var ise -ki gerek ordu ve hükümet partileri ve gerekse sözkonusu örgütlerle sıfat ortaklığı olan FPnin tavrı sessiz ya da kendiliğinden bir uzlaşmanın olduğu ihtimalini destekler mahiyettedir- bu düzeyde olup bitenleri, burada belirlenen zamanlama gibi boyutları -az önce kullandığımız- riyakârlık vb. etik terimlerle yargılayamayız. Çünkü bu düzey, ahlâki ve ideolojik kaygıların, kıstasların da güç ilişkilerine, denge hesaplarına tahvil edildiği, öylece araçlaştırıldığı yerdir. Bu bakımdan devletin yıllarca Hizbullaha dokunmamasını, hattâ el altından desteklemiş olabileceğini o yıllara damgasını vuran PKKya karşı askerî çözüm stratejisi içinde yorumlayabiliriz ancak. Hizbullahın hem aşırı dinci ve anti-Atatürkçü, hem de Kürt orijinli bir hareket olma iddiasına rağmen, terörünü devlete asla yöneltmeyip, Kürt PKKya ve Kürt-Müslüman öteki hiziplere yöneltme stratejisini de etik ve ideolojik kıstaslarla anlamlandıramayız. Çünkü siyaset, araç veya örtü olarak hangi ideolojik ve ahlâki argümanları kullanıyor olursa olsun, güç ve iktidar mantığının alanıdır. Kendini siyaset alanına teksif ederek, oradan hedefine varacağını sanan her ideoloji, er geç o mantığa teslim olmak, kendi iç değer ve kıstaslarını güç kavgasına ve iktidarın soğuk mantık ve argümanlarına yem etmekten kaçınamaz. Devlet bu mantık içinde Hizbullahı asıl -PKKya karşı- mücadelesinde kullanabilir bir güç addedip, ona dokunmaz veya desteklerken bir iti ite kırdırma taktiği uyguladığını da düşünebilir. Güneydoğu Anadolunun sosyo-politik, dinî özelliklerinin belli bir tarihsel bağlamının -1980lerin Ortadoğusu- ürünü olan Hizbullah da bir kukla oluşum değildir. Ve devletin kendine ilişkin böyle bir hesabı olduğunu bilmediği de düşünülemez. O da kendince bir devleti kullanmak hesabı yapmıştır elbet. Devletin ona ihtiyacı olduğu süre içinde yeterince güç sahibi olabilir, bu arada devlet ve PKK yeterince yıpranmış, güçten düşmüş hale gelebilirse; bu kez kendisinin ayakta kalabileni ezip, oyunu kazanabileceğini düşünmüş, stratejisini bu ihtimal üzerine kurmuş olmalıdır.
Bölgede geleneksel olarak geniş bir oy deposuna sahip olan (MNP-MSP-RP) FP, yönetimine egemen Türk-Müslüman-Hanefi kimliğiyle, bu oy depolarının ağırlıklı Kürt-Müslüman ve Şafii karakteri arasındaki bitişme çizgisinin dinî hassasiyet ve milliyetçilikleri birlikte arttıran şu son on yıllar içinde hayli zorlanmakta olduğunun elbette farkındadır. Ve burada artan gerilimin yer yer, ortak zemini çatlatacak düzeye vardığını, birkaç kez -en son 1999 seçimleri arefesinde- karşılaştığı sorunlardan ötürü gayet iyi bilmektedir. Hizbullahın bu ortam ve süreçten beslendiği, FPye karşı mesafeli bir duruşu temsil ettiği de ortadadır. Bu da Hizbullahın, -o basmakalıp zaptiye literatüründen alınma deyimle- bir avuç teröristten ibaret bir örgüt olmayıp, en azından Güneydoğuda hatırı sayılır bir kitle desteği içinde hareket ettiğini bilmek demektir. RP, hiç değilse seçimlerde kendine oy olarak güç katan bu desteği kaybetmemek, en azından zayıflatmamak için Hizbullah ve benzeri oluşumlara karşı açık tavır alamaz. Siyasetin mantığına uymaz bu. Orada bir askerî çözüm siyaseti izleyen devletin de Hizbullaha -o siyasetin başarı koşulları oluşuncaya kadar- dokunmamasının da bir nedeni budur.
