- 20 Ağu 2011
- 19
- 0
751'de Arapların Çinliler üzerindeki Talas galibiyetinden sonra İslamiyet Türkler arasında yayılmaya başladı. Fakat Türklerin kitle halinde ancak 10. yy ilk yarısında Karahanlılar Devletinde kendi istekleri ile Müslüman oldukları görülür. Türklerin ulaştıkları tek tanrı düşüncesi, savaşçı; yoksulları doyurma, kurban törenleri, bilim sevgisi gibi gelenekleri İslamiyetin Tanrı anlayışı, cihat, zekat, sadaka, kurban, bilim anlayışı ve uygulamalarıyla büyük benzerlikler gösterdiği için onların bu yeni dini benimsemeleri zor olmadı.
Türkler, İslamı benliklerine sindirdikten sonra, gerçek müslümanın en mükemmel insan olduğuna yürekten inandılar. Geçmişi tedavi etmek ve kendilerini gerçeğe ulaştıran bu dine karşı borçlarını ifa etmek azmiyle hayatlarını tamamıyla bu dine adadılar. İslama hizmet etmek artık onların milli ideali oldu.
Türkler İslama siyasi olarak ilk defa Abbasiler zamanında hizmet etmişlerdir. Abbasi Halifelerinden Memun ve Mutasım, Türklerin İslam ülkelerine gelmelerine çalıştılar. İçte mezhep kavgaları, dışta Bizans ile uğraşan Abbasiler bu iki önemli sorunu Türk askeri gücüyle aşmaya çalıştılar. Mutasım Türk askerleri için Bağdat yakınlarında Samerra şehrini kurdular (836). Bizans sınırı boyunca kurulan Avasım şehirlerine (Diyarbakır, Malatya, Manas, Antakya, Adana, Tarsus) Türk askeri birlikleri yerleştirildi. Türkler Bizansa karşı İslam dünyasının savunuculuğunu üstlenmiş oldular.
Türkler XI. yüzyıl sonlarında başlayan ve XIII. yüzyıl sonlarına kadar devam eden Haçlı seferleri sırasında, İslam dünyasını korudular ve savundular. Bu olayı şu örnekle açıklayabiliriz:
100.000 kişilik ilk Haçlı ordusu Edirne yakınlarındaki Sırpsındığında geceleme kararı vermiş ve ertesi gün kazanacağı zaferin şenliğine bir gün önceden başlamıştı. Sınırı korumakla görevli olan Hacı İlbey, 10.000 kişilik süvarisiyle düşmana gece baskını yapmaya karar verdi ve baskından önce yaptığı konuşmada askerlerine şöyle hitap etti: Arkadaşlar! Biz buralara kadar Allahın ismini yüceltmek ve İslamı yaymak için geldik.
Baskın yapıldı. Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldı. Hacı İlbeyin şu sözleri Müslüman Türkün en büyük milli idealini formülleştirmektedir. Allahın dinine hizmet etmek böylece Onun rızasını kazanmak ve bu uğurda şehit olmak Türkün en çok imrendiği ve istediği bir gaye olmuştur. Zaten İslamın gayesi olan kainat fanusunu ezan sesleriyle çınlatmak arzusu, atalarımızın kanını tutuşturmuştur. fi sebilillah cihad ideali onları yağız atların sırtında asırlarca serhat boylarında koşturmuştur.
Müslüman Türkün bu özlemini bilmeyen yoktur. Fransız seyyahı M.de Thevenot bunu şöyle dile getirir: Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler, İslamiyeti baştan başa kainata yaymak isterler.
Türkler İslamiyeti sadece dış düşmanlara karşı değil iç karışıklıklarda da savunmuşlardır. Şu olayla bu konu açıklığa kavuşturulabilir:
Miladi XI. asrın ortalarında İslam alemi bir yandan iç buhranlar, diğer yandan dış saldırılarla zor durumda kalmıştı. Abbasi Halifesi Kaim- Biemrillah, Büveyhoğullarının küstah ve terbiyesiz davranışları karşısında eziliyordu. Bu hal İslamiyete samimi bir şekilde bağlanmış olan Selçuklu Türklerini üzüyordu. Halife içinde bulunduğu müşkil durumdan kendini kurtarması için Tuğrul Beyi Bağdata davet etti.
