Geleneksel Türk Sanatları

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
GELENEKSEL TÜRK SANATLARI BÖLÜM 4

HAT SANATI

Hat sanatı denilince Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir.

Bu sanat Arap harflerinin 6.-10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır.

Türkler, Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra uzun bir süre hat sanatına herhangi bir katkıda bulunmamışlardır.

Türkler hat sanatıyla Anadolu'ya geldikten sonra ilgilenmeye başladılar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşadılar.
Yakut-ı Mustasımi'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü.
Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımi'nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak Arap yazısına daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırdı.
Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah'ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürdü. Hafız Osman (1642-98) Arap yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırdı.
Bu tarihten sonra yetişen hattatların hepsi Hafız Osman'ı izlemişlerdir.

Türkler altı tür yazı (aklâm-ı sitte) dışında, İranlılar'ın bulduğu tâlik yazıda da yeni bir üslup yarattılar. Önceleri İran etkisinde olan tâlik yazı 18. yüzyılda Mehmed Esad Yesari (ölümü 1798) ile oğlu Yesarizade Mustafa İzzet'in (ölümü 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı.

Türk hat sanatı 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da parlaklığını sürdürdü, ama 1928'de Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilince yaygın bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen geleneksel bir sanat durumuna geldi.

Yazı Türleri

Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlılar'ın bulduğu tâlik dışında başka birçok yazı türü daha vardır.

Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır.
Örneğin Türkler'in geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun'da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır.
Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan rik'a da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir.
Rik'a ile altı yazı türünden biri olan rika birbirine karıştırılmamalıdır.

Hat sanatında yazılar büyüklüklerine göre de farklı adlarla anılırdı.

Duvarlara asılan levhalarda, cami, türbe gibi dinsel yapılardaki kuşak ve kubbe yazılarında, her tür yazıtta kullanılan ve uzaktan okunabilen yazılara iri anlamında celi adı verilirdi.
Daha çok sülüs ve tâlik yazının celisi kullanılmıştır.
Alışılmış boyutlardan daha küçük harflerle yazılan yazılara hurde, gözle kolay seçilemeyecek boyuttaki yazılara da gubari (toz) denilirdi.

Yazı Araç Gereçleri

Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir.

Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı.
Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu.
Celi yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı.
Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır.
Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı.
Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi.
Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtlar âhar denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı.

Hat Eğitimi

Hat sanatıyla uğraşan kişiye “güzel yazı yazan sanatçı” anlamına gelen “hattat” adı verilir.

Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir.
Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı.
Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve “meşk” adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi.
Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi.
Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı.
Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen “icazetname” adı verilirdi.
İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı.

Kaynak: T.C KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
HAT SANATI

Hat sözlükte ''ince, uzun doğru yol, birçok noktanın birleşerek sıralanmasından oluşan çizgi, satır veya yazı'' gibi anlamlara karşılık gelen Arapça kökenli bir sözcüktür.
Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü'lhat, elhattu'lhasen) anlamlarında da kullanılmıştır.

Hüsn-i hat; estetik ve geometrik kurallara bağlı kalarak, güzel yazı yazma sanatıdır.

Ancak, genellikle İslam dinine has kutsal metinlerin yazımı için kullanılan bir tabirdir.
Dinsel metinleri güzel yazma ve bunu öğretme yetkinliğine sahip sanatçıya hattat, bu sanata da hattatlık / Hüsn-i Hat denilmiştir.

Hat, sözün veya ruhta gelişen fikir ve duyguların yazı aracılığı ile resmedilmesidir.

Büyük matematikçi Öklid'in bir sözü bu fikri çok net ifade etmektedir:
''Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir."

Hat sanatı; İslam'ın ilk dönemlerinden beri sürekli bir gelişim göstermiştir.

Modern çağda geldiği noktadaki soyut anlatım gücü öylesine bir sanat düzeyine yükselmiştir ki;
ünlü ressam Pablo Picasso, bir gün usta bir hattatın bir istifi karşısında "işte resim" diyerek, hayranlığını ifade etmiştir.
Çünkü karşısında özgün ve somut figür etkileşiminden uzak, salt estetiğin ipucunu görmüştür.

Hat sanatında temel olarak altı çeşit yazı stili vardır.

"Aklam-ı Sitte" veya "Şeşkalem" denen bu stiller;
"Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rika"dır.
Yazıda bazı anatomik kuralların çizdiği sınırlarla ortaya çıkan bu stillerin mimarı
Abbasi veziri İbn-i Mukle (886 - 940) olarak bilinse de, kendisinden bir eser elimize ulaşmamıştır.
Ali b. Hilal (ölümü 1031), Mukle'nin özellikle eliflerinden etkilenerek, daha canlı ve kıvrak bir stil geliştirmiş, kendisinden sonraki hattatları üçyüz yıl boyunca etkilemiştir.
Genel kanıya göre, Şeşkalem veya Aklâm-ı Sitte’nin gerçek yaratıcısı olan 13. Yüzyıl hattatı ünlü Yakut el Mustasımi’dir (ölümü 1298).

O dönemlerde Anadolu’da kök salmaya başlamış olan Türk boylarında da sanat önemli yer tutmaya başlamış ve bu gelişimin meyveleri Fatih Sultan Mehmet devrinin büyük ustası Amasyalı Şeyh Hamdullah'ın çalışmalarıyla devşirilmiştir.

Aklâm-ı Sitte’nin rötuşlanarak, yeni sanatsal prensipler edinmesini Şeyh Hamdullah’a ve tabii onu destekleyen Fatih liderliğindeki ve özellikle sonrasında II. Bayezid Osmanlı Sarayı’nın sanat politikasına borçluyuz.
Fatih’ten sonra tahta geçen II.Bayezid, eskiden beri irtibatta olduğu, hatta meşk ettiği hocası Şeyh Hamdullah’ı İstanbul’a çağırarak, hazineden Yakut yazıları üzerinde çalışmasına olanak sağlamıştır. Yazıya Osmanlı karakterinin kazandırılmasında bu çalışmalar en büyük paya sahiptir.

Aklam-ı Sitte’de Şeyh Hamdullah’dan sonraki en büyük atılım Hafız Osman Efendi ile olmuştur.

Derviş Ali (ölümü 1678) ve Suyolcuzade Mustafa Eyyubi’den yazı meşkeden Hafız Osman Efendi,
Şeyh Hamdullah’ın üslubunu derinlemesine öğrenebilmek için Nefeszade İsmail Efendi’den (ölümü 1678) de dersler aldı.
Hocalarının vefatından sonra kendi üslubunu ortaya koyarak sanatını gittikçe geliştirmiştir.

Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir.

Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı sanatını benimsemişlerdir.
Sultan III. Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasındadır.
Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'an'larla Hafız Osman'ın şöhreti bugün Uzakdoğu ülkelerine kadar bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır.

Sonrasında Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesari, Kadıasker (Kazasker)

Mustafa İzzet Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, İsmail Hakkı Altunbezer,
Kâmill Akdik, Neyzen Emin Yazıcı, Necmeddin Okyay, Mustafa Halim Özyazıcı,
Macit Ayral, Rakım Efendi, Sami Efendi, Kemal Batanay, Hamit Aytaç, Emin Barın,
Sadi Belger gelmiş geçmiş en büyük hattatlarımız arasında sayılabilirler.
Günümüz sanatçıları, bu isimlerden veya onların talebelerinden icazet alarak gelmişler ve bayrağı hakkıyla taşımaktadırlar.

Aklâm-ı Sitenin dışında kullanılan diğer yazı türleri "Kûfi, Rika, Divanî, Siyâkat" türleridir.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Yazmak insanca bir eylemdir.
İnsanlık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri de yazının icat edilmesidir.
Fakat daha da önemlisi sürekli değişim ve gelişim halinde bulunan insanın yazıyı geliştirmesi ve sanatın yazı boyutunu tüm zenginliği ile ortaya koymasıdır belki de.
Çünkü bizim kültürümüzde sanat “mutlak sanatkar”a ulaşma çabasıdır.
Sanat,-Roger Garaudy’nin ifadesiyle- görünen ve bilinen güzellikleri kopya etmek değil, gözle görülemeyen “mutlak güzel”i arayış çabasıdır.

Her dönemde insan topluluklarının estetik anlayışları mevcuttu.
Fakat Arapça asıl sanatsal boyutuna İslam’dan sonra kavuşmuştur diyebiliriz.
Bu sebeple yazı sanatı denildiğinde “hüsn-ü Hat” akla gelmektedir.
İslam’ın resim ve heykel gibi bazı sanat dallarına mesafeli yaklaşımı müslümanların değişik sanat alanlarına yönelmelerini sağlamıştır.
İşte hat sanatının müslüman toplumlarda gelişmesinin en önemli sebebi budur.
Hat sanatının gelişimini temel olarak şu sebeplere bağlamak mümkündür:
Birincisi; İslam’ın –iyiliği emretmek, kötülüğü engellemek- ilkesi,
ikincisi; “Allah güzeldir, güzeli sever” hadisinde ifadesini bulan estetik anlayışıdır.