MHPden ANAPa öteki sağ partilerin de Hizbullahın taban bulduğu geniş şeyh aşiretleri kesimi üzerinden politika yaptıkları, oy gücü edinmeye çalıştıkları malûm olduğuna göre, onların da Hizbullahın varlık ve eylemlerini görmezden gelmeleri; askerî çözüm politikasının Hizbullaha zımni destek tutumuna onay vermeleri, siyaset mantığı açısından normaldir.
Riyakârlık, siyaseten -kabaca- böyle düşünülüyor, böyle davranılıyor -böyle düşünülmüş, böyle davranılmış- olmasına, ortada bunun pek çok emaresi, karinesi ve kanıtı olmasına rağmen, sözde daima inkâr ediliyor olmasındadır.
İNKAR YA DA MÜNFERİTLEŞTİRME
Şimdi bu son olayda da adı geçen -devletten Hizbullaha, siyasal partilerden cemaat temsilcilerine kadar- her politik aktör kalben düşünüş ve davranışını haklı, makûl saymakta devam ediyordur, ama bu kanaatini asla açıkça dillendirmeyecektir. Çünkü ortada iğrenç bir gerçek vardır. O nedenle, bu gerçekle ilintili-ilişkili olan herkes, ya hiçbir ilişkisi olmadığını iddia ederek, ya da pek mümkün değilse kendi ilintisi-ilişkisi açısından o gerçeği -olayı- münferitleştirmeye çalışacaktır. Örneğin Hizbullahın askerî çözüm politikası çerçevesinde bu noktaya kadar gelebildiği iddiası reddedilecek ya da eğer yıllardan beri öne sürülen Hizbullaha zımni devlet desteği-göz yumması, belgelerle kanıtlanır, bu işi yürüten görevlilerin adı ortaya çıkarsa, bu kez bunun bazı işgüzar görevlilerin münferit davranışı olduğu tezine geçilecektir.
Şüphesiz başka bir münferitleştirme de sağ partiler ve bilhassa FP tarafından yapılacaktır. Hizbullahın yüce dinimiz İslâmla hiçbir bağlantısının olamayacağı peşrevinden sonra, onca din görevlisinin, Kuran kursu vb. dinî kurumun, şeyhlik, aşiret ilişkileri gibi dinî-toplumsal şekillenmelerin karıştığı bu olay, bazı münferit kişilerin sırtına yıkılarak, onların düne kadar içinde sayıldığı bütün temize çıkarılacaktır. Demirelin cinayet işleyen bir sürü devlet görevlisinin bunları yüksek yerlerdekilerinin sözlü emir veya göz yummalarıyla yaptıkları karinelerle ortadayken bile, devlet cinayet işlemez demesi, bu tür olayları bıkmadan münferit sayması gibi. Kuşkusuz onun gibilere tavrının somut gerçekle uyuşmadığını anlatmaya çalışmak boşunadır. Çünkü o, Maraş katliamı gibi bir olaydan sonra bile bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz diyebilen kişidir.
Bu faslı, tamamlayıcı bir noktaya işaret ederek geçelim.
