Osmanlı Ansiklopedisi

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
ARZ ODASI

Topkapı Sarayı'nın bölümlerindendir.

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Fatih devrinden XIX. yüzyıla kadar sadrazam ile diğer büyük devlet adamları* yabancı devletlerin elçileri* arife günleri de şehzadeler Arz Odası'nda huzura kabul edilirler ve padişahla burada görüşürlerdi.

Arz Odası sarayın üçüncü büyük kapısı olan Babüssaade'den girilince hemen karşıdadır. XV. yüzyıl yapısı olup klasik üsluptadır. Fatih devrinde yapıldığı sanılmaktadır. Sonraları birkaç kere onarılmıştır. İkisi Babüssaade'ye* birisi de karşı tarafa açılır üç kapısı vardır. Ön yüzünde değerli çini levhalar* sağ tarafta da XVI. yüzyıldan kalma güzel bir çeşme bulunmaktadır. Arz Odası'nın içi küçük bir salondan ibarettir. Sol taraf köşesinde sedir şeklinde ve III. Mehmed tarafından yapılan* üzeri kubbeli bir taht vardır. Tahtın örtü ve yastıkları* odanın perdeleri ve sair eşyası baştanbaşa inci ve zümrüt ile işlenmiş olup çok değerli halılarla ihtişamlı bir şekilde süslenmiştir. Tahtın yanında bronzdan yapılmış süslü bir ocak bulunmaktadır. Dışarı çıkılacak kapının yanında* iç tarafta küçük bir çeşme vardır. Salon içinde konuşulan sözlerin dışarıdan işitilmemesi için bu çeşmenin akıtıldığı rivayet edilmektedir.

1856 yılındaki yangında oda yanmış* taht ile ocak güçlükle kurtarılmıştır. Yangından sonra yetkili eller tarafından Ampir üslubunda yapılan onarma ile oda bugünkü şeklini almıştır. Arz Odası'nın kapısı üzerinde ve dış duvarlarında birkaç kitabe vardır.




ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE


Sultan Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması ile kurulan askeri teşkilat (17 Haziran 1826).

II. Mahmud* Osmanlı tarihinde "Vaka-i Hayriyye" diye adlandırılan olay ile Yeniçeri Ocağı'nı dağıtmış* bu olaydan üç gün sonra bir hatt-ı hümayun ile Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıldığını ve yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adı altında* yeni bir askeri teşkilatın kurulduğunu bildirmiştir. Boğaz muhafızı ve Kocaeli* Hüdavendigar (Bursa) sancakları mutasarrıflıkları üzerinde kalmak üzere Ağa Hüseyin Paşa da "Serasker" sıfatıyla bu teşkilata komutan olarak atanmıştır.

Sultan II. Mahmud ayrıca Süleymaniye'deki "Ağa Kapısı"nın bundan sonra "Serasker Kapısı" adı ile anılmasını bildirmiş ve 7 Temmuz 1826 tarihinde bu teşkilata ait bir de kanunname yapmıştır. Kanunnameye göre önceleri 1200 kişilik olması düşünülen bu teşkilat* 1500'er kişiden meydana gelen ve tertip adı verilen 8 birliğe ayrılmış* her birliğin komutası binbaşı rütbesinde bir subaya verilmiştir. (Bir tertibin mevcudu* binbaşı* kolağaları* topçubaşı* arabacı başı* cebehanebaşı* mehterbaşı* imamlar* hekim* cerrah vb. ile 1527 kişi idi.)

Sekiz tertipten ikisi sırayla Serasker Kapısı'nda İstanbul'un asayişinden sorumlu olacak* altısı Davud Paşa ve Rami ile Üsküdar'daki kışlalarında bulunacaktı. Her tertip sağ ve sol olmak üzere iki kola ayrılmış* her kolun başına ağa-yı yemin (sağ kolağası) ve ağa-yı yesar (sol kolağası) unvanı ile birer subay getirilmiştir. Her kol 100 kişiden olmak üzere "Saf" adı ile 6 kısıma bölünmüş* her safın başına bir yüzbaşı atanmıştı. Yüzbaşının emri altında bulunan her on erin biri onbaşı rütbesinde idi. Bundan başka her kolun içinde kol mülazımı* yüzbaşı mülazımları* sancaktar* çavuş* topçu ustası* topçu kalfası (halife)* topçu araba* cebehane ve mızıka mürettebatı* saka* bir de nefer katibi vardı.

Bu teşkilatla beraber* Tevcihat defterinden anlaşıldığına göre* protokol bakımından* Darphane-i Amire Nezareti ile Cebehane Nezareti arasında olmak üzere ayrıca "Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye Nezareti" kurulmuştu. Sekiz tertibin başına Serasker Paşa ile Nazır tarafından seçilen ve Kapıcıbaşı derecesinde başbinbaşı adı ile yüksek rütbeli bir subay getirilmiş ve Masraf-ı Şehriyari Katipliği ile Süvari Mukabeleciliği arasında bulunan bir de katip atanmıştır. Her Safın kadrosunda olmamakla beraber* tertip kadrosu içinde İstanbul Kadılığı'nca atanan birer imam da vardı. Böylece Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin terim ve tabirlerinin çoğu Nizam-ı Cedid'inkine benzemekte idi.

Asker ve subayların maaştan başka tayinleri de vardı; maaşlar gündelik olarak hesaplanır* 30 gün üzerinden ayda bir defa verilirdi. Bu teşkilata kim olduğu belirsiz* işsiz* soysuz* din değiştirmiş kimseler alınmayacaktı. 15-30 yaş arasında ve sağlam yapılı oldukları takdirde en çok 40 yaşına kadar olanlar* kendi istekleriyle asker kaydedileceklerdi.

Erler subaylarına hizmet eri görevi yapmayacak; subaylar ancak dışarıdan hizmetçi alabilecekler* bunların elbiseleri bile erlerinkine benzemeyecekti. Orduya girenler meşru mazeretleri olsa dahi 12 yıl geçmeden ayrılmayacaklardı.

1828 yılında Asakir-i Mansure-i Muhammediye terimlerinde esaslı değişiklikler yapılmış* tertip yerine "alay" * kol yerine "tabur"* saf yerine de "bölük" kelimeleri kullanılmıştır. Yeni değişikliklere göre* her alay 500 mevcudlu üç taburdan meydana gelecekti. Başbinbaşılık da kaldırılarak* her alay "miralay" adında yüksek rütbeli bir subaya* her tabur da bir binbaşının emrine verilmiştir.

Bundan başka* her alaya bir "kaymakam"* bir "alay emiri"* her tabura da sağ ve sol ağaları adlı iki "kolağası"* biri "sancaktar" ve bir "tabur katibi"* yüzbaşıların komutasında kalan bölüklere de iki "mülazım"* bir "başçavuş"* dört "çavuş"* bir de "bölük emini" verilmişti.

Bir zaman sonra "Kapıkulu süvarileri" (Gedikli Sipahi) de kaldırılarak* bu yeni usul üzere* gerek İstanbul* gerek eyaletlerde süvari birlikleri de kurulmaya başlanmıştır. Sonraları birlikler* çoğalınca* iki alay bir "liva" sayılarak bir "mirliva"nın komutasına verilmiş ve alaylar istanbul ve Üsküdar'da olmak üzere "Hassa" ve "Mansure" adı ile iki kısıma ayrılmış* her kısmın başına "Ferik" rütbesinde birer komutan getirilmiştir. Hassa birlikleri yalnız İstanbul'da* Mansure birlikeri ise İstanbul ile beraber* önemli bölgelerde bulundurulmakta idi.

1832'de "Hassa Ferikliği" "müşirlik"e yükseltilerek* askeri dereceler yeni bir şekil almış ve bu teşkilat aşağı yukarı Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarına kadar süre gelmiştir.

Başlangıçta çocuk denecek yaşta erlerden oluşan bu ordu* kendisini ilkönce 1828-1829 Rus Harbi'nde göstermiş* sonunda azlığı yüzünden eriyerek ye-nilmişse de* Ruslara iki yıl cesaretle dayanmış ve Osmanlılara Yeniçerilerin kaldırılmasının doğruluğunu ve vatan savunmasında düzenli iyi eğitim görmüş bir ordunun lüzumunu isbat etmiştir* II. Mahmud karşılaştığı büyük harbler* ayaklanmalar ve iktisadi darlıklara rağmen bu ordunun mevcudunu hayatının son yıllarında 118.400 kişiye çıkarmış bulunuyordu.

Zamanla memleketin muhtelif yerlerinde ordular ve sefer yedek birlikleri olmak üzere "Redif" tümenleri teşkilatlandırıldıktan sonra Asakir-i Mansure birliklerine "Asakir-i Nizamiye" adı verilmiştir.



Asesbaşı

Yeniçeri Ocağı'nı meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısının adıydı.

Asesbaşı "polis müdürü" demek olduğundan* ocaktaki resmi ve askeri görevinden başka şehrin asayişiyle de ilgiliydi. Asesbaşı* başına yeşil çuhadan çatal kalafat* arkasına zağra yakalı ve yeşil kablı divan kürkü* bacağına ak çakşır* ayağına da sarı yemeni giyerdi.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
ASİTANE
Büyük tekkeler hakkında kullanılan bir tabirdir.

"Asitan" kelimesinin lugat manası eşik* dergahtır. Kamus-ı Türki asitane kelimesini: 1-Eşik* aka* 2-Payitaht* merkez-i saltanat* 3-Büyük tekke* merkez olarak açıklamaktadır.