Beş vakit namazını cemaatle kılan, yanında cami inşa ettirmedikçe kendisi için saray yaptırmayacağını söyleyen ve halifenin davetini aldıktan sonra da, memleketi koruma hususunda halifenin bir kölesi olduğunu söyleyecek kadar samimi bir dindar olan Tuğrul Bey halifeye verdiği cevapta şöyle diyordu:
Peygambere hizmetle şeref kazanmak için gelmek istiyorum. Mekkeye gidip orada dua ve ibadette bulunmak emelindeyim. Hacıların geçtiği bütün yolların emin olmasını diliyorum. Eşkıya ve asilerle Allahın izniyle harp edeceğim.
1055 tarihinde 60.000 kişilik ordusuyla Bağdata girip Şii Büveyhoğullarının hakimiyetine son veren Tuğrul Bey, halifenin huzuruna girdiği zaman, bu makama beslediği derin hürmet sebebiyle derhal yere kapanıp toprağı öpmüştü.
Türklerin İslamiyeti korumaları en kötü durumlarında bile devam etmiştir. Son zamanlarını yaşayan Osmanlılar bile İslamı muhafaza etmekten çekinmemişlerdir ki şu olay bunu apaçık ortaya koymaktadır: Dini uğrunda can vermeyi en büyük ideal sayan Müslüman Türk devleti can çekişirken bile bu idealine gölge düşürmemişti.
Pariste Volterin yazdığı bir piyes temsil edilecekti. Muhammet yahut Taassup adlı bu piyesle meşhur Zeyd-Zeynep meselesi dile getirilerek Hz. Peygamber küçük düşürülmek isteniyordu. Bunu duyan Padişah II.Abdülhamid, elçilik vasıtasıyla temsilin durdurulmasını, aksi halde bunu siyasi bir mesele yapacağını Fransa hükümetine bildirdi. Fransızlar temsili durdurdular; lakin tiyatro İngiltereye geçti ve aynı temsilin Londrada da verilmesi kararlaştırıldı. Bu haberi biraz geç alan Osmanlı padişahı aynı teklifi İngiliz hükümetine de yaptı. Lakin İngiliz hükümeti zamanın geçmiş olduğunu ve biletlerinin dağıtıldığını, esasen böyle bir hareketin vatandaşların hürriyetine tecavüz olacağını bildirerek teklifi reddetti.
Osmanlı hükümet temsilcisi Fransada da hürriyetin hakim olduğunu, buna rağmen temsilin kaldırıldığını söyleyince İngilizler Orası Fransadır, burası İngiltere, Fransada hürriyetin hududu işte o kadardır. dediler. Bu cevaba pek öfkelenen Sultan Abdülhamid İngilizlere şu ültimatomu verdi:
İngilizler Peygamberimizi tezyif ediyorlar dite alem-i İslama beyanname neşredeceğim! Cihad-ı ekber ilan edeceğim!
Bu tehdit karşısında İngiliz hürriyeti iflas etti, temsil derhal durduruldu.
Türkler İslamiyeti yıllarca korumuşlardır. Fakat hizmetler sadece korumak ve yaymakla sınırlı değildir. İslami eğitim yaymak için medreseler açmışlardır. Medreselerin önemli olması ve yayılmasının sebebi şunlardır:
èSünni-Hanefi olan Müslümanların, çevrelerindeki Şii ve Fatımilerin aşırı mezhep propagandalarına karşı koyma ihtiyacı. Medreseler böylece, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli adlarındaki dört Sünni mezhebin koruyuculuğu ve yayıcılığı görevini üstlenmiştir.
èİslamiyeti yeni benimsemiş Oğuz topluluklarının yeni inançlarının pekiştirilme, eskilerinin silinme gereğinin duyulması.
èDin adamı yetiştirme ihtiyacı.
èYeni ele geçirilen ülkelerin manen de fethini sağlamak için gerekli insanları yetiştirme düşüncesi,
èDevlet adamlarının eğitim ve bilimseverliği.
Türkler eğitimin yanısıra bilim konusunda da İslamiyete büyük hizmetler vermiştir. Müslüman olduktan sonra Türkler arasında birçok bilim adamları yetişmiştir. Biruni, Farabi, İbni-Sina bunların birkaçıdır.