Kur’an-ı Kerim’in vahyedildiği zamanlarda yazıya geçirilmesiyle başlayan yazıyla tebliğ metodu İslam’ın coğrafi ve bilimsel olarak yayılmasına paralel bir gelişim göstermiştir.
Kur’an-ı Kerim’in elyazması olarak çoğaltılması, Kur’an ilimlerine temel teşkil eden kaynak hadis ve fıkıh eserlerinin te’lif edilmesi, ilmi çalışmaların yaygınlaşması hat sanatının da gelişim sürecine paraleldir.
İslam’ın ilk yıllarında vahiy katiplerinin Kur’an ayetlerini yazıya geçirmelerini hat sanatının gelişim sürecine başlangıç olarak esas alabiliriz.
Ancak hat sanatı asıl hünerlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde, diğer sanat dallarının da zirvede olduğu dönemlerde ortaya koymuştur.
“Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu ve İstanbul’da yazıldı” sözü boşuna değildir.
Arapça, Osmanlı döneminden itibaren hattatlarımızın mahir parmaklarında en güzel formuna kavuşmuş, göz zevkine hitabeden bir estetiğe ve ruhlara işleyen bir derinliğe bürünmüştür.

Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminden itibaren sanatın hemen her dalında olduğu gibi hat sanatı alanında da muhteşem eserler verilmeye başlanmıştır.
Bu dönemlerde en güzel camiler inşa edilmiş ve süslemeleri için de en güzel hat eserleri ortaya konulmuştur.
Halen bu camiler İslam sanatının ve maneviyatının abideleri olarak dimdik ayakta durmaktadırlar. “Allah ” lafzı ve “Muhammed ” ismiyle birlikte raşid halifeler ve aşere-i mübeşşere
(cennetle müjdelenen on sahabe)’nin isimleri hemen her caminin baş süslemelerini teşkil etmektedir. Bunlarla birlikte özellikle kubbe süslemelerinde daha çok “ayet-ül kürsi” ya da
“esma-ü’lhüsna” (Allah’ın güzel isimleri) kullanılır.
Ayrıca duvar ve sütunlarda uygun yerlere Kur’an-ı Kerim’den kısa ayetler ya da ayet ve hadislerden parçalar işlenmiştir.
Böylece ne kadar çok değişik camiye giderseniz, Allah lafzının, Muhammed isminin, ayet ve hadis metinlerinin o kadar değişik formunu görebilirsiniz.
Bu yazılar kimi zaman sülüs biçiminde çıkar karşınıza, kimi zaman geometrik ve kufi olarak görürsünüz, bazen nefis bir divani yada hoş bir ta’lik şeklinde nakşolur hafızanıza.
Ama her birinde ayrı bir zevk yaşar, Cemal-u’llah (Allah’ın güzelliği)’ın dünyaya yansımasını yalın bir şekilde görürsünüz.

Alıntıdır.
 
Son düzenleme:

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
TARİH SATIRLARINDA HAT SANATI

Hazret-i Muhammed'ten, Kur'an-ı Kerim'in toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da, doğal olarak büyük aşamalar göstererek mimarlık, bezeme ve musiki gibi önemli bir sanat kolu olmuştur.
Başlangıçta "Ma'kıli" denilen basit ve düz çizgilerden oluşan yazıdan Hazreti Ali'nin "kufi" hattı bulduğu söylentiler arasında yer alır.
Yazıların anası denilen kufi hat, birçok yazı türüne kaynak olmuştur.
Altı kalem denilen ve Hat ve Hattan'da saptanan sıralamaya göre
Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rikaa kalemleri ortaya çıkmıştır.

Sülüs ve Nesih yazılarının İbn-i Mukle (885-940) tarafından ortaya konduğu kabul edilir.
Muhakkak ve Reyhani yazılarını bulup, kurallarını belirleyen hattat da,
11. yüzyılda yetişen İbn-i Bevvab adıyla tanınan Bağdatlı Ahmet İbnü'l Fazl'dır.
Ta'lik yazıyı bulan ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, değişik söylentiler yer alır. Hat ve Hattan'a göre ise, Hoca Ebu'l-Al'dir.

Abbasi halifelerinden Musta'sımıya (1299) gelinceye kadar kamış kalemin ağzı düz kesilirmiş.
Yakut eğri keserek, Aklam-ı Sitte'yi kurallara bağlayıp, yazı sanatına yeni bir görünüş kazandırmış, diğer hattatlar ise onu izlemek durumunda kalmışlar.
Hat sanatı, Abbasilerden sonra Türklerin ve İranlıların elinde gelişmesini sürdürmüş.
Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları’na uzanan süreçte hat sanatında kullanılan yazı türlerinde farklılık görülmemektedir.
Bu dönemde kullanılan yazı türleri sülüs, nesih, muhakkak ve reyhani'dir. Mevlana Müzesi'nde sergilenen Ebulizz Ömer Bin Ali tarafından muhakkak ve reyhani hattıyla yazılmış olan Kur'an (1206) Selçuklu döneminin seçkin örneklerinden biridir.

Osmanlı hattının Türk zevkini yansıtan bir üslup olarak ortaya çıkması 15. yüzyıl sonlarını bulur. Dönemin ünlü hattatları Ahmet Şemseddin Karahisari, Yakut el-Mustasımi ve hat sanatında yeni bir çığır açan, koyduğu kurallarla Şeyh Üslubu denilen okulun oluşmasına neden olan isim Şeyh Hamdullah (1429-1520)'dır.
Osmanlı hat sanatında klasik üslub 17. yüzyılın ikinci yarısında, olgunlaşmaya başlarken, hat tarihinde yeni bir üslup, "Hafız Osman" (1642-1698), okulu olarak ortaya çıkar.
Kitap ve murakkaların dışında, Aklamı sitte yazıları kitabe ve levhalarda da kullanılmış.
Normalden büyük yazılan bu yazılara celi yazı adı verilmekte.
Celi yazı adı sadece, muhakkak, sülüs ve nesih için kullanılmakta.
Bursa'da Ulu Camii ve Yeşil Camii yazıları, Osmanlı celisinin ilk habercisi sayılır.
Celi yazının gelişmesi Ali bin Yahya Sofi ile başlamıştır.
19. yüzyılda celi yazıda iki okul adı geçer, Mustafa Rakım ve Mahmut Celalettin okulları.
Aklamı sitte'nin dışında kalan talik yazı İranlılar tarafından bulunmuş, Anadolu'ya İran'lı İmad'ın talebesi Buharalı Derviş Abdi tarafından getirilmiştir.
19. yüzyıla kadar İran etkisinde olan talik yazı, Mehmet Efendi Yesari ve oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından Türk zevkinin katılmasıyla gelişmiştir.
Divan'da alınan kararların yazıldığı Divan yazı çeşidi, Türkler tarafından bulunan 15. yüzyılda Tacüddin adlı hattat tarafından geliştirilerek, 19. ve 20. yüzyılda en güzel örnekleri verilmiştir.
Ferman, menşur, berat ve anlaşmalarda kullanılmış Celi divanı adlı bir yazı türü de satırlar arasında yer alır.
Osmanlılar tarafından bulunan Rık'a yazısı 19. yüzyıl başından itibaren yaygın bir biçimde kullanılmış. Türklerin bu süsleme dalında sağladıkları gelişme "Kur'an Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı" denmesine neden olacak kadar önemli bir yer tutar.

Bugün camilerimizde hat sanatınından örnekler görmekteyiz, ayrıca ev eşyalarında ve hatta artık davetiyelerde dahi bu yazı kullanılıyor.

Alıntıdır.
 
Son düzenleme:

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
HAT SANATINDAN ÖRNEKLER

12944.jpg


12977.jpg


12991.jpg


13010.jpg
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
GELENEKSEL TÜRK SANATLARI BÖLÜM 5

MİNYATÜR SANATI

Minyatür, Latince "kırmızı ile boyamak" anlamına gelen miniare kelimesinden türemiştir.
Bir kitapta konu başlıklarını minium, yani sülyen ile belirginleştirmeye miniare denirdi.
Zamanla metni süsleyen resimlere de minyatür dendi.
İranlılar ve Türkler bu tarz resme "Nakış resim" veya "Hurde nakış" demişlerdir.
En erken minyatür önreklerine III. yy'da rastlanır.
Sasaniler döneminde Mani adlı bir sanatçı kendi yazdığı kitabını resimlemiş ve daha sonra onun yolunda giden bir çok öğrenci yetiştiriltilmiştir.

Bu sanatçılar Orta Asya ve Ön Asya'ya doğru yayılarak öğrendikleri sanat akımını da gittikleri yörelere ***ürmüşlerdir.
İslam kültürünün, Türkler arasında yayılmasından sonra Selçuklu Türkleri minyatür sanatına önem vermeye başladılar.
Bu dönemde Tıp, Botanik, Astronomi ve mekanik buluşları içeren bilimsel konulu eserler minyatür-lendirilmiştir.
Bunlar arasında
KİTAB AL-HAŞA'İŞ, MARİFAT AL-HIYAL AL-HANDASİYA, KİTAB EL, BAYTARA, VARKA ve GÜLŞAH, KELİLE VE DİMNE isimli yazma eserleri sayabiliriz.