Osmanlı Devleti zamanında İstanbul için hükümet merkezi olması sebebiyle "Asitane" deyimi kullanılırdı.

"Asitane-i Saadet"* "Asitane-i Aliyye" tabirleri de bu manadadır.


AŞIKPAŞAZADE (DERVİŞ MEHMED AŞIKİ) (1393-1481)


Garib-name sahibi* ünlü mutasavvıf Aşık Paşa'nın üçüncü göbekten torunudur. Hal tercümeleri* hakkında fazla bir şey yazmaz. Hayatı hakkındaki bilgiler ancak Tarih'inden çıkartabilmektedir. Doğum tarihi kesin belli değildir. Fuad Köprülü ve Franz Babinger 1400 yılını* Raif Yelkenci ve Nihal Atsız ise 1393 yılını doğum tarihi olarak kabul etmektedirler.

Atası Aşık Paşa'ya nisbetle "Âşıkî" mahlasıyla anılır. Çorum'un Mecitözü kazasının yakınlarındaki Elvan Çelebi'ye temlik edildiği için Elvan Çelebi (Eski adı Tanun) adını alan köyde doğduğu tahmin edilmektedir. Henüz 13 yaşında iken Çelebi Mehmed'in* kardeşi Musa Çelebi'ye karşı Rumeli'ye düzenlediği sefere katılan Aşıkpaşazade Geyve'ye gelindiği sırada hastalanarak Orhan Gazi'nin imamı İlyas Fakih'in oğlu Yahşi Fakih'in -En eski Osmanlı Tarihi 'nin yazarı- evinde kaldı. Sefere kiminle ve ne sebeple katıldığı bilinmemektedir.

Aşıkpaşazade'yi 1422'de Elvan Çelebi köyünde görüyoruz. Çelebi Mehmed'in Tokat'da Bedevi Çardağı'nda hapsettiği Köse Mihaloğlu Mehmed Bey* II. Murad tarafından serbest bırakılmıştı. Bursa yakınlarındaki Ulubat'ta orduya katılmak üzere yola çıkan Mihaloğlu* Elvan Çelebi köyünden geçerken Aşıkpaşazade'yi de yanına aldı.

1422'den 1436'ya kadar hakkında fazla bilgi yoktur. 1436'da hacca gitti. Bu münasebetle veya başka bir sebeple Konya'ya uğradı. Sadreddin Konevi zaviyesinde kaldığı şurada Zeynüddin Hafi'nin halifelerinden Abdüllatif Mukaddesi'den el aldı. Mısır'da ve Mekke'de bazı sofilerle görüştü. Hacdan döndükten sonra Rumeli beylerinden Paşa Yiğitoğlu İshak Paşa’nın himayesine girerek Üsküp'e geldi. İshak Bey'in oğulları Paşa Bey ve Kılıç Doğan ile birlikte akınlara gitti.

1438'de II. Murad'm ordusunda Macaristan seferinde bulundu. 1457'de Edirne'de Şehzade Mustafa'nın ve Bayezid'in sünnet düğününe katıldı. Padişahtan birçok ihsanlar aldı. Aşıkpaşazade'nin tekrar Üsküp'e geldiğinden* sonra İstanbul'a dönerek Haydar mahallesi civarında atası Aşık Paşa adına küçük bir mescit yaptırdığından* 1469'da kızı Rabia Hatun'ı müridi Seyyid Vilayet'e verdiğinden başka bilgimiz yoktur.

Aşıkpaşa'nın ölüm yılı hakkında kaynaklarda verilen tarihler de çelişkilidir. Tarih'inin nüshalarından bazıları 1502'ye kadar gelen olayları anlatması* ölümünün de bu yıldan sonra olabileceğini düşündürmüştür.

Aşıkpaşaoğlu Tarihi: Devrinde pek bilinmeyen ve kimi kaynaklarda Aşık Paşa'ya isnat edilen* kimi kaynaklarda da Yahşi Fakih'in kitabından alınma olduğu söylenen Aşıkpaşazade'nin tarihinde olaylar Osmanlıların ilk devirlerinden başlar* II. Bayezid zamanına kadar gelir. Dervişlik töresiyle yetişen Aşıkpaşazade'nin çok gezdiği ve devrinin mühim simalarının tanıdığı anlaşılmaktadır. Kendi ifadesine göre Tarih'ini 86 yaşında iken 1476 yılından sonra yazmaya başlamıştır. Önceleri de birtakım notlar aldığı tahmin edilebilir. I. Bayezid'in zamanına kadar gelen olayları Yahşi Fakih'ten* Demirtaş Paşazade Umur Bey’den Ankara Savaşı ve sonraki olayları Amasya dizdarı ve II. Murad zamanında Bursa naibi olan birinden nakletmekte* II. Murad devrinin bütün olaylarım ise kendi gözlemlerine dayandırmaktadır.

Aşıkpaşazade* Tarih'inde Osmanlı hükümdarlarının hepsini derviş-gazi tipinde çizer. OsmanlıDevleti'nin kuruluşunda gazi* ahi* derviş ve bacıların rollerini önemle belirtir. Bu sebeple Aşıkpaşazade Tarihi hem bir kronik* hem de derviş gazilerin görüşlerini yansıtan bir belgedir.

Aşıkpaşazade'nin Tarih'i kendinden önce yazılan "Tevarih-i Al-i Osman'lardan düzenleme ve üslup bakımından pek farklı değildir. Konuşma diline çok yakın sade bir nesirle yazılmıştır. Cümleler kısa* tabirler eski ve canlıdır. Fakat sayfa aralarına serpiştirilen manzum parçalar nazım tekniği bakımından kusurlu ve ahenksizdir. Bazı manzum parçaların da Aşıkpaşazade'ye ait olmadığı anlaşılmaktadır.

Son araştırmalar* Aşıkpaşazade'nin eserlerinde yer alan gerek başkalarından dinlediği ve gerekse gözlemlerine dayandırdığı olayları doğrula-maktaysa da* devrin padişahlarına yaranmak için yer yer abartma yaptığından verdiği bilgileri ihtiyatla değerlendirmek gerekmektedir.

Eserlerin 14 yazma nüshası bilinmektedir. İlk bölümleri* ufak farklılıklarla birbirine uymakla beraber II. Bayezid devrine ait kısımlarında bariz ayrılık göze çarpmaktadır* öyle anlaşılıyor ki* bu devir Aşıkpaşazade'nin ölümünden sonra başka kişiler tarafından değişik zamanlarda kaleme alınarak olaylar 1502'ye kadar getirilmiştir.

Bazı araştırmacılar* II. Beyazid devri tarihçilerinden Mehmed Neşri'nin Aşıkpaşazade'nin tarihinden alıntılar yapmış olduğunu belirtmekteyseler de bu* doğru olmasa gerektir. Çünkü Mehmed Neşri Tarih'ini 1485'e kadar getirmekte* Aşıkpaşazade'nin Tarih'inin ise 1491'de tamamlandığı kabul edilmektedir. Ancak her iki tarihçinin de aynı kaynaklardan faydalandığını söyleyebiliriz.

Aşıkpaşazade Tarihi'ni ilk defa İstanbul'da Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi hafız-ı kütübü Âli Bey yayımladı (1914). İkinci defa Breslau Üniversitesi Kütüphanesi Profesörlerinden F. Giese* eserin 11 nüshasını ve Neşri Tarih'ini karşılaştırarak tenkitli baskısını hazırladı: Aşıkpaşazade Tarihi-Die Altos-manishe Chronik des Aşıkpaşazade (Leipzig 1928-29). Son olarak 1949'da Osmanlı Tarihleri serisinde çıkartan Nihal Atsız* 1970'de de sadeleştirerek Aşıkpaşazade Tarihi adıyla yayınlandı.


AT MEYDANI

Osmanlı döneminde* XIX. yüzyıl başlarına kadar İstanbul* Sultan Ahmed Camii önündeki meydana verilen addır.

Meydanın* Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211) tarafından yapımına başlanmıştır. Kostantinus (306-337) zamanında tamamlanmış ve Hipodrom olarak kullanılmıştır.

Bizans'ın toplum hayatını yansıtan bu meydanın çevresi zarif sütunlar ve heykeller ile süslü idi. Birçok zamanlar onarılarak bazı değişimlere uğramıştır. Bizanslılar döneminde burada yapılan yarışmalar tarih boyu konuşulmuştur. 1204'de Haçlı Seferi sırasında İstanbul'un Latinler tarafından işgali sırasında hasar görmüş* birçok özelliği de bu arada kaybolmuştur.

İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından sonra da özelliğinden bir şey kaybetmeyen meydan* cirit oyunları* bayram şenlikleri* saray düğünlerinin yapıldığı yer olmuştur. Osmanlılar devrinde İstanbul'un en önemli merkezlerinden biri olan At Meydanı'nın çevresi yeniden değerlendirilmiş; sadrazam ve vezirlere ait konakların ön cepheleri bu meydana açılmıştır (İbrahim Paşa* Sokullu Mehmed Paşa sarayları vb.).

1617 yılından sonra Sultan Ahmed Camii'nin yapımıyla meydan daralarak şekil değiştirmiştir. Osmanlı devrinde At Meydanı Olayı* Vaka-i Hayriye gibi hareketler ve birçok Yeniçeri ve Sipahi ayaklanmaları burada meydana gelmiştir. Osmanlılara ait ilk genel sergi de burada açılmıştır (1863).