İbni-Sina daha gençlik yıllarında dönemin felsefe, tıp, tabiiyat, teoloji, matematik alanında tüm bilgilerini öğrenmiş ve kendisine Aristo ve Farabiden sonra gelen üçüncü öğretmen anlamında muallim-i salis denmiştir.
İbni-Sina Kanun ve Şifa adındaki eseriyle bu bilimi o dönem için doruk noktasına çıkarmış ve bu kitaplardan yüzyıllarca yararlanılmıştır. O, kitaplarını, öğrencilerin kolayca okuyup ezberlemelerine yardım eden kısa notlar halinde kaleme almış; böylece tıp öğrenimini en iyi biçimde yapılması yolunda harcamıştır.
Avrupalılar İbni-Sinayı ölümünden yüz yıl geçince eserlerinin Latince çevirileri ile tanınmış ve bunları tıp fakültelerinde beş yüz yıldan fazla bir süre ders kitabı olarak okutmuşlardır. Osmanlı hekimleri de onun kitaplarından yararlanmışlardır. Örneğin Süleymaniye Tıp Medresesinde Kanun okutulmuştur.
Farabi de Türklerin yetiştirdiği önemli bilim adamlarındandır. Felsefe ve görüşlerinin derinliği nedeniyle Aristodan sonra kendisine muallim-i sani denmiştir. Felsefe, mantık, ahlak, psikoloji, metot, fizik, kimya, astronomi, geometri, siyaset, sosyoloji, askerlik, din, tasavvuf, dil, edebiyat ve musiki ilgilendiği bilim dallarıdır.
Bilimde olduğu gibi sanatta da Türkler İslamiyette etkili olmuş, İslam sanatına katkıda bulunmuşlardır.
İslamı yaymak amacıyla başlatılan ve gerçekleştirilen fetihler aynı zamanda İslam sanatının da gelişmesini sağladı. İslam sanatı zaman içinde Bizans, İran ve Türk sanatının etkisinde gelişti. İslam sanatında en büyük gelişme mimari alanda olmuştur.
Abbasiler zamanında İslam mimarisi öncelikle İran sanatında etkilendi. Türklerin İslam Devletinin hizmetine girmesiyle, İslam sanatında bu kez Türk etkisi görülmeye başlandı. Örneğin Kahirede Tolunoğlu Camiinde Orta Asya Türk mimarisinin özelliklerini görmek mümkündür.
Sonuç olarak Türklerin İslama koruyuculuk ve yayıcılık, bilim, eğitim ve sanat konularında ciddi hizmetleri olmuştur. Yani İslamiyet Türklere çok şey borçludur.
Türkler, İslamı benliklerine sindirdikten sonra, gerçek müslümanın en mükemmel insan olduğuna yürekten inandılar. Geçmişi tedavi etmek ve kendilerini gerçeğe ulaştıran bu dine karşı borçlarını ifa etmek azmiyle hayatlarını tamamıyla bu dine adadılar. İslama hizmet etmek artık onların milli ideali oldu.
Türkler İslama siyasi olarak ilk defa Abbasiler zamanında hizmet etmişlerdir. Abbasi Halifelerinden Memun ve Mutasım, Türklerin İslam ülkelerine gelmelerine çalıştılar. İçte mezhep kavgaları, dışta Bizans ile uğraşan Abbasiler bu iki önemli sorunu Türk askeri gücüyle aşmaya çalıştılar. Mutasım Türk askerleri için Bağdat yakınlarında Samerra şehrini kurdular (836). Bizans sınırı boyunca kurulan Avasım şehirlerine (Diyarbakır, Malatya, Manas, Antakya, Adana, Tarsus) Türk askeri birlikleri yerleştirildi. Türkler Bizansa karşı İslam dünyasının savunuculuğunu üstlenmiş oldular.
Türkler XI. yüzyıl sonlarında başlayan ve XIII. yüzyıl sonlarına kadar devam eden Haçlı seferleri sırasında, İslam dünyasını korudular ve savundular. Bu olayı şu örnekle açıklayabiliriz:
100.000 kişilik ilk Haçlı ordusu Edirne yakınlarındaki Sırpsındığında geceleme kararı vermiş ve ertesi gün kazanacağı zaferin şenliğine bir gün önceden başlamıştı. Sınırı korumakla görevli olan Hacı İlbey, 10.000 kişilik süvarisiyle düşmana gece baskını yapmaya karar verdi ve baskından önce yaptığı konuşmada askerlerine şöyle hitap etti: Arkadaşlar! Biz buralara kadar Allahın ismini yüceltmek ve İslamı yaymak için geldik.