Erken Osmanlı dönemine ait yazma eserlere örnek olabilecek Edirne Sarayı nakışhanesinde yapıldığı tahmin edilen KÜLLİYAT-I KATİBİ, DİLSÜZNAME ve İSKENDERNAME isimli eserler sayılabilir.
Fatih Sultan Mehmet'in saltanat yıllarında İtalya'dan birçok sanatçıyı davet ederek portrelerini yaptırdığını bilmekteyiz.
Bu sanatçılardan PAVLİ'nin öğrencisi SİNAN BEY'in çalışmalarında batı sanatçılarının etkisi görülür. Özellikle Fatih Sultan Mehmet'in gül koklarken yaptığı portresindeki elbisenin kıvrımları gerçekçi bir üslupla yapılmış gibidir.

Yavuz Sultan Selim Tebriz seferinden dönüşte birçok sanatçıyı İstanbul'a getirmiştir.
Bu sanatçıların yaptığı minyatürlerde daha sonraki dönemlerde kendini kuvvetle hissettiren doğu ekollerinin ilk örneklerini görürüz.
Kanuni Sultan Süleyman'ın uzun saltanat yıllarında saray atölyesinde çeşitli minyatürlü yazmalar hazırlanmıştır.
Bu dönemin ressamlarından Nigari Sinan Bey'den sonra portre ressamlığında en çok tanınan sanatçıdır.
Kanuni Sultan Süleyman'ın yaşlılık yıllarında iki muhafızıyla bahçede dolaşırken ve Barbaros Hayrettin Paşa portreleri en tanınan eserleridir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminin bir başka önemli sanatçısı olan
Matrakçı Nasuhi, Osmanlı ordusunun seferlerindeki şehir,kale, liman tasvirlerini gerçeğe yakın bir şekilde resimlendirmiştir.
Özellikle Kanuni Sultan Süleyman'ın Bağdat seferini anlatan "sefer-i imkey-i" ve batı seferlerini anlatan "Süleymanname" isimli yazma eserlerdeki minyatürlerin bazıları plan veya harita gibi bazıları da
Türk minyatür anlayışı çerçevesinde resimlendirilmiştir.
Bir başka "Süleymanname" T.S.M.K.H. 1517'de kayıtlı olan Arifi tarafından yazılmış bir şahnamedir. Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatının büyük bir kısmını anlatan eser,
Türk minyatür sanatının en önemli örneklerinden biridir.
5 değişik sanatçı grubu tarafından hazırlanmıştır.
Türk minyatür sanatı II. Selim ve III. Murat arasındaki dönemde en verimli dönemini yaşamıştır.
Bu dönemde ordunun zaferlerini, elçi kabullerini, av sahnelerini ve bazı önemli olayların anlatıldığı "HÜNERNAME ve ŞEHİNŞAHNAME" gibi eserler
saray nakışhanesinin yetenekli sanatçıları tarafından minyatürlendirilmiştir.
16.yy'ın önemli yazmalarından biride III. Murat'ın oğlu Mehmet için yaptığı 52 gün süren sünnet düğünü şenliklerini anlatan
"SÜRNAME" isimli yazmadır.
Bu eserde o günün sosyal hayatını ve Osmanlıların ekonomik gücünü gösteren yüzlerce minyatür vardır.

Alıntıdır..
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
III. Murat'ın emriyle başlatılan ancak
III. Mehmet'in himayesinde tamamlanabilen Hz. Muhammed'in hayatını anlatan
"SİYER-NEBİ" isimli 6 ciltlik eser 16.yy sonunun en önemli eseridir.
17. yy'dan günümüze gelen önemli yazmaların başında
Kalender Paşa'nın "FALNAME" isimli eseri,
Tarihçi Nadiri'nin yazdığı "ŞAHNAME-İ NADİRİ" ve
Taşkoprülüzade'nin "TERCÜME-İ ŞEKA'İK NU'MANİYE" isimli yazmalar gelir.

18.yy başının en güzel eserleri şüphesiz Levni'nin çalışmalarıdır.

Sultan lll. Ahmet için hazırlanan "SURNAME" isimli yazmanın minyatürleri,
o günün modasına göre giyinmiş çeşitli sosyal gruplara mensup kadın ve erkek portreleri ve
Osmanlı Sultanlarının portrelerinin olduğu
"SİLSİLENAME" isimli yazmanın minyatürleri Levni tarafından yapılmıştır.
Levni'den sonra tek çiçek ve figür çalışmalarıyla Abdullah Buharı vardır.

Levni'nin çalışmalarında kendini göstermeye başlayan

Batı sanatı etkisi giderek diğer sanat dallarında olduğu gibi kitap sanatında da etkin olmaya başlar. Minyatür tarzı giderek yerini ışık ve gölgenin bir arada kullanıldığı çalışmalara bırakır.
Kitap resmi önemini kaybeder.
Batı sanatı etkisiyle yapılan yağlı ve sulu boyaların beğenilerek duvarlara asılması kitap resminin ömrünü tamamlamasına sebep olur.
Günümüzde Minyatür sanatı diğer geleneksel sanatlarımızda olduğu gibi rahmetli Hocamız
Ord. Prof. Dr. Süheyl ÜNVER'in büyük çabalarla yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgileri öğrencilerine aktarmasıyla iyi yönde gelişme göstermeye başlamıştır.
Bu atölye de yetişen hocaların nezaretin de yeni atölyeler kurulmuştur.
Bu atölyeler de eski örneklerden esinlenerek yapılan çalışmalar olduğu gibi tamamiyle günümüz folkloründen, edebiyatımızdan ve klasik mimariden yola çıkılarak yapılan tasarımlar beğeni ile izlenir.

Minyatürü yapılacak konu tespit edildikten sonra

konunun içeriğine göre en önemli kişi veya objenin merkez olduğu bir sistem içinde diğer elemanlar hiyerarşik bir düzende yerleştirilir.
Işık gölge kaygısı olmadan anlatılmak istenen konudaki bütünlüğü bozmayacak şekilde tüm obje veya kişiler birbirini kapatmayacak düzende çizilir.
Yardımcı motiflerle (ağaç, çiçek, dağ, yer bitkisi gibi) zenginleştirilir.
Minyatür boyanırken eğer altın sürme olarak yapılacaksa parlatma sırasından boyaların bozulmaması için önce altın sürülür, parlatılır.
Ufuk hattı denilen dağ, tepe gibi gökyüzü ile sınır teşkil eden bölümden başlanarak tercih edilen renklerle boyanmaya devam edilir.
Minyatür sanatıyla ilgilenen kişinin tezhib bilgisi, daha doğrusu tezhib tasarımı bilgisi mutlaka olmalıdır.

Osmanlı Minyatür sanatının bütün güzelliği minyatürde kullanılan elbiselerin, çadırların, halıların, hatta duvarların tezhib gibi boyanmasındandır.
Tezhibteki çarpıcı renklerin ve helezonik çizgilerin en kalıplaşmış minyatüre bile canlılık verdiğini görmemek mümkün değildir.
Bugün kullanılan malzemeler eskiye oranla çok çeşitlidir.

Fakat kimyevi malzemelerden elde edilen boya ve kağıtların dayanma süresi sınırlıdır.
Eski yazmaların günümüze kadar bozulmadan gelmesinin sebebi tamamiyle doğal malzemelerden yapılmış olmalarındandır.
Bugün değişik Üniversite, özel kurumlar, kuruluşlar ve kişilerce minyatür dersleri verilmektedir.
Bu eğitim kurumlarında çok iyi yönde olan sanatçılar yetişmektedir.
Umudumuz bütün geleneksel sanatlarımızla birlikte çağdaş minyatür sanatımızın da dünya Kültür ve sanat platformunda gereken yeri almasıdır.

Alıntıdır.



 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Batı dillerinde bir nesnenin küçük boyutlardaki örneğini belirten
“Minyatür” sözcüğü, zamanla kitap resmi için kullanılan bir terim halini almıştır.
Eski Türk kaynakları kitap resmi için “Nakış”, “Tasvir”; minyatür ressamı için de “Nakkaş”, “Musavvar” gibi sözcüklere yer verirler.

8. ve 9. yüzyıla ait olan ve günümüze gelmiş Türk resim sanatının örnekleri arasında,

duvar resmi ve figürlü işlemelerin yanında minyatürler de bulunmaktadır.
Türklerin eski yurtları Orta Asya’da,
Türkistan’da yaşadıkları döneme ait olduğu düşünülen minyatür örnekleri hala Topkapı Sarayı arşivlerinde bulunmaktadır.

Fatih Sultan Mehmed döneminden, 19. yüzyıla uzanan döneme ait ise çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır.

Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser,
Türkmen minyatürlerinin etkisini göstermektedir.
Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıtırlar.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı minyatür sanatında pek çok yeniliğin denendiği bir dönemdir.

Bu yenilikler arasında, tarihi olayları saptama anlayışının “şehnâmecilik” adıyla resmi bir görev halini alması da vardır.
Bu anlayış içinde tarihi olaylar yazma olarak kayda geçirilirken, bir yandan da resimleniyordu. İmparatorluğun doğu ve batısındaki savaşlar, fetihler ve seferler, tahta geçişler, yabancı elçilerin kabulü, bayram kutlamaları gibi önemli olayların yanı sıra, bazen sultanın yalnızca tek bir seferi de ele alınabiliyordu

Sonraki dönemlerde tarihi olayları gerçekçi bir tavırla saptama anlayışı, artık Türk minyatür sanatının değişmez bir özelliği olarak gelenek haline gelecektir.

Topkapı Sarayı’nı gösteren minyatürler, önemli özellikleri ve genel görüntüsüyle sarayın bu dönemdeki durumunu yansıtan birer belge değerindedir.