Sözle sahiplenilmeyen, ama kalben veya siyaseten ilintili, ilişkili olunan bir eylem veya grup bir biçimde suçüstü yakalandığında; eğer ilintili oldukları -devlet, büyük siyasal parti veya cemaatleri gibi- bütünlerle ilişki halinde bu suçu işlediklerini kanıtlayabilecek, daha da fazlasını yapabilecek güç ve güvende iseler, bir yandan yaptıysak ne olmuş yani üslûbuyla işi sahiplenir ve böylece aynı zamanda o bütünleri -sözle değilse bile fiilen- arkalarında durmaları için ikaz etmiş olurlar ve aynı zamanda da bu ele vermeyen tavırlarıyla o bütünlerin takdir duygularını da alırlar. Susurluk olayının kahramanları tam bir örnektir burada. Mehmet Ağardan Oral Çelike, Veli Küçükten Haluk Kırcı, Sedat Bucaka ve özel tim mensuplarına kadar Susurlukun tüm öne çıkmış isimleri bu konuşursam... tehdidini de hissettiren tavırlarıyla sürekli bir kollamanın, açıkça sahiplenilmeden arka çıkmanın keyfi ve hattâ itibarı ile çevrili değil mi? Devlet, sağ ve milliyetçi camiaların resmî sözcüleri Susurluk olayını kınama işini hiç sektirmezken, bu kahramanlardan gurur duyduğunu, her vesileyle haykıran Türkiyenin, sözcüsü oldukları Türkiye olduğunu da biliyorlar. Hepimiz de biliyoruz bunu. Peki de bu görev taksimi niye?
Hiç şüphe edilmesin ki, bir süre sonra -elbette Susurluk kahramanlarına olduğu gibi alenen ve pervasızca değilse bile- bu Hizbullah savaşçılarından da gurur duyanlar çıkacaktır. Sivas yangınının zanlılarından esirgenmeyen destek, ceza alacak Hizbullah sanıklarının sayısını asgariye indirmek için gösterilecek cemaat yardımları biçiminde başlayıp; kimbilir zamanla devletin oyununa gelmiş, ya da onun ajanlığını yapmış birilerinin gadrine uğramış dindaşlarımız argümanıyla da beslenecek daha aleni bir dayanışmaya da dönüşebilir.
Hizbullah olayının bunca nefret, dehşet uyandırmasına rağmen mi? Evet, çünkü bu nefret, dehşet havasının sahici bir duygu olmadığını bir yönüyle anlatmaya çalıştım yukarıda. Başka yönlerine, biraz daha derine de eğilelim. Cinayete, bir biçimde siyasal nedenle adam öldürmenin bizatihi kendisine karşı mı duyuluyor bu dehşet ve nefret?
Hayır, çünkü hepimizin derece derece paylaştığı siyasal kültürümüz kendimizin benimsediği siyasal amaç ve gerekçelerle karşıt hattâ yakın kişilerin öldürülmesini meşrû sayar. Dahası yüceltmeye de açıktır. Dehşet ve nefret, belki öldürme şeklinden veya öldürülenlerin kimliğinden dolayıdır ve bu anlamda sahici bir yanı olabilir. Çünkü Hizbullah örneğinde işkenceyle öldürmenin hayli yaygın olduğu anlaşılıyor ve galiba örgütün evlerine gömülmüş olanların hepsi onlarla bir biçimde yakınlığı olan -veya olmuş- Müslüman kimlikli kişiler. Hizbullahın cinayet bilançosunda büyük çoğunluğu oluşturan PKK - solcu kurbanların pek çoğunun gömüldükleri yerleri bile unutmuş olmalılar. Hatırlanacağı üzre, birkaç ay önce Batmanda bu kurbanların günlerce işkenceden geçirildikleri yeraltı hücreleri bulunmuştu, ama ne ölenlerin kimliklerini ve nereye gömüldüklerini soran eden olmuştu ne de bu cinayetlerden dehşete kapılmışlık havası doğmuştu. Çünkü onlar çoğunluk ve egemen görüş açısından ötekilere dahildiler.
Siyasetin kelime olarak öldürme anlamına geldiği bu topraklarda, öldürme siyasetin yerine göre kaçınılmaz, hattâ gerekli bir yöntemi sayılagelmiştir. Ayrıca öldürme, siyasî amaç, gerekçe taşımadığı çoğu durumlarda bile nefret ve dehşet konusu olmaktan çok, bir güç ve güçlülük tezahürü, kanıtı olarak görülür ve hattâ yapana itibar bile kazandırır. Öldürmüş birine karşı duyulan en yaygın olumsuz duygu korkudur, iğrenme değil.