Meydan* 1919'da İzmir'in işgalini protesto için yapılan mitinge sahne oldu. Sonradan burası Abdülaziz'in Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa tarafından park haline getirilmiştir. Bugün meydanın çevresinde Sultan Ahmed Camii* eski adıyla İktisadi ve Ticarî İlimler Akademisi ve Divan yolu bulunmaktadır. Park içinde Örme Sütun* Burmalı Sütun* Dikilitaş ve Alman Çeşmesi yer almaktadır.


ATAULLAH EFENDİ (ŞENİZADE MEHMED) (1771-1826)

Vak'anüvis* hekim* kadı* yazar* hattat* müderris ve divan şairi.

İstanbul'da doğdu. Medine kadısı Sadık Efendi'nin oğludur. Sülüs ve nesih yazı için hattat İsmail Zühdü'den icazet aldı. Talik yazıyı ise Esad Yesari'den öğrendi. Süleymaniye Medresesi'nde tıp* Mühendishane'de matematik ve astronomi öğrenimi görerek 1785 yılında müderris oldu. Devrinin en büyük hekimi olduğu halde Halet Efendi'nin II. Mahmud üzerindeki etkisi yüzünden Hekimbaşı olamadı. Ancak Eyüp Kadısı ve Mekke Mollası olabildi.

1819-1821 yılları arasında Vak'anüvislik yaptı. Vak'anüvislikten de azledilerek* Bektaşilik damgası ile* 1826 yılında sürgüne gönderildiği Tire'de 55 yaşında vefat etti. Mezarı Tire'de kışla yakınındaki mezarlıktadır.

Arapça* Farsça* Latince ve Fransızca biliyordu.

Eserleri:

Tarih-i Şanizade (Mütercim Asım tarihinin devamı 1807-1821 olayları* 4 cilt* 1874)* Kavaninu’l-Asakiri'l-Cihadiyye (1819)* Tanzim-i Piyadegan ve Süvariyan* Miyarü'l-Etibbâ (Stoerk'te çeviri 1819)* Miratü'l-Ebdan fi Teşrihi'l- A'zai'l-İnsan (Anatomi kitabı* II. Mahmud'un emri ile resimli olarak 1819’da basılmış)* Kavanin-ı Cerrahin (1828)* Istılahat-ı Etıbba (Tıp terimleri)* Usul-i Hisab (Matematik)* Usul-i Hendese (Geometri)* Divançe.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
AVARIZ

Osmanlı kaynaklarında "Medinetü'l-hükema" adı verilen Yunan medeniyet merkezi Atina* Sultan Fatih Mehmed tarafından fethedilmiştir.

Atina Osmanlılar tarafından fethedilmeden önce* Acciaioli/ Acciajuoli adlı bir İtalyan ailesi tarafından yönetilmekte idi. Latin Dükalığı'na bağlı olan dük Rainier varis bırakmadan ölünce* şehirde çeşitli karışıklıklar çıkmıştır. Rainier'in genç eşinin Atina Dükalığı'nı bir Venedikliye vermek istemesi sonucu* halk Sultan Fatih Mehmed'e başvurarak şikayette bulunmuş* bunun üzerine Atina Dukalığı Fatih'in yanında olan Dük Rainier'in yeğeni Franco Acciajuoli'ye verilmiştir. Franco dükalığı elde eder etmez * Dük Rainier'in karısını öldürtmüştür.

Cinayetlerden ve kötü yönetimden bıkan Atina halkı tekrar Fatih'e başvurarak* şehrin Osmanlılara katılmasını teklif etmişlerdir. Şehrin fethine memur edilen Mora Beyi Turhanoğlu Ömer Bey* Franco'yu Atina'dan ayrılmaya ikna etmiş ve şehir kansız bir şekilde fethedilmiştir (1458)

Bir kısım Osmanlı kaynaklarına göre Atina ilk defa Yıldırım Bayezid devrinde fethedilmiştir (1396-1397). Atina şehri fethedildiği tarihten Yunan istiklaline kadar Osmanlıların hakimiyeti altında kalmıştır (1458-1829).



AVARIZ

Olağanüstü durum ve özellikle savaş sebebiyle alınan vergi.

Osmanlılar tarafından ilk defa hangi tarihte ortaya çıkarıldığı bilinmemekle beraber Sultan Fatih Mehmed devrine ait kayıtlarda bu vergiye rastlanmaktadır.

Başlangıçta "Hudus-i avarız" denilen bu vergi daha sonraları "Avarız-ı divaniyye" adıyla örfi vergiler araşma girmiştir. Buna "Avarız akçesi" de denirdi.

Lütfî Paşa* "Asafname" adlı eserinde avarızın* dört-beş yılda bir* para olarak alınan bir vergi olduğunu yazmaktadır. Bu vergi XVI. yüzyıl ortalarında orduya alınacak peksimet bedeli olmak üzere adam başına yirmi akçe olarak tesbit edilmişti. Ayarız* ihtiyaca göre çeşitli olduğu için avarız haneleri denilen vergi birliklerini gösterir bir defter hazırlanır* vilayetlerdeki kadılara yollanırdı.

Avarız vergisi Tanzimat'tan bir süre sonra kaldırılmıştır.




AYAK DİVANI

Olağanütü durumlarda ve padişahın huzurunda kurulan divan.

Meclis demek olan divanda padişahtan başka kimsenin oturmayıp ayakta durarak işin hemen bir karara bağlanması bu adın verilmesine sebep olmuştur.

Saraydaki ayak divanlarında* padişahın oturduğu taht Topkapı Sarayı'nda Babüssaade adı verilen kapının önünde kurulurdu.

Sadrazamlar da ayak divanına başkanlık ederlerdi. Fakat sadrazamların ayak divanları genellikle savaş zamanı ordugahta olurdu.

Tanzimat'tan sonra bu çeşit divanlar kaldırılmıştır.


AYASOFYA


İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethinden sonra Ayasofya* Sultan Fatih Mehmed'in emri ile camiye çevrilerek muhafaz edilmiş ve 1935'den müze haline getirilerek korunması sağlanmıştır.

Ayasofya'nın bugünkü şekli* imparator İustinianos devrinde M.S. VI. yüzyılın birinci yarısında tamamlanmıştır. Bununla beraber Ayasofya'nın* ilk defa Büyük Konstantinos'un imparatorluk merkezini Byzantion'a getirerek şehri onarmaya başladığı sıralarda (M.S. 326)* kurulduğu kabul edilmektedir. Fakat bu bina çok küçük görüldüğünden veya diğer bir fikre göre* bir deprem sonunda yıkılmış olduğundan* imparatorun oğlu Konstantinos onu yeni baştan daha büyük ve süslü olarak yeniden inşa ettirmiş ve 15 Şubat 360'da açılışını yapmıştır. Basilika şeklinde ve üstü ahşap bir çatı ile örtülü olduğu tahmin edilen bu kilise* sarayın ve şehrin en büyük kilisesi olduğundan* Megale Ekklesia (=Büyük Kilise) diye anılıyordu. Fakat daha sonraları* V. yüzyıldan başlayarak* "İlahi Hikmet”in remzi sayılan "Hagia Sophia" adı ön plana geçmiş ve bu ad bütün Bizans devri boyunca devam edip Osmanlılar zamanında Ayasofya şeklinde yaşamıştır.

II. Konstantinos'un yaptırdığı kilise* devrin ünlü din adamlarından Patrik Ioannes Khrysostomos'un sürgüne gönderilmesi üzerine başgösteren ayaklanmada (20 Haziran 404) yanıp harap olmuş; bunun yerine yeniden yapılan bina II. Theodosios devrinde (8 Ekim 415) tekrar halka açılmıştır.

II. Theodosios devrinde (532) Ocak ayının 13/14 gecesi* Hippodrom'da başlayan ve İustianos'un tahtını kaybetmesine sebep olacak derecede genişleyen bir ayaklanmada -Nika ayaklanması- şehrin büyük kısmı ateşe verildiği sırada Ayasofya da yakılmıştır.

Büyük yangından kırk gün sonra temeli atılan binanın 27 Aralık 537'de açılış töreni yapılmıştır. Ancak 7 Mayıs 558'deki bir depremde büyük kubbenin doğu tarafı yıkılmış* kilise onarılarak 2 Aralık 562'de tekrar açılmıştır.

Asıl kilisenin kapladığı alan kareye yakın bir dikdörtgen şeklindedir. Doğudaki mihrap ile beraber iç yüzölçümü 80* 9 m. boy* (mihrapsız 74*8 m) ve 70 m enindedir. Bu geniş alanın orta kısmını 24*3m. yükseklikte dört büyük fil ayağına dayanan 33 m. çapında büyük bir kubbe örtmektedir. Kubbenin yerden yüksekliği 55*6 m.* kendi iç yüksekliği de 13*8m. olup iskeleti tuğladan yapılmış 40 kaburgadan ibarettir. Bunların arasında üst tarafları kemer şeklinde olan 40 pencere vardır. Büyük fil ayaklarını birbirine bağlayan dört büyük kemerin -15*65m. yükseklikte- birleştikleri noktalarda üç köşeli birer pandantif meydana gelmiştir.