Şematik bir biçimde ele alınmış olan saray sahnelerini gösteren minyatürlerde birçok olay tasvir edilmiştir.
Katipler, öteki görevliler ve toplantı halindeki vezirler resmedilmiştir.
Kubbealtı revağının altında, köşede maaş olarak dağıtılacak altın ve gümüşler tartılmakta, keselere konup, mangalda eritilen balmumu ile mühürlenmektedir.
Öte yandan minyatüre bakanların olayların bütününü anlayabilmesi için binalar açık bir kesit halinde gösterilmiştir. Sultan’ın Topkapı Sarayı ikinci avlusunda tahta çıkma töreni de yalın düzenleme şemasına bir örnektir.
Bu kompozisyonda yeni sultana bağlılıklarını sunacaklar yarımay biçiminde çizilmişlerdir. Bu kompozisyonda olayın bütün ayrıntıları tam olarak ele alınmış, eser böylelikle resimli bir belge niteliği kazanmıştır.

Kanuni döneminde başlayan tarihi konuların işlenmesi ve şehnâmecilik’e bağlanıp devletin resmi tarihini belgeleme niteliği alması, klasik döneminde Türk minyatürüne ana karakterini kazandıracak, İslam ülkelerinde gelişen minyatür sanatı içinde ötekilerden ayrılan bir okul oluşturacaktır.

17. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır.

hiçbir metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili konuların işlendiği örneklerden oluşur.
Çeşitli tipte insanlar giyim özelliklerini belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir

Batı’ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri’nde minyatür sanatında Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur.

19. yüzyıl boyunca minyatür sanatı güncelliğini yitirmiş ve yavaş yavaş yerini Batı resim tekniğiyle yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Minyatür, doğu ve batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır.
Ama minyatürün bir doğu sanatı olduğunu, batıya doğudan geldiğini ileri sürenler vardır.
Doğu ve batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk ve biçimlerde, konularda ayrılıklar görülür.
Minyatür, kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutları küçük tutulmuştur.
Bu ortak bir özelliktir.
Doğu ve Türk minyatürlerinin bazı başka özellikleri de vardır.
Bu minyatürlerin çevresi çoğu kez “tezhip“ denen bezemeyle süslenirdi.
Minyatürde suluboyaya benzer bir boya kullanılırdı.
Yalnız bu boyaların karışımında bir tür yapışkan olan arapzamkı biraz daha fazlaydı.
Çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve “tüykalem“ denen çok ince fırçalar kullanılırdı.
Boyama işi için de çeşitli fırçalar vardı.
Resim yapılacak kâğıdın üzerine arapzamkı katılmış üstübeç sürülürdü.
Renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu.

Bilinen en eski minyatürler Mısır’da rastlanan ve İÖ 2. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmaları’nın da minyatürlerle süslendiği görülür.

Hıristiyanlık yayılınca minyatür özellikle elyazması İncil’leri süslemeye başladı.
Avrupa’da minyatürün gelişmesi 8. yüzyılın sonlarına rastlar.
12. yüzyılda ise minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve yalnızca dinsel konulu minyatürler değil dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı.
Baskı makinesinin bulunuşuna kadar Avrupa’da çok güzel ve görkemli minyatürler yapıldı.
Bundan sonra minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanıldı.
17. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaştı.
Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak sürdürüldü.
Selçuklular döneminde de minyatüre önem verildi.
Selçuklular’ın İran ile ilişkileri nedeniyle minyatür sanatı İran etkisinde kaldı.
Mevlana’nın resmini yapan Abdüddevle ve başka ünlü minyatür sanatçıları yetişti.
Osmanlı Devleti döneminde ise 18. yüzyıla kadar İran ve Selçuklu etkisi sürdü.
Fatih döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde de Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı yetişti.
16. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu ün yaptılar.
Gene aynı dönemde, Bihzad’ın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek de İstanbul’a çağrılarak saraya başnakkaş (başressam) yapılmıştı.
Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır.
Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır.
Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıktı ve kendine özgü bir biçim geliştirdi.
19. yüzyıl başlarında yenileşme hareketleriyle birlikte minyatürde de batı resim sanatının etkileri görüldü.
Minyatür yavaş yavaş yerini bildiğimiz anlamda çağdaş resme bırakmaya başladı.
Ama batıda olduğu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürmektedir.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
GELENEKSEL TÜRK SANATI BÖLÜM 6

ÇİNİ SANATI

Türklerde iç ve dış mimari süslemenin en renkli kolu olan çini sanatı, asıl büyük ve sürekli gelişmesini Anadolu Türk mimarisinde göstermiştir.
Çeşitli tekniklerle zenginleşen bu süsleme sanatı, hep mimariye bağlı kalmış, onun üstünlüğünü ezmemiş, ama renkli bir atmosfer yaratarak mekan etkisini arttırmıştır.
Türk mimarisinde çini süslemenin kullanımını çok eski tarihlere kadar indirebiliriz.
Uygurların, Karahanlıların, Gaznelilerin, Harzemşahların ve özellikle İran’da Büyük Selçukluların mimarisinde çininin az da olsa kullanıldığı bilinmektedir.
Bu sanat dalı, Anadolu Selçukluları ile çok yaygın ve çeşitli tipteki mimari yapıtlar üzerinde büyük bir gelişme göstererek varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Her dönemin çini süslemesi, daha önceki dönemin teknik üstünlüğünü sürdürmekle birlikte yeni teknik buluş ve renklerle bu sanatı zenginleştirmiştir.

Anadolu Selçuklu mimarisinde dini yapılar mozaik çini tekniği ile süslenmiştir.
Bu teknikte firuze, mor, yeşil, lacivert renkte sırlanmış çinilerden istenen örneğe göre kesilmiş parçalar alçı zemin üzerinde bir araya getiriliyordu.
Selçuklu köşk ve sarayları ise, yıldız, haçvari, altıgen, kare, dikdörtgen gibi geometrik çini levhalarla kaplanmıştır.
Selçuklular ayrıca, sır üstüne uygulandığında bir parıltı veren Perdah tekniğini geliştirmişlerdir.
Dini yapılarında ise geometrik kompozisyonların yanında, rumi ve palmet gibi soyut bitkisel motifli kıvrık dallara da yer vermişlerdir.
Ayrıca, çok etkili iri kufî ve sülüs yazılarla yapılan süsleme de önemli bir yer tutar.
Anadolu saraylarındaki çini süslemeler ise çeşitli duruşlarda insan, av hayvanları, kuşlar, çift başlı kartal, ejder, sfenks gibi aralarında efsanevi yaratıkların da bulunduğu zengin bir figür koleksiyonunu gözler önüne sermektedir.

Selçuklu döneminde çini süslemenin merkezi Konya olmuştur.
ılk örneklerde tuğla ve sırlı tuğla kullanılmıştır.
Ama, kısa bir süre içinde kesme mozaik çininin bütün yüzeyleri kaplaması ile üstün bir düzeye varılmıştır.
Anadolu’da çini süslemeyi içeren erken tarihli önemli yapılardan biri, Sivas Keykavus Şifahanesi’ndeki türbedir.
Selçuklu sultanı I. İzzeddin Keykavus’un yattığı bu türbenin cephesi, Sultan’ın ölümünü bildiren yazılı levha çinileri ve mozaik çini süslemeleri ile görkemli bir görüntüye sahiptir.
Geometrik kompozisyonların ağırlıkta olduğu bu yapıda, kazıma tekniği ile yapılmış iki küçük kartuş içinde ustanın Marendli olduğu belirtilmiştir.

13. yüzyıldan kalma Eski Malatya Ulu Camii’nin kubbeli mekanı ile eyvan ve avlu revahındaki çiniler, mimariye bağlı olan bu süslemenin başarılı ve görkemli birer örneğidir.
Kazıma tekniğinde yapılmış çini kitabelerde belirtildiği gibi, ustaların Malatyalı oluşu, bu sanatın artık Anadolulu sanatçılarca da başarı ile uygulandığını ortaya koymaktadır.
Anadolu Selçukluların en önemli merkezi olan Konya’daki mimari yapıları süsleyen çiniler, kentin bu sanat dalında da seçkin bir merkez olduğunu göstermektedir.
Alaaddin Cami’nin mihrabında ve kubbeye geçiş bölgesinde çini süslemeler bulunmaktadır.
Ayrıca Sırçalı Medrese’nin (1243) eyvanındaki mozaik çini süslemeler, kitabede Tuslu bir sanatçının isminin olması açısından önemlidir.
Iran’ın Tus kentinden gelmiş bir aileden olan bu sanatçının Anadolu’da Konya ve çevresinde etkinlik gösterdiği, öteki yapıtlarda görülen benzerliklerden anlaşılmaktadır.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Konya Karatay Medresesi (1251), Selçuklu döneminde mozaik çini sanatının ulaştığı üstün düzeyi, özellikle kubbede olmak üzere, yapının hemen her bölümünü kaplayan mozaik çini süslemeleri ile gözler önüne serer.
Kompozisyonlara dikkatle bakıldığında, bu yapıdaki mozaik çinilerin ciddi ve bilinçli bir biçimde yerleştirilmiş olduğu anlaşılır.
Yine Konya’daki Sahip Ata Camii ve Külliyesi’nin (1258-1283) çini süslemeleri, Selçuklu dönemindeki gelişimi vemimarideki yaygın kullanımı gözler önüne sermektedir.
Caminin mihrabı, minarenin gövdesi, türbenin içindeki lahitler, kemerler, ajurlu pencere şebekeleri hep Selçuklu çini sanatının seçkin örnekleri ile kaplıdır. Bu örneklerde bitkisel motiflerin daha geniş alanları kapladığı görülmektedir.
Sivas’taki Gök Medrese (1272) ise, Selçuklu çini sanatının 13. yüzyılın sonuna doğru vardığı noktayı gösterir.
Eyvan tonozunun içi, mozaik çininin kabartma olarak da uygulandığını ortaya koyar.
Ayrıca eyvanın arka duvarının süslemesi, daha önce İran’da Selçuklu yapılarında görülen sade tuğla süsleme yerine, Anadolu’da tümüyle mozaik çini kullanıldığını göstermesi açısından ilginçtir.
Tokat’taki Gök Medrese’nin eyvan cephesindeki çiniler ise, Selçuklu dönemi mozaik çinilerinde kullanılan motiflerin bir özetini vermektedir.
Çay kasabasındaki Taş Medrese’nin (1278) giriş eyvanında kırmızı tuğla ve firuze çiniden kesilmiş, lotus-palmetli bir friz vardır.
Mihrabındaki çiniler ise, Türk çini sanatında ilk ve son kez uygulanmış olan bir süsleme biçimini sunar. Firuze ve mor renkli çinilerle oluşturulan ve Bizans sanatında görülen bir düğüm motifi, içinde Allah ve Ali yazılı sekiz köşeli yıldızlarla birleştirilerek orijinal bir düzenleme yaratılmıştır.