Neredeyse kaynağı ve kullanım tarzına bakılmaksızın gücün, güçlü olmanın bizatihi kendisine tanınan bu saygın statü, gücün, güçlü olmanın cazibesine kapılma kolaylığı; varoluşumuzun doğal -hayvani- boyutunun belirleyiciliğinden ne ölçüde kurtulduğu ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü kaba, fizik güç biçimlerinin, insan ilişkilerinin her türünde azalma, yok olma derecesi ile, yaratılan yeni güç ve güçlü olma biçimlerinin kaba gücünkilere benzer konum ve ilişkilere yol açmayacak biçimde geliştirme yetenek ve imkânlarının çoğaltılma performansı, uygarlaşmanın olmazsa olmaz ve şaşmaz ölçütüdür.
Bu ülkede bireylerin ve örgütlerin inançlarına bağlılık derecesi, öldürebilme ve ölümü göze alabilme vasıflarıyla ölçülür. Hizbullahın kamuoyunda hemen bir nefret ve dehşet duygusuyla çevrilivermesi işkenceyle öldürülmüş kurbanların haliyle dayanılmaz görüntülerinin yanısıra, faillerin bülbül gibi konuştukları izleniminin yarattığı aşağılayıcı yargıyla da oluştu. Hizbullah kurdu değil, sırtlanı çağrıştırdı böylece. (Alaattin Çakıcının akrebi çağrıştırması gibi.) Her farklı Türkiyenin kendini özdeşleştirmekle iftihar ettiği muteber yırtıcılar kategorisine layık olamadılar. O yüzden de her birinin ait olduğu bir Türkiye var ise de, o Türkiyeler onlarla gurur duyduklarını bağırmayacak, ama dışlamayacak da.
Türkiye, endüstrileşme, ekonomik büyüme, kentleşme, okur-yazar oranının artışı, teknolojik yeniliklerin ve yeni tüketim nesnelerinin gündelik hayatta yaygınlaşması gibi modernleşmenin maddi olguları bakımından epeyce bir mesafe almış ve alacak görünmesine rağmen; bu ilerleme, fizik güç ve şiddetin siyasal-toplumsal itibarının azalmasına yol açmadı. Modernleşmeyle yükselen ve yüceltilen ekonomik gücün, paranın ve -maddi güce dönüştürülebildiği ölçüde- bilimin itibarı da bu arada arttı, ama modernleşmenin örnek toplumlarında bu yeni güçler, başlıbaşına yeterli bir itibar ve etkileyicilik sağlayıp, fizik gücü çok daha geri bir itibarlılık konumuna itebilmişken, Türkiyede bu olmadı.
Türkiyede modernleşmenin maddi göstergelerinin en hızlı çoğaldığı, yaygınlaştığı şu son yirmi yıl, bir yandan -çekirdeğinde fiziki güç ve şiddet kullanım tekelinin yer aldığı- devletin sürüp gelen toplum üstü konumunun daha da kurumsallaşmasıyla, bir yandan da toplumsal hayatın yeraltına itilmiş yasadışı şiddet ve fizik güce dayalı grupların -mafyaların- normal iktisadî faaliyet ve ilişkiler alanına girip yükselmeleriyle de yaşandı. Aynı dönemde birçok modern ve modernleşmekte olan ülkede de görülen bu olgunun, yaşanan neo-liberal hegemonyaya bağlı nedenleri, şüphesiz belirleyicidir bu süreçte. Ama Türkiyede bunun görece çok daha hızlı, belirgin ve yaygın oluşu; kendini öncelikle fiziki gücünde tanımlamış, üstünlük duygusunu bu gücün kullanım alanlarında tatmış ve bu nedenle ona yüksek değer atfetmiş bir kültürün bu güç ve güçlülük anlayışını korumuş olmasıyla gayet derinden ilişkilidir.