Binanın ağırlığını taşıyan sütunların sayısı 107 olup bunlardan 40 tanesi aşağıda* 67 tanesi de yukarıdadır. Sütunların çoğu verde antico denilen yeşil

renkli somaki mermerden bir kısmı da koyu vişne renginde Mısır portfirindendir. Mermer kaplamaların üst kısımlariyle bütün kemer* tonoz ve kubbeler mozaikle kaplıdır. Mozaiklerin haçlı ve insan figürlü olan kısımları evvela badana ve sonra 1847-1849'da yapılan onarmada* yağlı boya veya üç santimetre kalınlığında bir alçı tabakasiyle örtülmüştür. Bunlar 1932 yılından beri temizlenip meydana çıkarılmaktadır.

29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul'un fethi ile Ayasofya kilisesi de Osmanlıların eline geçmiş* Fatih ilk Cuma namazını burada kılmıştır. Osmanlıların Ayasofya'ya girdikleri zaman* bina içine sığınmış olan sivil halkı öldürdükleri ve Fatih'in içeriye atla girdiği gibi sonradan düşmanca birçok söylentiler ortaya çıkarılmışsa da* Fatih'in Ayasofya'nın içine yaya olarak girdiği muhakkak olduğu gibi* Osmanlıların Ayasofya'ya girişini görenlerin hiçbirisi de* halkın öldürüldüğünden veya binaya karşı bir hürmetsizlikten bahsetmemişlerdir.

Osmanlılar Ayasofya'ya karşı daima* büyük bir ilgi ve saygı göstermişler ve yaptıkları ustaca onarımlar ve dayanak duvarlanyla bu büyük anıtın günümüze kadar ayakta durabilmesini sağlamışlardır.

Fatih'in emriyle Ayasofya Kilisesi'nin camiye çevrilmesi üzerine gerekli bazı değişiklikler yapılmış ve binanın esas yapısı olduğu gibi korunmuş* hatta insan figürlü mozaiklere de dokunulmamıştır. Bunların daha sonra* Kanuni devrinde* badana ile örtüldükleri anlaşılmaktadır. Güneydoğudaki büyük dayanak duvarları Fatih devrinde yapıldığı gibi bu taraftaki tuğla minarenin de -genel olarak- Fatih devrinden kalma olduğu kabul edilmektedir.

II. Bayezid devrinde kuzeybatı köşesindeki zarif ince minare* II. Selim devrinde de batı tarafındaki iki kalın minare Mimar Sinan eliyle yapılmıştır. III. Murad devrinde Mimar Sinan imparator Andronikos tarafından yaptırılmış olan payandaları yeniden örmek ve yeni dayanak duvarları eklemek suretiyle camii çökme tehlikesinden kurtarmıştır. Yine bu devirde imparator kapısının sağ ve solunda -iç tarafta- Bergama'dan getirilmiş Hellenistik devir mahsulü iki büyük mermer küp yerleştirilmiş* büyük fil ayakları önünde görülen zarif müezzin mahfilleri yaptırılmıştır. Mihrabın iki tarafındaki iki büyük şamdan ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından Budin'den getirilerek camiye vakfedilmiştir.

IV. Murad zamanında duvarları süsleyen ayetler Bıçakçızade Mustafa Çelebi tarafından yazılmıştır.

Caminin güney galerisinin gerisinde* güzel bir parmaklık ile ayrılan duvarları İznik ve Kütahya çinileriyle süslenmiş olan kitaplık* I. Mahmud devrinde yapılmıştır; içinde pek kıymetli yazma kitaplar. vardır.

Abdülmecid devrinde caminin içi ve dışı esaslı surette onarılmıştır. İsviçreli mimar Gaspar Fossati'nin sorumluluğu altında iki yıl süren bu çalışmalar sırasında (1847-1849) büyük kubbe demir çemberlerle sağlamlaştırılmış* tehlikeli bir şekilde eğrilmiş olan 13 sütun düzeltilmiş* mozaikler açılarak bozuk olan kısımları onarıldıktan sonra haçlı ve insan figürlü olanların üzerleri kapatılmış* başka kısımları ise açık bırakılmıştır. III. Ahmed ve I. Mahmud devirlerinde değişiklikler gören Hünkar mahfili bugünkü şekli almış* binanın dışı sıvanarak üzeri şimdi de mevcut olan kırmızı yollu sarı badana ile badanalanmış ve nihayet minarelerde gerekli onarımlar yapılmıştır. Binanın içinde ikinci kat galerileri hizasında duvarlara asılmış olan 7*5 m. çapındaki Çıharyar-ı güzin levhaları bu devirde kazasker hattat Mustafa fezet Efendi tarafından yazılmıştır (bunlardan evvelki levhaları hattat Teknecizade İbrahim Efendi yazmıştı). Büyük kubbenin içini süsleyen ayet de Mustafa İzzet Efendi'nin eseridir.

Ayasofya'ya bitişik ve aralıklı olmak üzere gerek Bizans* gerekse Osmanlı devirlerinde yapılmış çeşitli binalar vardır. Bizans devrinde yapılmış olanlardan büyük kısmı bugün ortadan kalkmıştır. Şimdi bulunanlardan vaftishane (baptisterion) güney kapısının sağında (içinde Sultan Mustafa ve İbrahim yatmaktadır)* yuvarlak planlı hazine dairesi kuzeybatıdadır.

Güney tarafındaki bahçede her biri ince birer sanat ve mimarlık eseri olan ve dış yüzleri mermerle kaplanmış bulunan padişah türbeleri yapılmıştır. Bunlardan en eskisi II. Selim türbesi olup Mimar Sinan'ın eseridir. Güney batısındaki türbe III. Murad'a ait olup* Mimar Davud Ağa tarafından yapılmıştır. Türbenin bitişiğindeki küçük bina III. Mehmed'in tahta çıkar çıkmaz öldürttüğü küçük şehzadeler için yapılmıştır. Bahçenin doğu tarafında ise III. Mehmed'in kendi türbesi bulunmaktadır.

Bugün Ayasofya İstanbul'un eski eserler müzelerinden biridir.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
AYASTEFANOS ANTLAŞMASI (YEŞİLKÖY ANTLAŞMASI) (3 MART 1878)


Osmanlı-Rus devletleri arasında 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy)'da imzalanan antlaşma.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Rusya'da Slav birliği düşüncesi ve bu düşüncenin yaygınlık kazanması çalışmaları başlamıştır. Panslavistler 1867'de Moskova'da yaptıkları Kongre'de Balkan ülkelerinde Slav birliği için çalışmalara hız verilmesini kararlaştırmışlardır. Sırbistan* Romanya ve Karadağ'da sistemli çalışmalar başlamış ve bu çalışmalarda Bosna-Hersek ile Bulgaristan'ı da içine alan* Balkanlar'da Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanma yaratmak ve Rusya'nın başkanlığı altında büyük bir Slav İmparatorluğu kurmak yoluna girilmiştir.

1875'te Hersek'de başgösteren ayaklanma hemen bastırılamamış ve Bosnalılar da bu ayaklanmaya katılmışlardır. Ayaklananlar Sırplarla Karadağlıları da kendilerine katmak istemişlerdir. Osmanlı Devleti ayaklanmayı bastıramayınca araya giren Avrupa devletleri Bosna-Hersek'te ıslahat istemişler* Osmanlı Devleti de bunu yapmayı kabul etmiştir. Bir müddet sonra* Bulgaristan'da da ayaklanma olmuş ve Bulgarlar birçok Türk köylerini yağma ederek halkını da öldürmüşlerdir. Bu sırada Sırplarda da ayaklanma hazırlıkları görülmüştür. Bu arada Avrupa devletleri Berlin Memorandumu adını alan bir bildiriyi Osmanlı Devleti'ne verilmek üzere hazırlamışlardır (30 Mayıs 1876). Bu sırada Abdülaziz tahttan indirilip* V. Murad hükümdar ilan edildiğinden bu memorandumu bildirememişlerdir. Sırplar* Osmanlı Devleti'ne müracaat ile Bosna'yı işgal edeceklerini* Karadağ'ın da Hersek'e asker göndereceğini bildirmişler* cevap alamayınca devlete savaş açmışlardır. Savaşta Sırplar* ağır bir yenilgiye uğrayarak Avrupa'dan yardım istemişlerdir. Avrupa devletlerinin aracılığı ile savaş durmuş ve barış görüşmeleri başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda hastalığının iyi olamayacağı anlaşılan V. Murad tahtdan indirilmiş ve II. Abdülhamid hükümdar olmuştur. Sırplarla* barış temin edilemediğinden savaş yeniden başlamıştır. Sırp ordusu ezilmiş ve Sırpların en önemli dayanağı olan Aleksinac Kalesi alınmıştır. Bu durum karşısında Rusya* Osmanlı Devleti'ne bir nota vererek mütareke yapılmasını istemiştir. İngiltere de Şark meselesinin görüşülmesi için İstanbul'da bir konferans toplanmasını ileri sürmüş ve bu teklifler Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmiştir.