Ankara’daki Arslanhane Camii’nin görkemli mihrabı ise, 13. yüzyıl sonunda varılan zenginliği ve teknik gelişmeyi belirtir.
Firuze ve lacivert renkli mozaik çininin kullanıldığı mihrapta, alçı süsleme de önemli bir yer tutar.
Selçuklu dönemi saray ve köıkleri, ne yazık ki, günümüze sağlam olarak gelememiştir.
Ama yapılan kazılar sonucunda bu yapıların zengin çini süsleme ile kaplı oldukları anlaşılmıştır. Konya’da Alaeddin Köıkü denilen, fakat IŞ. Kılıçarslan zamanında inşasına başlanan yapının kalıntılarında, Anadolu Selçuklu sanatında yalnız burada kullanılan Minaî adı verilen teknikle yapılmış çiniler bulunmuştur.
Bu çinilerin hamuru sarımtırak renktedir, hamurun içinde ise bağlayıcı olarak, alkalili kireç kullanılmıştır.
Çok iyi yoğrulan hamur, levha haline getirilir ve astarlanmadan sırlanırdı.
Yedi rengin kullanıldığı bu çinilerde, yüksek ısıya dayanan yeşil, koyu mavi, mor ve firuze renkler sır altına boyanarak daha sonra desen yapılırdı.
Ardından siyah, kiremit kırmızısı, beyaz ve altın yaldızla sır üstüne yeniden boyanarak daha hafif bir ısıda tekrar fırınlanırdı.
Uygulanması çok zor olan bu teknikle ortaya kaliteli ürünler çıkıyordu.
Bu teknikle yapılmış yıldız, haç biçimli baklava ve kare çini levhalarda, Selçuklu dönemi saray yaşamını yansıtan taht ve av sahnelerinin yanında çeşitli hayvan ve stilize bitkiler de görülmektedir.

Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından yaptırılmış Kayseri Keykubadiye (1224-26) ve Beyşehir Kubad Abad (1226-37) saraylarında ise kare, sekiz köşeli yıldız ve haçvarı çini levhalar, sır altına boyama ve sır üstüne madeni parıltı veren perdah tekniği ile yapılmışlardır.
Keykubadiye Sarayı’nda geometrik motiflerin yanında, firuze sır altına siyahla helezonlar yapan kıvrık dallı süslemelerin bulunduğu kare çiniler de kullanılmıştır.
Beyşehir’deki Kubad Abad Sarayı ise çok sayıda figürlü çini içeriyordu.
Perdah tekniği bu yapıda da kullanılmıştır.
Bu teknikte desen, mat beyaz ya da mor ve firuze sırlı çininin üstüne gümüş ya da bakır oksitli bir karışımla işleniyor, çini alçak bir ısıda yeniden fırınlanıyordu.
Böylece, oksitlerdeki maden karışımı ince bir tabaka halinde çini yüzeyindeki süslemeyi kaplıyordu. Haçvari çiniler arasına yerleştirilen sekiz köşeli yıldız biçimli levhalar, çok çeşitli insan ve hayvan figürlerini içeriyordu.
Bu örnekler, Selçukluların dünyasal ve sembolik anlamlarla zenginleşen bir tasvir anlayışını sergilemektedir

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Beylikler döneminde çininin kullanımı, Selçuklulardaki kadar görkemli değildir.
Ama bazı örneklerde, bu sanatın yine de başarısını sürdürdüğü görülür.
Özellikle Eşrefoğlu Beyliği’nin Beyşehir’deki Camii (1299) ve bitişiğindeki türbe (1301), bu dönemin en görkemli çini süslemelerine sahiptir.
Camiye girişi sağlayan ve kitabeyi taşıyan iç kapı, tümüyle mozaik çini kaplaması ile çini sanatının zaferini vurgulayan bir tak gibidir.
Türbenin kubbesini kaplayan mozaik çinilerde artık, grift bitkisel motiflerin egemenliği başlamıştır. Burada mozaik çininin beşgen levhalar halinde uygulanmış oluşu da teknik bir özelliği gözler önüne serer.

Mozaik çini süsleme, Aydınoğlu Beyliği’nin Birgi Ulu Camii’ndeki (1313) mihrap ve mihrap önü kubbesini taşıyan kemer alındığında da sürer.
Aynı beyliğin Selçuk’taki ısa Bey Camii’nde (1374) ise, mihrap eksenindeki birinci kubbeye geçiş bölgesi, tuğla ve yıldız biçimli çinilerle kaplıdır.
Mozaik çini süsleme, Selçuklu sanatının en yakın izleyicisi olan Karamanlı Beyliği’nde de vardır.
Ama bu kez, alçı süsleme içine kakılmış olarak kullanılmıştır.
Konya’daki Hasbey Darülhıffazı’nın (1421) mihrabı ve kubbeye geçiş bölgesindeki mozaik çiniler, Selçuklu dönemi özelliklerini sürdürür.

Ancak Karaman’daki İbrahim Bey İmareti’nin (1433) bugün İstanbul Çinili Köşk’te sergilenen renkli sırla boyama tekniğinde yapılmış gösterişli mihrabında ise Osmanlı çini sanatının etkilerini buluruz. Aynı etkilere, Germiyanoğlu Beyliği’nin Kütahya’daki ımaret’ine bitişik II. Yakup Bey Türbesi’nin (1429) yer aldığı setin bordürlerindeki, renkli sır boyama tekniği ile yapılmış dikdörtgen levha çinilerde de rastlıyoruz.
Osmanlılarda çini sanatı başlangıcından beri çeşitli tekniklerin uygulanması ile büyük bir aşama ve zenginlik göstermiştir.
Bursa Yeşil Cami (1419-22) ve külliyesinin çini süslemeleri, ilk dönem Osmanlı sanatında çininin ulaştığı düzeyi sergiler.
Bu yapıda kullanılmış olan renkli sır tekniğinde desenin konturları kırmızı hamur üzerine derin kazılarak ya da baskı ile basılmak suretiyle işlenir, sonra renkli sırlarla boyanarak fırınlanır.
Bir başka şeklinde ise kırmızı hamurlu levha, beyaz bir astarla astarlandıktan sonra desenin konturları krom, mangan karışımı şekerli bir madde ile çizilir.
Sonra renkli sırlarla boyanarak fırınlanır. Fırınlanma sonucunda eriyen renkli sırların, kabaran konturlar sayesinde birbiri içine akması önlenir.
Beyaz, sarı, fıstık yeşili ve eflatunun katılmasıyla renklerde de bir zenginlik olmuştur.
Ayrıca, hatayili kompozisyonlar ve şakayık gibi Uzak Doğu kökenli desenler çini sanatına katılmıştır. Bu yeniliklerin çini sanatına katılmasında Ali bin ılyas Ali’nin büyük payı vardır.
Aslında Bursalı olan usta 1402’de Timur tarafından Semerkant’a gotürülmüş, orada yeni teknik ve üslubu öğrenerek, dönüşünde de beraberinde getirdiği Tebrizli ustalarla Bursa’daki ürünleri gerçekleştirmiştir.
Ayrıca Yeşil Cami’nin tümüyle çini kaplı hünkar mahfilinde, yine çini ile yazılmış Muhammed el Mecnun ismi, bu bölümü yapan ustanın iftaharla atılmış bir imzası gibidir.