Modernleşme, çeşitli biçimlenişleriyle fiziki gücün statüsünü indiren ve buna bağlı olarak da devleti temsil ettiği fizik güç kullanma tekeliyle birlikte, modern toplumun yeni -iktisadî ... kültürel- güçleri ve güç ilişkileri zemininde araçsallaştıran bir süreçtir. Modernleşme öncesinin doğal yöneticiler zümresinin şahsında şekillenen toplum üzeri konumdaki devleti böylece yere indirilirken, yeni bir biçimlenişle birlikte üstünlük ve kutsallık payelerinden de soyundurulur. Zihniyet dünyasının güç türleri arasında kurduğu, varsaydığı hiyerarşi radikal bir dönüşüm geçirir ve pre-modern zihniyetin fizik güçle eşleştirebildiği yönetici, öteki güç biçimlerini düzenleyici işlev, ekonomik etkinliklerle doğrudan ilişkili güç türleri ile eşleştirilebilir ancak.
Türkiyede devlet hem toplum üstü konumunu, hem kutsallık halesini asla terk etmemiştir. Modernleşme misyonunun sahibi rolüne toplum ortak kabul etmeksizin soyunmuş ve modernleşmenin kendi konumunu indirgeyecek sonuçlarını olabildiğince baştan engelleyebilecek bir perspektifle davranagelmiştir. Bu tutum yukarıda özetlenen türden bir zihniyet dönüşümünün Türkiyede yaşanmamasında da başlıca faktördür. Hiç de paradoksal olmayan bir tarzda, sürecin bu niteliği, devletin bu modernleştiriciliğine karşı direnen, ayaklanan geniş toplum kesimlerinde geleneksel -kutsal- devlet anlayışının bir ütopya derecesinde pekişmesini de sağlamıştır. Pre-modern zihniyet dünyasının güç türleri arasında kurduğu hiyerarşinin bu kilit taşının pekişmesi, fizik gücü üst ve tüm öteki güç türlerinin kendisine tahvil edilmesi gereken güç sayan anlayışı da beslemiştir.
Türkiyede devlet modernleştirme misyonunu 1980li yılların arefesinde hemen tamamen terk etti. Zaten devleti -ve onun toplum üstü konumlanışını- kurtarmak amacı için tasarlanmış bir misyondu bu. Alternatif gelişme yollarına doğası gereği açık olan modernleşme sürecinin birçok zorunlu, kaçınılmaz gereğini, o amaç uğruna budamış bu tasarı, modernleşmenin alternatif yollarını toplumsal hareketlere ve tabana oturtan akımların 1960larla birlikte yükselişi ortamında fiilen dağılmış oldu ve devlet, tasarısının aslî amacına, devleti ve onun toplum üstü konumunu korumak ve kollama amacına çekildi.
DERİN DEVLET DERİN TOPLUM
Bu tarihten itibaren devlet, 1980 darbesi ve 1982 Anayasası ile ağırlığı daha da artan siyasal gücünü önceki dönemlerde pek rastlanmayan bir biçimde kullanmaya yöneldi. Askerî dikta döneminde görülmedik boyutlara varan işkence uygulamalarından kanunen aranan katillere, mafya mensuplarına devlet görevi verilerek hem Susurluka varan bir kanalın açılmasına ve en son Hizbullahın cinayetlerine ve faaliyetlerine -en azından- göz yumulmasına kadar uzanan ve Susurluktan sonra, derin devlet adı altında kategorize edilen bir devlet eylemleri dizisidir bu.