İstanbul'da toplanan konferansa İngiltere* Fransa* İtalya* Almanya* Rusya devletleri delege göndermişlerdir. Delegeler Sırbistan* Karadağ* Bulgaristan ve Bosna-Hersek işlerini görüşüp kararlarını Osmanlı Devletine bildirmek istemişlerdir. Konferans 23 Aralık 1876 günü Haliç'te Tersane Sarayı'nda toplanmış ve bir sonuç alınamadan dağılmıştır. Bunun üzerine İngiltere Şark meselesi için Londra'da yeni bir konferans toplanmasını teklif etmiş* toplanan bu konferansın kararlarını ve ayrıca çar tarafından yapılan teklifleri de Osmanlı Devleti kabul etmemiştir (1877). Bunun üzerine Rusya* Osmanlı Devleti'ne savaş açmıştır (24 Nisan 1877). Romanya ve Karadağ ile ayaklanan Bulgarlar da Rusya ile birlikte Osmanlı Devleti'ne karşı savaşa katılmışlardır. Plevne'de Osman Paşa'nın Anadolu Cephesi'nde Ahmed Muhtar Paşa'nın ve bütün ordunun büyük kahramanlık ve fedakarlığına rağmen* komutanın fena olmasından savaş kaybedilmiştir. Bu arada II. Abdülhamid çardan barış istemiştir. Balkanlar'ı aşıp Edirne'yi alan Rusya'ya barış tekliflerini bildirmişlerdir. Bu şartlar kabul edilmiş ve mütareke yapılmıştır. İngiltere* Rusya'ya karşı bir gösteri yapmak istemiş ve donanmasını Marmara'ya göndermiştir. Ruslar da buna karşılık olarak karargahlarını Ayastefanos'a taşımışlardır. Antlaşma burada imzalanmıştır (3 Mart 1878).

Antlaşma şartlarına göre Osmanlı Devleti Romanya Karadağ ve Sırbistan'ın egemenliğini tanıyacaktır. Bulgaristan* Osmanlı Devleti'ne vergi veren imtiyazlı bir prenslik olacaktır. Bulgaristan'ın sınırları Rus ordusu Osmanlı'nın Avrupa'daki topraklarından çekilmeden önce Osmanlı-Rus devletleri tarafından belirtilecektir. Bulgaristan'ın beyi halk tarafından seçilecek ve bu seçimi büyük Avrupa devletleri tanıdıktan sonra Osmanlı Devleti onaylayacaktır. Osmanlı ordusu* Bulgaristan'dan çekilecek ve eski kaleler yıkılacaktır. Bulgaristan'da güvenlik ve düzenliği korumak için sayısı Osmanlı-Rus devletleri tarafından belirtilecek bir Bulgar ordusu kuruluncaya kadar iki yıl müddetle 50.000'i geçmemek üzere Rus askeri Bulgaristan'da kalacaktır. Bulgaristan'ın Osmanlı Devleti'ne vereceği yıllık verginin tutarı* Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri ve Rusya arasında kararlaştırılacaktır. Tuna kaleleri yıkılacak ve Tuna'da savaş gemisi vb. bulunmayacaktır.

İstanbul Konferansı'nın ilk toplantısında Avrupa devletlerinin Bosna-Hersek hakkındaki teklifleri Osmanlı Devleti-Rusya-Avusturya arasında oy birliğiyle yapılacak değiştirmeden sonra hemen Bosna-Hersek'te yürürlüğe girecektir. Bu eyaletin 1880'den sonra vergisi de üç devlet arasında kararlaştırılacaktır. Girid Adası'nda 1868 buyrultusu uygulanacaktır. Doğu Anadolu'dan Rus ordusu çekilince Ermenilerin güvenliğini Osmanlı Devleti kendi üzerine alacaktır. Rusya'nın istediği harb tazminatını (1.410.000.000 ruble) Osmanlı Devleti ödeyecektir. Rusya bu paranın 1.000.000.000 rublesini almaktan vazgeçmek karşılığında Ardahan* Kars* Batum* Bayezit başta olmak üzere Asya'da ve Avrupa'da bazı yerlerin kendisine bırakılmasını istemiş ve Osmanlı Devleti bunu kabul etmiştir. Çanakkale ve Karadeniz boğazları Rus gemilerine ve tarafsız devletlerin gemilerine açık kalacaktır. Bu barış başlangıcı antlaşmasının onaylanmış kopyaları 15 gün içinde Petersburg'da karşılıklı olarak alınıp verilecektir. Kesin barış antlaşmasının nerede ve ne zaman yapılacağı Petersburg'da kararlaştırılacaktır.

Bu antlaşmayı Osmanlı Devleti adına Dışişleri Bakanı Saffet Paşa ile Berlin Büyükelçisi Sadullah Paşa* Rusya adına İgnatiev ile Nelidov imzalamışlardır. Bu antlaşma Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarını tasfiye ediyordu. Romanya* Sırbistan* Karadağ* egemenliklerini ele alıyorlar ve Tuna'dan Akdeniz'e kadar Rus etkisi altında bulunan büyük bir Bulgaristan kuruluyordu. Avrupa'da Osmanlı Devleti'nin Arnavutluk* Trakya ve Bosna-Hersek gibi toprakları kalıyordu. Fakat bu toprakların bir çoğunun da devlet ile bir sınır bağlantısı bulunmuyordu. Önce İngiltere* sonra öteki büyük Avrupa devletleri* hükümleri çok ağır olan bu antlaşmadan duydukları endişeyi belirtmişlerdir. Sonunda* Paris Antlaşması'nı bozan Ayastefanos Antlaşması'nın Paris Antlaşması'nı imzalayan devletler tarafından Berlin'de yeniden incelenmesine karar verilmiştir.

Osmanlı Devleti Rusya'nın yeni bir saldırısına karşı korunmak için İngiltere ile de bir savunma antlaşması yapmış (4. Haziran 1878) ve bir Rus saldırısında İngiltere'nin Osmanlı Devleti'ne gerekli yardımı yapması karşılığında Kıbrıs Adası'nı İngiltere'ye bırakmıştır.



AYDINOĞULLARI BEYLİĞİ

XIV. yüzyıl başlarında Anadolu Selçuklu İmparatorluğu'nun yıkıldığı sıralarda meydana çıkan Anadolu Beylikleri'nden biri.

Aydıneli'nin fethi üzerine Aydınoğullarının en büyüklerinde olan Mehmed Bey tarafından kurulmuştur.

Aydınoğlu Mehmed Bey (1308-1334)* Ortaçağ İslam-Türk geleneğine uygun olarak hükmettiği yerleri hanedan üyeleri arasında paylaştırmış* kendisi de devlet merkezi yaptığı Birgi'de oturarak "Ulubey" sıfatıyla memleketi yönetmiştir.

Aydıneli beş kısma ayrılmış* her bölgeye Mehmed Bey oğullarını "Bey" olarak atamıştır. Mehmed Bey* büyük oğlu Hızır Şah'a Ayasuluğ ile Sultanhisar'ı* Umur Paşa'ya İzmir'i* İbrahim Bahadır Bey'e Bodemya’yı* Süleyman Şah'a Tire'yi vermiş* en küçük oğlu İsa Bey'i de Birgi'de* yanında alakoymuştur.

İlk zamanlarda Beyliğin en önemli limanı Ayasuluğ idi* buradaki tersane ve donanma sayesinde deniz seferleri düzenlenmiştir. Umur Bey'in 1328'de sahil İzmir'ini ele geçirmesi üzerine Aydınoğullannın denizcilikteki kudretleri artmıştır. Umur Bey'in komutasındaki Aydınoğlu kuvveteleri Adalar Denizi'nde (1328)* Rumeli* Yunanistan ve Mora bölgesinde birçok akınlar yapmışlar (1333)* Epiros despotluğunu yeniden ele geçirmek isteyen Bizans İmparatoru Andronikos'un talebi üzerine de yardımda bulunmak amacıyla Arnavutluk'a sefer yapmışlar (1336) ve her seferlerinde çeşitli ganimetlerle döndükten başka Birgi'ye haraç ve cizre verme şartlarını düşmanlarına kabul ettirmişlerdir.

Aydınoğulları Mehmed Bey'in ölümünden (1334) sonra Gazi Umur Bey (1334-1338) başa geçmiştir. Birgi'de Ulubeylik makamında ancak üç gün otura-bilen ve Bahaüddin unvanıyla anılan Gazi Umur Bey* İzmir'e çıkarma yapmaya çalışan Venedik* Rodos* Kıbrıs gemilerinden oluşan istilacıları yenilgiye uğratarak çekilmeye zorlamış* sonra da Saruhanoğlu Süleyman Bey ile birlikte yaptığı Yunanistan ve Mora seferlerinde sayısız tutsak ve ganimetler alarak yeniden İzmir'e dönmüştür (1334-1335).

Alaşehir Bizans'a bağlı bulunuyordu. Önceleri Germiyanoğlu I. Yakup Bey'in vergiye bağladığı bu şehir* bu sefer de Aydınoğlu Umur Bey'in saldırı hedefi oldu (1335). Kendisi burayı kuşattığı sırada yaralanmasına rağmen şehri teslim almayı başararak* vergi ve Müslümanlara ait bazı imtiyazlar sağlamış* şehre asker koymuştu. Bir yıl sonra Bizans İmparatoru II. Andronikos Saruhan ve Aydınoğulları ile antlaşma yaparak* onların yardımı ile adalardaki ayaklanmaları bastırabildiği gibi* başvekili Kantakuzenos'un Umur Bey'le Foça'da yaptığı görüşmeden sonra da Alaşehir halkının vergilerini bağışlatma yolunu bulabilmiştir. Sonunda Umur Bey'le bir kardeşlik antlaşması yapmış ve Sakız Adası'nı Ay-dınoğullarına bağlamıştır (1336).

Gazi Umur Bey* Yunanistan seferinde (1338) Osmanlı padişahı II. Mehmed'in daha sonra İstanbul'un fethinde yaptığı gibi* Korinthos berzahında gemilerini karadan* kalaslar üstünde öbür tarafa geçirip İnebahtı Körfezi'nde çarpışmış* diğer taraftan üçyüz gemi ile İstanbul önünden Karadeniz'e geçerek Kili'ye çıkmış ve Eflak illerini talan etmiştir (1339-1340).