Yeşil Türbe’nin mihrabındaki iki şamdan arasından çiçeklerin fışkırdığı vazo ve tepede asılı olan kandil kompozisyonu, değişmekte olan süsleme üslubunu gözler önüne serer.
Çelebi Sultan Mehmed’in tümüyle renkli sır tekniğindeki çinilerle kaplı lahdi ise, çinili lahitlerin en görkemlilerinden biridir.
Bursa’daki Muradiye Camii ve Medresesi’nde (1425) ise daha kısıtlı olan süslemeler, mozaik ve renkli sırla boyama tekniği ile çeşitli biçimde tek renk sırlı levha çinilerden oluşmuştur.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Edirne Muradiye Camii’nin (1436) çinileri ise, ilk dönem Osmanlı çini sanatında çininin gelişimini sergiler.
Caminin mihrabı, saydam renksiz sır altına mavi-beyaz teknikli çinilerin renkli sır tekniği ile birlikte kullanımıyla oluşan teknik bir aşamayı göstermektedir.
Mihrap içindeki düğümlü şeritlerle çevrelenmiş zengin rumili kıvrımlarda dönemin tezhip ve kalem işi süslemeleri ile bütünleşen bir üslup birliği sezilir.
Bunun yanında, çoğu Uzak Doğu kökenli çeşitli bitkisel süslemeler, kompozisyonlara zenginlik katar. Sır altına mavi-beyaz süslemeli altıgen çini levhalar, aralarına yerleştirilmiş olan üçgen biçiminde firuze renkli çini levhalarla birleşerek duvarları kaplar.

Edirne Üç şerefeli Cami’nin (1437-47) avlusunda yer alan iki çini alınlıktaki levhalarda şeffaf sır altına uygulanmış mavi-beyaza firuze ve eflatunun da katıldığı görülmektedir.
Küçük çiçekler, lehezonlar yapan kıvrık dallar ve yazılı kitabeler, bu yapıdaki süslemenin ana desenleridir.
15. yüzyılın renkli sırla boyama tekniği, 16. yüzyılda, özellikle de İstanbul’da sürer.
Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi’nin (1522) çinilerinde, renkli sırla boyama tekniğinde sırsız bırakılan boı alanların fırınlandıktan sonra kırmızı boya ile boyanarak renklendirildiği anlaşılmaktadır. şehzade Mehmed Türbesi’nin (1548) içini kaplayan çini süslemelerde ise
sütunlar, başlık ve kaidesini içeren mimari formlar görülür.
Burada sütunların taşıdığı bir revak fikri tasvir edilmiştir.
Bu örnekler renkli sır tekniğinin mimari ile bağdaşan en yaygın kullanımını gözler önüne sermektedir.

16. yüzyılın ikinci yarısından sonra tüm teknikler terk edilir.
Yalnızca sıratlı diye adlandırılan teknik kullanılmaya başlanır.
Bu teknikte çini levhalara önce bir astar çekilir, sonra istenen örnek dış çizgileri ile çizilir ve içleri arzulanan renklere boyanır.
Hazırlanan çini levha, sır içine daldırılıp kurutulduktan sonra fırına verilir.
Fırında ince bir cam tabakası halini alan saydam sırın altında tüm renkler parlak bir biçimde ortaya çıkar.
Bu dönemde ayrıca renklere ancak yarım yüzyıl kadar sürecek olan orijinal bir mercan kırmızısı da katılır.
Çok kaliteli bir teknik ve zarif bir desen anlayışı ile yapılanbu çinilerde, artık natüralist bir anlayışla çizilmiş lale, sümbül, karanfil, gül ve gül goncası, süsen ve nergis gibi çeşitli çiçekler, üzüm salkımları, bahar açmış ağaçlar, servi hatta elma ağaçları, üstün bir yaratıcı güçle kompozisyonları zenginleştirir.

Ayrıca, hançer biçiminde kıvrılmış sivri dişli yapraklar ve bunların arasında çeşitli duruşlarda kuş figürleri, kimi zaman dabazı efsane hayvanları yer alır.
Bu zenginleşmede hiç kuşku yok ki, Osmanlı sarayına bağlı nakkaşların yaratıcı gücü etken olmuştur. Özellikle şahkulu ve Karamemi gibi nakkaşbaşıların idaresinde çalüşan nakkaşlar, çini ustaları için çeşitli desenler yaratmışlardır.
Bu gür kaynağın oluşturduğu Osmanlı saray üslubu, bu dönemde çeşitli sanat yapıtlarıyla birlikte çini sanatında da bir üslup bütünlüğü sağlamıştır.

İstanbul Süleymaniye Camii’nin (1550-57) mihrap duvarı, kırmızı rengin ilk kez kullanıldığı, bahar açmış dallar ve diplerinden fışkıran lale, karanfil gibi natüralist çiçeklerin yer aldığı çiniler ile yeni üslubu açıkça ortaya koyar.
Mihrabın iki yanındaki yazılı madalyonlar ise, dönemin büyük hattatı Karahisari ve öğrencisi Hasan Çelebi’nin ürünleridir.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Rüstem Paşa Camii (1561), 16. yüzyılın ikinci yarısında çini sanatına kaynak olacak bütün desenlerin sergilendiği, mihrapların, duvarların, payelerin tümüyle çinilerle kaplandığı gösterişli bir yapıdır.

İstanbul Kadırga’da Sokullu Mehmet Paşa Camii (1571), çini süslemelerin kubbenin pandantifli geçiş kısmında, pencere alınlıklarında, mermer mihrabın çevresinde duvarda ve minberin külahında yer alması ile mimariyi ezmeyen başarılı bir düzenlemeye sahiptir.
Bunun yanında, İstanbul Piyale Paşa Camii’nin (1573) çinili mihrabının süslemeleri, dönemin kumaş desenleri ile olan benzerliği sergiler.

Edirne Selimiye Camii’nin (1569-75) çinileri, 1572 tarihli fermanlardan anlaşıldığı gibi, ıznik’e özel olarak sipariş edilmiştir.
Bu yapı, çini süslemenin mimari ile bağdaşan, mimari üstünlüğü ezmeyen bilinçli yerleştirilişini en başarılı bir biçimde ortaya koyar.
Mihrap duvarı, minber köıkü duvarı, galerileri taşıyan kemerlerin köşelikleri, pencere alınlıkları ve özellikle de hünkar mahfili, dönemin en kaliteli çinileri ile kaplıdır. Hünkar mahfilinde ki çiniler, 16. yüzyılın ikinci yarısında varılan üstünlüğü, bahar açmış ağaçlar ve elma ağaçları ile taçlandırır.

Üsküdar’da Atik Valide Camii (1583) mihrap duvarının iki yanında yükselen çini panolar, vazodan taşan çeşitli çiçekler ve bahar açmış ağaçları ile 17. yüzyıl çini sanatına kaynak olacak güçtedir.

Çini sanatında, 17. yüzyılın ilk yarısından itibaren teknik açıdan bir duraklama ve gerileme başlar. Mercan kırmızısı kahverengiye dönüşür, öteki renkler solar, sır altında akmalar görülür.
Sır parlaklığını yitirir, çatlaklar belirir, beyaz zemin de kirli ve benekli bir görünüm kazanır.
Desenler ise bir süre daha eski güçlerini korumakla birlikte, gittikçe inceliklerini yitirir ve donuklaşırlar. Sağlam siyah dış çizgilerin yerini de ince mavi bir renk alır.

İstanbul Sultan Ahmed Camii (1609-17), Türk çini sanatının en parlak dönemine ait örneklerin toplandığı son büyük yapıdır. Bu yapıda kayıtlara göre, 21043 çini kullanılmıştır. Özellikle üst kat mahfillerinin duvarlarını kaplayan çini panolardan görülen bahar açmış ağaçlar, asma dalları sarılmış servi ağaçları, üzüm salkımları, lale, sümbül, karanfil demetleri, Çin bulutları ile kuşatılmış iri şakayıklar ve sembolik üç top desenleri, yıldızlı geometri geçmeler gibi çok farklı motiflerin ayrı ayrı panolar halinde bir araya getirilmiş olması, bunların toplanmış çiniler olduğu kanısını uyandırmaktadır.
Bu yapıda, 16. yüzyıl ikinci yarısı ve 17. yüzyıl başı ıznik ve Kütahya çinileri bir arada kullanılmıştır.
Topkapı Sarayı’nın çinileri, Osmanlı çini sanatının tüm dönemlerini toplu olarak gözler önüne serer. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan, ıimdi Arkeoloji Müzeleri bahçesinde yer alan Çinili Köık (1472), mozaik çini sanatının ilk Osmanlı dönemindeki üslup gelişimini yeni kompozisyon ve renklerle gözler önüne seren anıtsal bir yapıdır.
Gösterişli bir eyvan biçiminde dışarıya açılan giriş kısmında, geometrik kompozisyonlar, iri kufî ve sülüs yazılar, etkiyi arttırmaktadır.
Topkapı Sarayı Arz Odası’Dnın cephesindeki renkli sır tekniğinde yapılmış çiniler ise, 16. yüzyıl başındaki örneklerin özelliğini taşır.
Topkapı Sarayı’nda, 16. yüzyıl ikinci yarısının en kaliteli çinilerinin bulunduğu bölümlerden biri de Hırka-i Saadet Dairesi’dir.
Bahar açmış ağaçlar üzerinde çifte kuşlu panolar, parlak kırmızı rengin geniş bir zeminde kullanılmış olduğunu göstermesi açısınan önemlidir.
Sultan Murad Dairesi’ndeki (1578) çiniler, kubbe eteğine kadar tüm duvarları kaplar.