Baskın yapıldı. Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldı. Hacı İlbeyin şu sözleri Müslüman Türkün en büyük milli idealini formülleştirmektedir. Allahın dinine hizmet etmek böylece Onun rızasını kazanmak ve bu uğurda şehit olmak Türkün en çok imrendiği ve istediği bir gaye olmuştur. Zaten İslamın gayesi olan kainat fanusunu ezan sesleriyle çınlatmak arzusu, atalarımızın kanını tutuşturmuştur. fi sebilillah cihad ideali onları yağız atların sırtında asırlarca serhat boylarında koşturmuştur.
Müslüman Türkün bu özlemini bilmeyen yoktur. Fransız seyyahı M.de Thevenot bunu şöyle dile getirir: Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler, İslamiyeti baştan başa kainata yaymak isterler.
Türkler İslamiyeti sadece dış düşmanlara karşı değil iç karışıklıklarda da savunmuşlardır. Şu olayla bu konu açıklığa kavuşturulabilir:
Miladi XI. asrın ortalarında İslam alemi bir yandan iç buhranlar, diğer yandan dış saldırılarla zor durumda kalmıştı. Abbasi Halifesi Kaim- Biemrillah, Büveyhoğullarının küstah ve terbiyesiz davranışları karşısında eziliyordu. Bu hal İslamiyete samimi bir şekilde bağlanmış olan Selçuklu Türklerini üzüyordu. Halife içinde bulunduğu müşkil durumdan kendini kurtarması için Tuğrul Beyi Bağdata davet etti.
Beş vakit namazını cemaatle kılan, yanında cami inşa ettirmedikçe kendisi için saray yaptırmayacağını söyleyen ve halifenin davetini aldıktan sonra da, memleketi koruma hususunda halifenin bir kölesi olduğunu söyleyecek kadar samimi bir dindar olan Tuğrul Bey halifeye verdiği cevapta şöyle diyordu:
Peygambere hizmetle şeref kazanmak için gelmek istiyorum. Mekkeye gidip orada dua ve ibadette bulunmak emelindeyim. Hacıların geçtiği bütün yolların emin olmasını diliyorum. Eşkıya ve asilerle Allahın izniyle harp edeceğim.
1055 tarihinde 60.000 kişilik ordusuyla Bağdata girip Şii Büveyhoğullarının hakimiyetine son veren Tuğrul Bey, halifenin huzuruna girdiği zaman, bu makama beslediği derin hürmet sebebiyle derhal yere kapanıp toprağı öpmüştü.
Türklerin İslamiyeti korumaları en kötü durumlarında bile devam etmiştir. Son zamanlarını yaşayan Osmanlılar bile İslamı muhafaza etmekten çekinmemişlerdir ki şu olay bunu apaçık ortaya koymaktadır: Dini uğrunda can vermeyi en büyük ideal sayan Müslüman Türk devleti can çekişirken bile bu idealine gölge düşürmemişti.
Pariste Volterin yazdığı bir piyes temsil edilecekti. Muhammet yahut Taassup adlı bu piyesle meşhur Zeyd-Zeynep meselesi dile getirilerek Hz. Peygamber küçük düşürülmek isteniyordu. Bunu duyan Padişah II.Abdülhamid, elçilik vasıtasıyla temsilin durdurulmasını, aksi halde bunu siyasi bir mesele yapacağını Fransa hükümetine bildirdi. Fransızlar temsili durdurdular; lakin tiyatro İngiltereye geçti ve aynı temsilin Londrada da verilmesi kararlaştırıldı. Bu haberi biraz geç alan Osmanlı padişahı aynı teklifi İngiliz hükümetine de yaptı. Lakin İngiliz hükümeti zamanın geçmiş olduğunu ve biletlerinin dağıtıldığını, esasen böyle bir hareketin vatandaşların hürriyetine tecavüz olacağını bildirerek teklifi reddetti.