Bu tarihlerde Aydınoğullan* Adalar Denizi egemenliğini ellerinde tuttuklarından* Girit'e* Kıbrıs'a kadar da seferlere girişmişlerdir. Böylece Umur Bey'in ünü ve başarıları her yöne yayılmış* özellikle Latin dünyasının Yakın Doğu'daki çıkarlarını engellemiş olduğundan Papa VI. Clemens'i Aydınoğulları üzerine yeni bir Haçlı seferi düzenlemesine teşvik etmiştir. Kıbns* Venedik* Cenova ve Rodos gemilerinden meydana gelen birleşik donanma* sahil İzmir'ini ani ve büyük bir baskınla almayı başarmışsa da yukarı İzmir'i elinde tutan Umur Bey'in şiddetli ve devamlı saldınları yüzünden başanlı bir sonuç elde edememişlerdir (1344-1345).

VI. Clemens'in İzmir'e yardım göndermemesi sebebiyle* İzmir saldırısının kesin bir sonuç vermeyeceğini anlayan müttefikler* Aydınoğulları ile bir antlaşma yapmayı uygun görmüşlerdir. Bu arada Rodos şövalyeleri İzmir ile olan ticari münasebetin aksamaması için Umur Bey ile bir barış antlaşması imzalamışlardır (1347). Bu antlaşmaya göre İzmir* Aydınoğullarına teslim edilecek. Aydınoğulları da Hıristiyanlara bazı ticari imtiyazlar vereceklerdir.

Papa bu antlaşmayı onaylamamıştır. Bunun üzerine sorunu silah kuvvetiyle halletmeye karar veren Gazi Umur Bey* sahil İzmir'ini* bütün gücü ile kuşatmışsa da ön saflarda kahramanca çarpıştığı sırada şehit olmuştur (1348).

Gazi Umur Bey'in ölümü üzerine büyük kardeşi Ayasuluğ emiri Hızır Bey yönetime geçmiştir.

Hızır Bey* Umur Bey gibi güçlü ve idari üstünlüğe sahip olmadığından Hıristiyanların baskılarına karşı koyamamış* çok ağır şartlarla ve kapitülasyon özelliği taşıyan bir antlaşma imzalamıştır (18 Ağustos 1348).

Bu dönemde devlet merkezi Ayasuluğ'a nakledilmiş ve kendisinden sonra "Fahrüddin" unvanıyle başa geçen kardeşi İsa Bey de Ayasuluğ'da hüküm sürmüştür (1360-1390).

Aydınoğullarının Osmanlılar ile münasebetlerine gelince* I. Bayezid döneminde* Aydınoğulları üzerine düzenlenen sefer sonucunda* hutbe* para ve tımar beratını verme gibi hükümranlık hakları* I. Bayezid'e geçmiş* Aydınoğullarına da bazı beylerin idareleri bırakılmıştır. I. Bayezid* bu sefer sırasında İsa Bey'in kızı Hafsa Hatun ile evlenmiş* böylece Aydınoğulları ile aradaki bağı kuvvetlendirmiş ve Aydıneli'nin idaresini oğlu Süleyman Çelebi'ye bırakmıştır. I. Bayezid* Hızır Bey'in vaktiyle Latinlerle yaptığı 1348 antlaşmasını da yenileyerek onlarla ticari münasabetleri sürdürmüştür (21 Mayıs 1390).

Timur ile Yıldınm Bayezid'in yerlerinden ettikleri beylerden her biri* yeniden kendi ülkelerine sahip olmak amacıyla bu iki taraftan birilerine sığınmışlardır. Bunlar arasında Aydınoğullarının Timur'un yanına sığınanlardan olduğu* hatta Ankara Savaşı (1402)'nın şiddetlendiği sıralarda* Aydınoğulları askerlerinin Timur tarafındaki kendi beyleri yanına geçtiği* bu durumda Osmanlı ordusunun bozguna uğradığı bilinmektedir.

Osmanlılar tarafından her biri ayrı bir yol ile kazanılan Anadolu Beylikleri* Ankara Savaşı sonunda Yıldınm Bayezid'in yenik ve esir düşmesi* ordunun dağılması üzerine* Timur tarafından yeniden canlandırılmış ve böylece Anadolu'nun siyasi birliği bozulmuştur. İşte bu arada Aydınoğulları da eski topraklarına sahip olmuşlardır ki* Yıldınm Bayezid'in Osmanlı ülkesine kattığı 1390'dan Timur'un yeniden Aydıneli'ni eski sahiplerine verdiği 1402'ye kadar geçen oniki yıllık süre* Aydınoğulları Beyliği için "Saltanat fasılası" olmuştur.

Timur* 2 Aralık 1402'de İzmir'i aldığı gibi Foça ile Sakız'ı da haraca bağlamıştır. Bir süre sonra Aydınoğlu İbrahim Bahadır Bey'in oğullanndan İzmir dizdarı Hasan Ağa ile kardeşi Cüneyd Bey birleşerek hak iddiasında bulunmuşlar* sonunda Cüneyd Bey İzmir'de* Hasan Ağa da Ayasuluğ'da hüküm sürmeye başlamışlardır. Bu sırada İsa Bey'in oğullarından Musa Bey'in ölümü üzerine hükümdar olan II. Umur Bey (1403)* rakiplerini ortadan kaldırmak için akrabası olan Menteşeoğlu İlyas Bey'den yardım istemiştir. Cüneyd Bey bir gemi ile kardeşini ve adamlarını hapisten kaçırarak İzmir'e getirdiği gibi* Ayasuluğ'u da kuşatarak eline geçirmiştir. Sonunda II. Umur Bey kızını Cüneyd Bey'le evlendirerek onunla anlaşma yoluna gitmiş ve 1405'te ölmesi üzerine de Cüneyd Bey Aydıneli'ni tek başına yönetmeye başlamıştır (1405'ten aralıklarla 1425'e kadar).

Cüneyd Bey* Osmanoğulları arasındaki taht kavgalarından istifade ile Düzmece Mustafa denilen Şehzade Mustafa olaylanna karışmış* onun veziri sıfatı ile yeni bir maceraya atılmıştır. Bir süre sonra II. Murad* Cüneyd Bey'e eski beyliğini vererek (1422) onu Şehzade Mustafa'dan ayırmıştır. Cüneyd Bey yeniden etrafına müttefikler toplamaya başlamış* bunun üzerine II. Murad Anadolu'ya yürüyerek onu memleketinden kovmuş* (1424) ve Menteşe* Aydın* Saruhan ve Hamit'i ele (1424) ve Menteşe* Aydın* Saruhan ve Hamit'i ele

geçirmişse de Cüneyd'i yakalayamamıştır. Anadolu beylerbeyi Hamza Bey* Cüneyd'in oğlu Kurt Hasan'ı yenerek esir almış* Cüneyd Bey ise Sisam Adası karşısındaki İpsili Kale'sine çekilmiş* fakat Karamanlılardan beklediği yardımın gelmemesi* Venediklilerin denizden Osmanlılar lehine yolunu kesmeleri yüzünden teslim olmak zorunda kalmış ve hemen öldürülmüştür (1425). Böylelikle Aydınoğulları soyunun hükümranlığı sona ermiş ve Aydıneli de Osmanlı ülkesine katılmıştır.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
AYNALIKAVAK TENKİHNAMESİ (10 MART 1779)


İstanbul'da Haliç'te* Aynalıkavak Kasrı'nda Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 10 Mart 1779 tarihinde imzalanan antlaşma.

Küçük Kaynarca Antlaşması (21 Temmuz 1774) ve bunun bazı hükümlerini kısmen düzelten İstanbul Antlaşması (Şubat 1775) ile Kırım bağımsız bir devlet olunca Ruslar Kırım'ın iç işlerine karışmak ve Kırım'da hükumete karşı ayaklanmalar hazırlayarak bu yeni devletin işlerini bozmak siyasetine kuvvet vermişlerdir. Rusya Çariçesi II. Katerina* Kırım'da bulunan tebasının bu iç ayaklanmalardan ve asayişsizlikten zarar gördüğünü ileri sürerek evvelce Peters-burg'a yanaşmış bulunan Şahin Giray adlı bir Kırımlı prensi zorla Kırım Hanı yaptırmıştır (1777). Bu durum Kırım Türklerini kızdırmış ve Babıali'ye şikayetlerine sebep olmuştur. Kırım olaylarını dikkatle incelemekte olan Babıali de işe karışmış ve Selim Giray'ı han olarak Kırım'a göndermiştir. Şahin Giray* Selim Giray çarpışması Rus kuvvetine dayanan birincinin üstünlüğü ile sona ermiş ve Selim Giray İstanbul'a dönmüştür. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş açmağa ve Karadeniz yoluyla Kırım'a asker göndermeğe karar vermişse de bu savaşı kendi çıkarına uygun görmeyen Fransa araya girmiş ve Aynalıkavak Ten-kihnamesi imza ile Kaynarca Antlaşması'nın bazı maddeleri açıklanmıştır.