16. yüzyıl ikinci yarısının bu kaliteli çinilerinde, beyaz zemin üzerine kırmızı, yeşil renklerin bulunduğu Çin bulutları, nar çiçekleri ve kıvrık dişli yapraklar görülür.
Ocak külahının iki yanında yer alan bahar dallı kompozisyon ise, bulunduğu yere uygun bir biçimde yerleştirilmiştir.
1640 tarihli Sünnet Odası’nın cephesini ise çeşitli dönemlere ait çiniler süslemektedir.
Artık kaliteli çinilerin yapılamadığı dönemde, bu yapıda, saray depolarındaki çiniler ya da başka yerlerden sökülerek getirilenler kullanılmıştır.
1.20 x 0.34 m. boyutundaki yekpare çini panolarda, beyaz bir zemin üzerinde firuze ve mavinin tonlarıyla kıvrık iri yaprak ve şakayıklı bir dal üzerinde çeşitli duruşta kuş figürleri, alt kısmında ise Uzak Doğu kökenli iki efsanevi geyik figürü bulunmaktadır.
Saray nakkaşlarının desenlerine göre biçimlendiği belli olan bu panolara benzeyen daha küçük boyuttaki bir panoda ise, bir vazodan çıkan kıvrık yapraklı ve çiçekli bir dal üzerinde kuş figürleri bulunmaktadır.
ılginç olan, bu panoların benzerlerinin 1639 tarihli Bağdat Köıkü içinde de yer almasıdır.
Ancak burada kompozisyon yekpare bir pano olarak değil, yedi ayrı levhanın birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
Bu çiniler, biraz kabalaşmış üsluplarına ve teknik aksaklıklarına rağmen, Sünnet Odası’ndaki 16. yüzyılı ait orijinallerine bakılarak yapılmış oldukça başarılı kopyalardır.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
17. yüzyıl çini sanatının desen açısından henüz yaratıcı gücünü sürdürdüğü Harem kısmında, Valide Sultan ve şehzadeler Dairesi’ndeki çini kaplamalar,
vazolardan taşan çeşitli çiçekler ve bahar ağaçları ile mekana bir cennet bahçesi görünümü kazandırır. 17. yüzyılın bu alandaki bir katkısı da Mekke ve Medine tasvirlerinin Türk çini sanatında yer almasıdır. Böyle bir pano, Valide Sultan ıbadet Odası’nda da bulunmaktadır.
Bu tür panoların kitabeli olmaları, bunlara belge niteliği de kazandırmaktadır.

Bu dönemde ıznik’in gittikçe azalan etkinliğinin yerini, Kütahya almaya başlamıştır.
Üsküdar Çinili Cami (1640) mihrabı, minberin külahı ve nişli duvarları ile Kütahya çinilerinin ıznik ürünlerini anımsatan başarısını gözler önüne serer.
İstanbul Yeni Cami ve Külliyesi’nin (1663) çinileri ise, 17. yüzyılın ikinci yarısındaki teknik gerilemeye rağmen, çok çeşitli desenlerin hâlâ kullanıldığını göstermektedir.
Yapının hemen her bölgesinde yeşil, firuze ve lacivert renklerin egemen olduğu çinilere rastlanır.

18. yüzyıl başlarında ıznik çiniciliği bir daha canlanamayarak son bulur.
Sultan IŞI. Ahmed ve Sadrazam Damat ıbrahim Paşa, Türk çini sanatını yeniden canlandırmak için girişimlerde bulunurlar.
İstanbul Tekfur Sarayı’nda, ıznik’ten getirilen ustabaşı ve fırın malzemeleriyle yeni bir imalathane kurulur.
Başlangıçta ıznik çinilerinin benzerleri yapılır.
Ama, bu deneme de çok kısa sürer ve 25 yıl sonra Tekfur çiniciliği son bulur.
Tekfur Sarayı çinileri adı altında toplanan bu ürünlerin en ilginç örnekleri, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde (1734) ve Sultan Ahmet Çeşmesi’nin (1732) saçağı altında bulunmaktadır.
Desen açısından ıznik çinilerine benzemekle birlikte, Tekfur Sarayı çinilerinin yapım tekniği başarılı değildir.
Sırlar mavi bir ton almış, çatlaklar belirmiş, renklerde de solma ve akmalar başlamıştır.
Sıraltı tekniğindeki bu çinilere o zamana kadar çini sanatında görülmeyen sarı ve turuncu da katılmıştır.
Kısa ömürlü bu çabanın yanında, Kütahya 18. yüzyıl boyunca tek çini merkezi olarak etkinliğini sürdürmüştür.
Ama, saray sanatının görkeminden uzak, daha çok halk sanatının şematik üslubuna göre oluşturulmuş çiçek buketleri ve rozetler ortaya çıkmıştır.
Üsküdar Yeni Valide Camii (1708), Kütahya Hisar Bey Camii’nin 1750 yılındaki tamiri sırasında konulan çinileri, Antalya Müsellim Camii (1796) ve Topkapı Sarayı’nın çeşitli yerlerinde bulunan çiniler, bu dönemin özelliklerini yansıtırlar.

Bu özellikler, Neo-Klasik üslubun egemen olduğu 20. yüzyıl başlarında yeni bir canlanmaya değişir. ıznik çinilerinin klasik desenlerine dönülerek, başarılı örnekler verilir.
Eyüp’teki Sultan Mehmed Reşad Türbesi’nin (1918) içini kaplayan çini panolar, asma yapraklı servi ağaçları, vazodan taşan çiçekler, bahar ağaçları, kırmızı renginde katıldığı renk çeşitlemesi ile bu yeniden canlanışı gözler önüne sermektedir.

Osmanlı çini sanatının görkemli örnekleri, küçük çapta da olsa, 20. yüzyıl başında yeniden yaşatılmaya çalışılmıştır. Kütahya çiniciliği ise günümüzde, zaman zaman Türk çini sanatının parlak geçmişini anımsatan örneklerle varlığını sürdürmektedir.
Bu yazı bugün aramızda olmayan Çini Tarihi Araştırmalarına büyük emek vermiş sayın Prof. Dr. Şerare Yetkin tarafından kaleme alınmıştır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
GELENEKSEL TÜRK SANATI BÖLÜM 7

KALEMKARLIK SANATI

1. Kalem İşi

Geniş anlamıyla kalem işi veya kalemkâri adı altında genellikle fırça ile, tezhip tekniğini andıran bir teknikle meydana getirilen renkli desenlerdir.

Geleneksel Türk ve Osmanlı Süsleme Sanatının vazgeçilmez birer unsurudur.

“Sivil ve dinî mimarimizin iç duvarlarını, kubbelerini ve tavanlarını sıva, ahşap, taş, bez ve deri gibi malzeme üzerine renkli boyalar ile,

bazen de altın varak kullanılarak, kıllı kalem tabir edilen fırçalarla yapılan nakışlara ‘kalemişi’;
bu nakışları yapan kişilere ‘kalemkâr’; tezyinatın (süslemenin) projesi olan desenleri hazırlayıp uygulayan kişilere de ‘nakkaş’ denilmektedir.”

Özellikle saray, köşk ve evlerde kullanılan kalemişi uygulamaları,
şimdilerde eski eser restorasyonun teşviki ve popüler olması nedeniyle çokça kullanılmaya başlandı. Kalemişi, geçmişte ağırlıklı olarak dinî mimaride kullanılırken, zamanımızda sivil mimari yapılarda da tercih ediliyor.
Kalemişi, daha az bilinen adı ile kalemkari mimaride duvar, tonoz, kubbe gibi düz yada eğri yapı yüzeylerinde, kurumuş sıvanın üstüne fırçayla yapılan renkli bezemeye verilen addır.
Tonoz, kubbe gibi örtü düzenlerine yapılan kalemkari örneklerinden günümüze ulaşanlar arasında 1228-1229’da tamamlanan Divriği Ulu Cami ve Darüşşifa’sı en önemlisidir.
Bu tekniği freskten ayıran en önemli özelliği yüzeysel olmasıdır.
Anadolu’da bu tür en eski duvar bezemelerine daha çok taş üzerine uygulanmış olarak ve özellikle kırmızı renkte Selçuklu yapılarında rastlanır.

Kalem işi örneği
Erken Osmanlı Dönemi kalemişi örnekleri arasında Bursa Yeşil Cami, Edirne Muradiye ve Üç Şerefeli Cami’leri, İznik Kırgızlar Türbesi gelir.
Bursa Yeşil Cami döneminin en göz alıcı süsleme örneklerine sahiptir;
güneydoğu ve güneybatısındaki tabhane mekanları içinde yer alan alçı ocaklar ve nişler bitkisel ve geometriksel motiflerle bezenmiştir.
Nakkaş Ali tarafından yapılan bu kalemişleri, bitkisel ve geometriksel süslemeler dönemin en karakteristik örnekleridir.

“14. ve 15.yüzyıllarda 1389-1399 tarihli Bursa Yıldırım Cami’sinde olduğu gibi hafif kabartma ( Malakari) tekniği ile yapılan bitkisel ve geometriksel motiflerle süslü alçı raflar,
nişler, ocaklar moda olur.
Bu geçiş döneminin getirdiği bir diğer yenilikte,
Edirne ve Bursa yapılarında örneklerini gördüğümüz bitkisel motifler ve yazılardan oluşan
sıva üzerine yapılmış kahverengi, siyah, mavi, kırmızı renkli kalemişleridir.
Kemerler, kubbe ve tonozların iç yüzeyleri,
duvarlar motifleri bazen çok karmaşık olan kalemişleri ile süslüdür.
Birçok cami’de avlu revaklarını örten kubbelerin iç yüzeylerinde zengin kalemişi ve malakari örneklerine rastlanır.”