Bu derin devlet pratikleri, bu halleriyle hemen tüm devletlerin zaman zaman el altından tertipledikleri ve devlet görevlisi olmayan hattâ mafya mensubu olabilen kişilere yaptırdıkları gizli operasyonlara benziyor. Ancak kimi saygın devletlerin bile zaman zaman kullandıkları bu yöntem, eğer ortaya çıkarsa, kamuoyu hemen hemen toplu halde bunu kınar, utançlarını bildirir ve üstten başlayarak sorumluların derhal cezalandırılmasını talep ve takip eder. Oysa Türkiyede ne 12 Eylül işkenceleri ayyuka çıkmışken böyle bir genel toplum tepkisi oluştu; ne Susurlukta, görece gayet yaygın bir tepkiyle karşılaşılmış olsa da, benzer bir sonuç alınabildi. Hizbullaha devletçe gözyumulduğu, hattâ yol açıldığı iddiası da bir dizi karineyle destekleniyor olsa da, toplumun devletten ısrarla hesap sorduğu bir kampanyaya yol açmayacak görünüyor.
Çünkü bütün bu olayları hanesine yazdığımız derin devletin Türkiye toplumunda da bir izdüşümü, bir derin Türkiye vardır. İşkencenin suçluyu söyletmek için pekâlâ kullanılabileceğine inanan, devletin bizim de ciddi sorun saydığımız olaylara müdahale etmek için sınırsız ve her çeşitten güç ve imkânı kullanması gerektiğine, kendisi için konulmuş kanun ve kuralları da çiğneyebilmesine gönülden hak veren hayli geniş -belki de toplum çoğunluğunu oluşturan- bir kesim var.
Bu kesimin en açık sözcüleri Susurluk döneminde ışıklar yakılıp söndürülürken, hepimizin gözlerinin içine bakarak yığınla suça batmış derin devlet mensubu ve mafya bağlantılı yardakçılarına, onlarla gurur duyduklarını haykırdılar.
Onları böyle şerefli saymaları, cinayet ve eroin ilişkili de olsa bir devlet eylemine katılmış olmalarından ötürü müdür, yoksa bu ve benzeri işleri devlet eylemi olarak yaşarken, fizik gücün en kısıtsız, pervasız ve mutlak haliyle bütünleşmenin bir ideal sayılmasından mıdır?
Bu kesim, derin devletle derin Türkiyenin sürekli bağlantı kanalı içinde yer alanlardır. Devleti fizik gücün en yoğun ifadesi olarak benimseyen bu kesim, devletin gücünü bu yoğunlukta kullandığı her durumda onu desteklemeye hazırdır. Dolayısıyla derin Türkiyenin çekirdeğinde yer alırlar. Temsil etmekte ve sahiplenmekte yeteneksiz oldukları modern güç türlerine devletin gücüne eklenti olabildikleri ölçüde ve bu biçimiyle hayran olabilir, ama özdeşleşemeyecek kadar uzağında, yabancısı olduklarının bilincindedirler. Bunların değişimi zorlayan, kaçınılmaz kılan nitelikleri sürekli bir tehdit ve teyakkuz hali içinde bırakır o kesimi.
İkinci halka modernleşme dinamiklerini sürekli bir tehdit olarak algılayagelmiş İslâmî çevre ve cemaatlerden oluşur. İdealleri bu tehditi püskürtebilecek güçte bir devlete sahip olmalarıdır. O güçte bir devletin kendilerine sahip çıkmasıyla da yetinebilirler. O nedenle gücünü kendilerine karşı kullanmıyor, hattâ kolluyor ise devletin kendi kurallarını açıkça çiğneyen bir mutlak güç eyleminin arkasındadırlar.
Derin Türkiyenin kelimenin her anlamıyla en sığ kısmını sessiz çoğunluk oluşturur. Derin devlet, harıl harıl işbaşındayken sessizliğini bozmayan, eylemi kusulunca bilmiyor, görmemiş, aklına bile getirmemişliğin, bu masumluğun Türkiyesidir. Onun böylece konuşması, derin Türkiyenin örtüsünün konuşmasıdır sadece. Tıpkı o durumlarda devletle asla ilgisi olamaz, suçlular cezalandırılacaktır diyen devlet yetkililerinin devletin örtüsü olarak konuşmaları gibi.