Osmanlı Devleti Şahin Giray in hanlığını tanıyacak* Ruslar da üç ay içinde Kırım'daki askerlerini çekeceklerdi. Antlaşma metni özetle şöyledir:

Kırım egemen bir devlettir. Cengiz (Çingiz) soyundan bir prens halkın oyu ile "han" seçilir. Osmanlı hükümdarı aynı zamanda Müslümanların halifesi olduğundan han ve Kırım halkı bu seçimin şeran takdis edilmesini padişahtan isterler. Rusya bu dini işlere karışmayacak* Osmanlı Devleti de dini meseleler dışında Kırım'ın idari işlerine ve Kırım Devleti'nin bağımsızlığına hiçbir suretle karışmamayı taahhüt edecektir. Hanlık boşalırsa* halkın seçeceği yeni hanı halife itiraz etmeden takdis edecektir. Kaynarca Antlaşması ile Kırım üzerindeki haklarından vazgeçen Osmanlı hükümdarı bu haklarını geri almak için teşebbüste bulunmayacaktır. Kırım'da olağanüstü bir olay çıkarsa iki devlet birbiri ile anlaşmadan işe karışmayacaklardır. Rusya'ya Karadeniz ve Akdeniz'de (Fransızlar ile İngilizlere olduğu gibi) serbest ticaret hakkı tanınacaktır.

Aynalıkavak Tenkihnamesi* süresiz olarak imzalanmış olan Küçük Kaynarca Antlaşması'nı pekiştirmiştir.


AZAP


Osmanlı askerlik teşkilatında bir askeri kuruluştur.

İlk olarak Aydınoğullan Beyliği'nde (XIV.yy) görülmektedir. Aydınoğullarında* Beyliğe Azaplar denilen donanma askeri* denizcilikten büyük kazançlar sağlamıştır. Aydınoğlu Umur Bey'in Azap kuvvetlerinden dolayı Bizans ve Latin kaynaklarında da Osmanlı Deniz korsanlarına " Azapi" adı verilmiştir. Bu teşkilat XV. yüzyıl ortalarında Akkoyunlularda da görülmektedir. Osmanlılar da ise bu kuruluş* yaya* deniz ve kale azapları olarak üç sınıfa ayrılmışlardır.

Yaya azapları: XV. yüzyıl ortalarında orduda tüfeğin yer almasına kadar savaşlarda önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Yaya azaplarına ihtiyaç duyulduğu zaman yirmi veya otuz ev başına bir er hesabı "azap çağırmak" usulü ile Anadolu'nun sağlam yapılı gençleri arasından kefilli olarak toplanmışlardır. Maaşlarını* onları toplayan aileler verirler* savaş süresince de azaplar devlete vergi ödemezlerdi. Yaya azapları* savaşlarda oklarıyla ordunun önünde yeralarak ilk düşman hücumunu karşılarlardı. Azaplar* başlarına kırmızı börk giyerlerdi. Denizcilik Osmanlılarda önem kazanınca* XV. yüzyıl ortalarında* Azapların "Tüfenk-endaz" olarak maaşla gemilerde hizmet etmeleri kabul edilmiş ve bunlar* Osmanlı donanmasının kürek döneminde önemli başarılar sağlamışlardır.

Deniz azaplarının başında bulunanlara reis denilirdi ve bunlar yükseldiklerinde kadırga reisi "kaptan" olurlardı.

Kale azapları: Kale muhafızlıklarında hizmet görürlerdi. Kalelerde azaban-ı evvel* azaban-ı sani ve salil gibi bölüklere ayrılmışlardı. Bu teşkilatın ağa* katip* kethüda ve bölükbaşı olarak adlandırılan subayları vardı. Azaplar gereğinde köprücülük* lağımcılık gibi hizmetlerde de kullanılmışlardır.

Kale azaplığı II. Mahmud döneminde yapılan ıslahata kadar sürmüştür.



AZİL

Görevlinin* yetkili makam tarafından görevine son verilmesidir.

Tayin ve azil aynı olmakla beraber birbirine karşıt sonuçlar doğurur. Biri görev verir* diğeri görevden alır. Bu bakımdan azil yetkisinin tayin eden makamda bulunması tabiidir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yüksek idarecileri arasında sıkça rastlanan azil* devlet düzeni yönünden önemli bir hatayı gerektiren suçlarda uygulanmıştır. Azl ile birlikte azlolunanın hayatına da son verilebilirdi.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
BAB-I ALİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazamlık dairesine verilen ad.

XIX. yüzyılın başlarında kullanılan bu ad* giderek resmi bir şekilde* Osmanlı hükumetini ifade etmiştir.

Farsça der ve Arapça bab kelimeleri Osmanlılar’da kapı anlamına kullanılarak saray veya sadrazam kapısı* devlet ve hükumet merkezini ifade etmiştir: Der aliyye* Der saadet* Bab-ı saadet* Bab-ı asafi* Bab-ı ali gibi.

Sadrazamın başkanlığı altında ve sarayda toplanan divan* XVIII. yüzyıl sonlarında önemini kaybederek* işler paşa kapısına geçince* vezir-i azamların "asaf" sıfatı ile anılmalarından dolayı* "Bab-ı asafi" daha sonra* "Bab-ı ali" gibi deyimler kullanılmıştır. "Bab-ı ali" deyimi ise* XIX. yüzyıl başında iyice yerleşmiştir.

Paşa kapısı* XVII. yüzyıla kadar sadrazamların oturduğu semte göre değişik yerlerde bulunuyordu. IV. Mehmed dönemi sadrazamlanndan Mehmed Paşa'ya padişah tarafından hediye edilen ve şimdiki Bab-ı ali'nin yerinde bulunan konak* paşanın ölümünden sonra sadrazamlık görevine gelenler tarafından da* devamlı olarak kullanılmış ve böylece "Bab-ı ali" sarayın yakınında yer almıştır. Böyle olmakla birlikte zaman zaman* sadrazamlardan bazıları* ya kendi istekleriyle ya da 1755* 1808* 1826 ve 1829 yangınları gibi imkansızlıklarla* başka başka yerlerde oturmuşlardır. Bina* 1844'de kagir olarak yeniden yapılmıştır.

Kalınca bir sur ile çevrilmiş olan Bab-ı ali'de* önceleri harem ve selamlık daireleri vardı. Binaya ek olarak büyük mutfaklar* ahırlar* muhafız askerlerin koğuşları da bulunuyordu. İki katlı olan binanın alt katını kalemler ve büyük memurların odaları* üst katını da sadrazamların daireleri ile ailelerinin oturmalarına mahsus bölümler teşkil ederdi. Binanın etrafındaki sur* Tanzimat devrinde yıkılmış* harem dairesi de kaldırılmış* sadrazamların ailelerine oturmaları için* başka bir konak ayrılmıştır.

Bab-ı ali'de görevli olan hükümet adamları* sırasıyla tevkii* reisü'l-küttap* sonra kethüda-i sadr-ı ali ile çavuşbaşıdan ibaretti. Kahya bey diye de anılan

kethüda-i sadr-ı ali* sadrazamın yardımcısı ve müsteşarı sayılır* içişleri ve askerlik meseleleri ile uğraşırdı.

Reisü'l-küttap dış işlerine bakar* sadrazam tarafından padişaha arz olunacak önemli işler hakkındaki yazılan da hazırlardı. Maiyetinde divan-ı hümayun tercümanı amedçi* beylikçi gibi* Bab-ı ali'nin ileri gelen memurları bulunurdu. Reisü'l-küttapların yardımcısı durumunda olan tercümanların* yabancı elçilerle münasebetlerde önemleri büyüktü. Tercümanlar* elçilerin sadrazamlar ve reisü'l-küttap ile yaptıkları görüşmelerde bulunurlar* padişah tarafından kabullerinde tercümanlık ederlerdi. Çavuşbaşı* halkın sadrazama verdiği dilekçeleri inceler* şikayetçileri dinler ve suçlu olanları mahkemeye verirdi. Aynı zamanda zaptiye nazırı durumunda idi.

Bab-ı ali'de memur ve hademelerinin sayısı 300 ile 500 arasında değiştiği gibi sadrazamların özel hizmetleri için görevlendirilen 1000'e ulaşan kapıkulu da vardı.

"Vaka-i Hayriyye"ye kadar Bab-ı ali'de devlet işleri başlıca iki yolda yürütülmüştür: Dış işleri ile diğer önemli hususlar için sadrazam* kaptan paşa* şeyhülislam* kethüda* defterdar* reis efendinin bulunduğu hususi bir meclis kurulurdu. Adi davalar ile diğer işler ise İstanbul kadısının da bulunduğu Sadreyn'in sadrazam huzurunda toplandığı arz odasında görülürdü.

Bab-ı ali teşkilatında 1836'da esaslı değişiklikler yapılarak nezaretler kurulmuştur. Kahya bey* reisü'l-küttap* defterdar ve çavuşbaşı gibi sadrazamın maiyetinde bulunan Bab-ı ali'nin yüksek görevlileri bu defa* dahiliye* hariciye* maliye ve zaptiye nazırları sıfatıyla sorumlu birer devlet adamı haline gelmişlerdir.

II. Mahmud devrinde* 1838'de teşkil olunan "Dar-ı Şura-yı Bab-ı ali" meclisi Bab-ı ali'de göreve başladığı gibi* "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" de bir müddet sonra* buraya nakledilmiştir.

Tanzimat'tan sonra 1854'de Bab-ı ali'de bir de "Meclis-i ali-i Tanzimat" kurulmuştur. 1868'de "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" ikiye bölünmüş* bir bölümü Şura-yı devlet haline gelerek Bab-ı ali'de kalmış* diğer bölümü de sonradan adliye nezaretine dönüşecek meclis olarak Bab-ı ali'den ayrılmıştır.