“1451 yılında yapılan Bursa II. Murat Türbesi’nde duvarların üst kesimi ve kubbe canlı ve parlak renklere sahip kalemişi bezemelerle süslüdür.
Motifler arasında çeşitli formda vazolardan çıkan stilize serviler, kandil motifleri, şemseler ve dinsel içerikli kitabeler dikkati çekmektedir.”

Kalemişi ve onun gelişmiş örnekleri olan Malakari ve Edirnekari,
Osmanlı Dönemi’nde gerek saray, konak gibi sivil yapılarda, gerekse başta camiler olmak üzere dinsel yapılarda çininin yanında en önemli duvar yöntemi olarak uygulanmıştır.
Erken Osmanlı ve Klasik Devir sivil yapılarına ait günümüze kalan bezeme örnekleri ne yazık ki çok az sayıdadır.
Yapılan bazı restorasyon çalışmalarının desen ve renk yönünden doğru uygulanmamasında
günümüze gelen örneklerin yozlaşmasına yol açmıştır.
Zaman içinde tekrarlanan restorasyonlar ise desenlerin orijinal hallerinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır.
Ancak bunun yanı sıra Edirne’deki Selimiye Cami’sinin büyük kemerlerindeki,
Üsküdar Yeni Valide Sultan Cami’si ve Çinili Cami’sindeki özgün kalemişlerindeki
onarımlar temizlenen boyaların altından ortaya çıkartılmıştır.
Ahşap üzerine yapılmış kalemişleri kubbelerde yada mahfil tavanlarında ve sıklıkla evlerin ahşap bölümlerinde görülür.
Bunlar erken dönemlerde rumî ve hatayî motifli geç dönemlerde ise Barok ve Rokoko üsluplarının etkisindedir ( 1591-1592).

Yapıların büyük çoğunluğunun mimarlarının bilindiği halde özellikle
Erken Dönem’de yapılarda çalışan nakkaşların kimler olduğu bilinmemektedir.
Örneğin 1447’de tamamlanan ve 15.yy Osmanlı süsleme sanatının en başarılı örneklerinden olan Edirne Üç Şerefeli Cami’nin orijinal Kalemişi süslemelerinin
İran’lı bir sanatçı tarafından yapıldığı rivayet edilmektedir.
Gerek Anadolu’daki Halk Sanatı’nda gerekse İstanbul’da saraya yönelik imparatorluk sanatı’ndaki ürünlerde desen ve renk bütünsel bir uyum gösterir.
Günümüzde de eski eser restorasyonu uygulamalarında ve modern yapı guruplarında,
farklı disiplinlerdeki içmimarlık çalışmalarında, geçmişin tadını yaşatan Kalemişi uygulamaları yapılmaktadır.

“Günümüzde Kalemişi uygulanan mekan dış etkenlerden iyi korunabilirse devamlılığı 100-150 senedir. Kalemişlerinin ömrü kullanılan malzemenin kalitesine ve mekanın rutubet alıp almamasına bağlıdır.”
2.KALEM İŞİ AŞAMALARI

a. Belgeleme:

Restorasyonu yapılacak motifler ilk olarak fotoğraf, video gibi görsel tekniklerle belgelenmelidir. Yapılacak restorasyonda belgeleme eserin ilk halini ortaya koyacaktır.

b. Mevcut Motiflerin Çizimi:

Motiflerin aydınger kağıdına çizilerek eksik kısımlar tamamlanarak yapılacak restorasyonda kullanılır.

c. Temizleme:

Yumuşak fırçalarlarla yüzey tozlardan arındırılır.
Yüzeyde kalan ve esere işlemiş kir tabakası ise eser bünyesine zarar vermeyen kimyasal maddeler temizlenir.

d. Bozulmuş Yüzeylerin Alınması:

Duvar ve tavan yüzeylerinde kabarmış olan kısımların spatula veya bistürü yardımıyla temizlenmesi.

e. Onarım:

Dökülen ve bozuk yüzeyleri dolgu malzemesi kullanılarak zemin düzgünleştirilir. Bu işlem yapılırken tüm yüzeyin aynı seviyede ve düzgün olması sağlanır.

f. Astarlama:

Bozuk olan yüzeylerin ilk katına astar atılır.

g. Tozlama:

Daha önceden yüzeylerden çizimleri yapılan motifler şablonlarla düzeltilir. Çizilmiş olan motifler ince uçlu iğnelerle delinir.

h. Boyama:

Mevcut motiflerin renklerine en uygun olan tonlar bulunur. Motiflerin şekline göre uygun fırçalar kullanılarak motifler boyanır.

Alıntıdır.
 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
KULLANILAN MALZEME VE ALETLER

“Boya: Deseni renklendirmek için kullanılır.

İnceltici: Sanatçının fırçayı rahat kullanabilmesi amacı ile boyanın incelmesini sağlayan malzemedir. Yağlı boyada neft,Su bazlı boyada ise su kullanılır.

Fırça: Boyanın desen üzerine tatbik edilmesini sağlayan malzemedir.

Istaka: Fırça ile çalışırken, elin titrememesi ve hatların düzgün çekilmesi amacıyla kullanılan, yardımcı malzemedir.Ortalama 1-1.5 cm çapında 60,70 cm uzunluğunda ve yuvarlaktır.

Eskiz Kağıdı: Üzerine desenin çizildiği şeffaf kağıttır

İğne: Eskiz kağıdı üzerinde bulunan deseni delme işine yarayan sivri parçalarıdır.

Toz: Bu malzeme gözenekli bir bez parçası içine konur ve yüzeye tutturulan eskiz kağıdı üzerinde gezdirilir.
Bu sayede desenin uygulanacağı yüzeylere, gözün seçebileceği hatlarla geçirilmesini sağlar.

Strafor: Üzerine desen çizilmiş Eskiz kağıdını delmek için altına konulan yumuşak malzemedir.

Altın Varak: Boya yerine altın kullanılması düşünülen yüzeylere uygulanan altından elde edilen defter sayfaları halinde yapraktır.

Miksiyon: Altın varağın uygulanacağı yüzeye tutunmasını sağlayan ve altın varağın yapıştırılacağı hatlara sürülen bir malzemedir.”

Teknik açıdan kalemişi 4 gruba ayrılır.

1- Sıva üstü kalemişi
2- Ahşap üstü kalemişi
3- Taş ve mermer üstü kalemişi
4- Deri ve bez üstü kalemişi

Sıva üstü kalemişi

Klasik mimari eserlerimizin hemen hemen hepsinde uygulanan bir tekniktir.
Bu teknikte kalem işinin uygulanacağı zemine önce kireç badanası yapılır.
Süslemelerin yada nakışların yapılacağı zeminler ölçülüp bölümlere ayrılır,
önceden hazırlanan desenler iğne ile delinerek kalıp haline getirilir.
Kömür tozu yardımıyla tamponlanarak desen zemine geçirilir.
Seçilen ve hazırlanan renklere boyandıktan sonra en son olarak kontürler çekilir.
Klasik kalemişleri iki boyutludur. Işık – gölge oyunları yoktur.
Kullanılan malzeme iyi olursa ve dış etkenlerden korunursa kalıcı olur.

Alıntıdır.

 

Grafiks

Üye
31 Ağu 2011
60
0
cyprus
Ahşap üstü kalemişi

Sıva üstünden sonra Osmanlı döneminde çok uygulanmış olup 4-5 asırlık çok eski bir örnektir.
Hiç restore edilmeden günümüze gelen örnekleri de mevcuttur.
Yani sıva üstü kalemişine göre daha dayanıklıdır.
Bunun nedeni; dış etkenlerden sıva üstü kalemişine göre temas halinde olmaması,
başka bir nedeni ise nakışların veya desenlerin üzerine çekilen sır tabakasıdır.
Bu yönteme lake denilir.
Sır tabakası inceltilmiş bezir yağı ve verniktir.
Mimar Sinan işlerinde ve Hünkâr Mahfili ve Müezzin Mahfili tavanlarında görülür.
Bu çalışmalrda altın varak bolca kullanılmıştır.

Taş ve mermer üstü kalemişi

Bu teknikte kullanılan boya malzemesi tutkallı ve yağlı boya türündedir.
Sıva üstü tekniğinde olduğu gibi çalışılır.
Mermer üstü çalışmalarda altın varak kullanılır sıva üstü çalışmaya göre daha zor bir tekniktir.
Özel ve daha çok zaman isteyen bir tekniktir.

Deri ve bez üstü kalemişi


Ahşap konstrüksiyon üzerine çakılan kaplama tahtaları üstüne deri veya keten bezinin gerilerek bir tuval teşkil etmesinden sonra kalemişinin uygulanmasına geçilir.
Kullanılan malzeme genellikle yağlı boya veya tutkallı boyadır.
16. ve 17. yüzyıllarda örnekleri çok sayıda bulunur.
18. ve 19. yüzyıllarda ise tamamen bu tekniğin örnekleri mevcuttur.

Alıntıdır.


 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.