Osmanlı hükümet temsilcisi Fransada da hürriyetin hakim olduğunu, buna rağmen temsilin kaldırıldığını söyleyince İngilizler Orası Fransadır, burası İngiltere, Fransada hürriyetin hududu işte o kadardır. dediler. Bu cevaba pek öfkelenen Sultan Abdülhamid İngilizlere şu ültimatomu verdi:
İngilizler Peygamberimizi tezyif ediyorlar dite alem-i İslama beyanname neşredeceğim! Cihad-ı ekber ilan edeceğim!
Bu tehdit karşısında İngiliz hürriyeti iflas etti, temsil derhal durduruldu.
Türkler İslamiyeti yıllarca korumuşlardır. Fakat hizmetler sadece korumak ve yaymakla sınırlı değildir. İslami eğitim yaymak için medreseler açmışlardır. Medreselerin önemli olması ve yayılmasının sebebi şunlardır:
èSünni-Hanefi olan Müslümanların, çevrelerindeki Şii ve Fatımilerin aşırı mezhep propagandalarına karşı koyma ihtiyacı. Medreseler böylece, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli adlarındaki dört Sünni mezhebin koruyuculuğu ve yayıcılığı görevini üstlenmiştir.
èİslamiyeti yeni benimsemiş Oğuz topluluklarının yeni inançlarının pekiştirilme, eskilerinin silinme gereğinin duyulması.
èDin adamı yetiştirme ihtiyacı.
èYeni ele geçirilen ülkelerin manen de fethini sağlamak için gerekli insanları yetiştirme düşüncesi,
èDevlet adamlarının eğitim ve bilimseverliği.
Türkler eğitimin yanısıra bilim konusunda da İslamiyete büyük hizmetler vermiştir. Müslüman olduktan sonra Türkler arasında birçok bilim adamları yetişmiştir. Biruni, Farabi, İbni-Sina bunların birkaçıdır.
İbni-Sina daha gençlik yıllarında dönemin felsefe, tıp, tabiiyat, teoloji, matematik alanında tüm bilgilerini öğrenmiş ve kendisine Aristo ve Farabiden sonra gelen üçüncü öğretmen anlamında muallim-i salis denmiştir.
İbni-Sina Kanun ve Şifa adındaki eseriyle bu bilimi o dönem için doruk noktasına çıkarmış ve bu kitaplardan yüzyıllarca yararlanılmıştır. O, kitaplarını, öğrencilerin kolayca okuyup ezberlemelerine yardım eden kısa notlar halinde kaleme almış; böylece tıp öğrenimini en iyi biçimde yapılması yolunda harcamıştır.
Avrupalılar İbni-Sinayı ölümünden yüz yıl geçince eserlerinin Latince çevirileri ile tanınmış ve bunları tıp fakültelerinde beş yüz yıldan fazla bir süre ders kitabı olarak okutmuşlardır. Osmanlı hekimleri de onun kitaplarından yararlanmışlardır. Örneğin Süleymaniye Tıp Medresesinde Kanun okutulmuştur.
Farabi de Türklerin yetiştirdiği önemli bilim adamlarındandır. Felsefe ve görüşlerinin derinliği nedeniyle Aristodan sonra kendisine muallim-i sani denmiştir. Felsefe, mantık, ahlak, psikoloji, metot, fizik, kimya, astronomi, geometri, siyaset, sosyoloji, askerlik, din, tasavvuf, dil, edebiyat ve musiki ilgilendiği bilim dallarıdır.
Bilimde olduğu gibi sanatta da Türkler İslamiyette etkili olmuş, İslam sanatına katkıda bulunmuşlardır.
İslamı yaymak amacıyla başlatılan ve gerçekleştirilen fetihler aynı zamanda İslam sanatının da gelişmesini sağladı. İslam sanatı zaman içinde Bizans, İran ve Türk sanatının etkisinde gelişti. İslam sanatında en büyük gelişme mimari alanda olmuştur.
Abbasiler zamanında İslam mimarisi öncelikle İran sanatında etkilendi. Türklerin İslam Devletinin hizmetine girmesiyle, İslam sanatında bu kez Türk etkisi görülmeye başlandı. Örneğin Kahirede Tolunoğlu Camiinde Orta Asya Türk mimarisinin özelliklerini görmek mümkündür.
Sonuç olarak Türklerin İslama koruyuculuk ve yayıcılık, bilim, eğitim ve sanat konularında ciddi hizmetleri olmuştur. Yani İslamiyet Türklere çok şey borçludur.