Abdülmecid devri ile Abdülaziz'in ilk zamanlan* Osmanlı İmparatorluğu'nun temsil edildiği* idari ve siyasi kuvvet ve yetkinin tamamen saraydan Bab-ı

ali'ye geçtiği devirdir. II. Abdülhamid döneminde* bütün idare yine sarayda toplanmış ve Bab-ı ali etkisiz kalmıştır. Bu hal II. Meşrutiyet'e kadar sürmüştür.

Bab-ı ali 1878'de* kısmen yanmış* yeniden yaptırılmış* 1911'deki yangında ise sadaret ve hariciye nezareti bölümleri kurtularak* ortadaki Şura-yı Devlet ve dahiliye nezareti kısımları yanmış* bir daha yapılamamıştır.

Bab-ı ali'nin bulunduğu bina* önce Büyük Millet Meclisi Hükumeti'nin İstanbul Temsilciliğine verilmiş ve sonradan sadaret kısmı* İstanbul Vilayet Konağı ve hariciye nezareti kısmı da Defterdarlık olmuştur. Defterdarlık binası da yanmıştır.



BAB-I ALİ BASKINI

Balkan Savaşı Osmanlı Devleti'nin birbiri peşisıra uğradığı yenilgiler ile sona ermiş; ordu Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Kötü hava şartları* ulaştırma güçlükleri* politikaya bulaşan birliklerin birbiriyle olan bağlantılarının kaybolması yanında* o sıralarda ortaya çıkan kolera hastalığı da toparlanmaya çalışan ordunun gücünü zayıflatmıştır. Bu durum karşısında sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa* uğranılan felaketlerin sorumlusu olarak* görevinden istifa etti; yerine Kamil Paşa sadarete geçti.

Kamil Paşa* devletin düştüğü bu kötü durumu düzeltmek yolunda* büyük devletlerle işbirliğini sağlayarak yeni bir anlaşmanın esaslarını hazırlamaya çalışıyordu. Londra'da yapılan konferansta* büyük devletler* Osmanlı sınırının Enez-Midye hattına çekilmesini teklif etmişlerdi. Bu müzakereler sürerken*

İttihat ve Terakki Cemiyeti de* karşılaşılan bu felaketlerde beceriksiz iktidarların büyük sorumlulukları bulunduğunu; Kamil Paşa hükumetinin de Edirne'yi Bulgarlara terkederek Enez-Midye hattına çekilmeyi kabul ettiği söylentilerini yayıyordu. Edirne'nin terki* halk üzerinde derin bir üzüntü yaratmıştı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti bu uygun ortamdan yararlanmak ve kaybettirilen iktidarı yeniden kazanmak için hazırlıklara girişti. Gaye* sadrazam Kamil Paşa'nın istifa ettirilerek kabinenin düşürülmesi; siyasi iktidara sahip olunmasıydı. Kararın uygulanmasında Enver Bey ve Talat Bey'in gayretleri büyük olmuştur.

Enver ve Talat beyler* İttihat ve Terakki mensupları* muhafız birliğinin müdahalesi olmaksızın Sadaret dairesindeki küçük sofaya girmişlerdir. Gürültüler üzerine oraya gelen Nazım Paşa* vurulmuştur. Kamil Paşa* bu sırada Başkatip Ali Fuad Beyle (Türkgeldi) görüşmekteydi. Talat ve Enver beyler Sadrazam Kamil Paşa'nın yanına gelerek istifasını istemişlerdir. Kamil Paşa'nın yazdığı istifa dilekçesindeki "Cihet-i askeriye" tabirine "ve ahali" kelimesini de ilave ettirerek aldıkları istifa dilekçesi bizzat Enver Bey tarafından saraya götürülerek padişaha arzedilmiştir.

İstifa kabul olunarak İttihat ve Terakki'nin adayı Mahmud Şevket Paşa Sadarete geçmiştir. Böylece* yakın tarihimizde "Bab-ı ali Baskını" diye adlandırılan olay sonucunda İttihat ve Terakki'nin yeniden iktidarı sağlanmıştır.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
B

BAB-I ALİ


Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazamlık dairesine verilen ad.

XIX. yüzyılın başlarında kullanılan bu ad* giderek resmi bir şekilde* Osmanlı hükumetini ifade etmiştir.

Farsça der ve Arapça bab kelimeleri Osmanlılar’da kapı anlamına kullanılarak saray veya sadrazam kapısı* devlet ve hükumet merkezini ifade etmiştir: Der aliyye* Der saadet* Bab-ı saadet* Bab-ı asafi* Bab-ı ali gibi.

Sadrazamın başkanlığı altında ve sarayda toplanan divan* XVIII. yüzyıl sonlarında önemini kaybederek* işler paşa kapısına geçince* vezir-i azamların "asaf" sıfatı ile anılmalarından dolayı* "Bab-ı asafi" daha sonra* "Bab-ı ali" gibi deyimler kullanılmıştır. "Bab-ı ali" deyimi ise* XIX. yüzyıl başında iyice yerleşmiştir.

Paşa kapısı* XVII. yüzyıla kadar sadrazamların oturduğu semte göre değişik yerlerde bulunuyordu. IV. Mehmed dönemi sadrazamlanndan Mehmed Paşa'ya padişah tarafından hediye edilen ve şimdiki Bab-ı ali'nin yerinde bulunan konak* paşanın ölümünden sonra sadrazamlık görevine gelenler tarafından da* devamlı olarak kullanılmış ve böylece "Bab-ı ali" sarayın yakınında yer almıştır. Böyle olmakla birlikte zaman zaman* sadrazamlardan bazıları* ya kendi istekleriyle ya da 1755* 1808* 1826 ve 1829 yangınları gibi imkansızlıklarla* başka başka yerlerde oturmuşlardır. Bina* 1844'de kagir olarak yeniden yapılmıştır.

Kalınca bir sur ile çevrilmiş olan Bab-ı ali'de* önceleri harem ve selamlık daireleri vardı. Binaya ek olarak büyük mutfaklar* ahırlar* muhafız askerlerin koğuşları da bulunuyordu. İki katlı olan binanın alt katını kalemler ve büyük memurların odaları* üst katını da sadrazamların daireleri ile ailelerinin oturmalarına mahsus bölümler teşkil ederdi. Binanın etrafındaki sur* Tanzimat devrinde yıkılmış* harem dairesi de kaldırılmış* sadrazamların ailelerine oturmaları için* başka bir konak ayrılmıştır.

Bab-ı ali'de görevli olan hükümet adamları* sırasıyla tevkii* reisü'l-küttap* sonra kethüda-i sadr-ı ali ile çavuşbaşıdan ibaretti. Kahya bey diye de anılan

kethüda-i sadr-ı ali* sadrazamın yardımcısı ve müsteşarı sayılır* içişleri ve askerlik meseleleri ile uğraşırdı.

Reisü'l-küttap dış işlerine bakar* sadrazam tarafından padişaha arz olunacak önemli işler hakkındaki yazılan da hazırlardı. Maiyetinde divan-ı hümayun tercümanı amedçi* beylikçi gibi* Bab-ı ali'nin ileri gelen memurları bulunurdu. Reisü'l-küttapların yardımcısı durumunda olan tercümanların* yabancı elçilerle münasebetlerde önemleri büyüktü. Tercümanlar* elçilerin sadrazamlar ve reisü'l-küttap ile yaptıkları görüşmelerde bulunurlar* padişah tarafından kabullerinde tercümanlık ederlerdi. Çavuşbaşı* halkın sadrazama verdiği dilekçeleri inceler* şikayetçileri dinler ve suçlu olanları mahkemeye verirdi. Aynı zamanda zaptiye nazırı durumunda idi.

Bab-ı ali'de memur ve hademelerinin sayısı 300 ile 500 arasında değiştiği gibi sadrazamların özel hizmetleri için görevlendirilen 1000'e ulaşan kapıkulu da vardı.

"Vaka-i Hayriyye"ye kadar Bab-ı ali'de devlet işleri başlıca iki yolda yürütülmüştür: Dış işleri ile diğer önemli hususlar için sadrazam* kaptan paşa* şeyhülislam* kethüda* defterdar* reis efendinin bulunduğu hususi bir meclis kurulurdu. Adi davalar ile diğer işler ise İstanbul kadısının da bulunduğu Sadreyn'in sadrazam huzurunda toplandığı arz odasında görülürdü.

Bab-ı ali teşkilatında 1836'da esaslı değişiklikler yapılarak nezaretler kurulmuştur. Kahya bey* reisü'l-küttap* defterdar ve çavuşbaşı gibi sadrazamın maiyetinde bulunan Bab-ı ali'nin yüksek görevlileri bu defa* dahiliye* hariciye* maliye ve zaptiye nazırları sıfatıyla sorumlu birer devlet adamı haline gelmişlerdir.

II. Mahmud devrinde* 1838'de teşkil olunan "Dar-ı Şura-yı Bab-ı ali" meclisi Bab-ı ali'de göreve başladığı gibi* "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" de bir müddet sonra* buraya nakledilmiştir.

Tanzimat'tan sonra 1854'de Bab-ı ali'de bir de "Meclis-i ali-i Tanzimat" kurulmuştur. 1868'de "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" ikiye bölünmüş* bir bölümü Şura-yı devlet haline gelerek Bab-ı ali'de kalmış* diğer bölümü de sonradan adliye nezaretine dönüşecek meclis olarak Bab-ı ali'den ayrılmıştır.

Abdülmecid devri ile Abdülaziz'in ilk zamanlan* Osmanlı İmparatorluğu'nun temsil edildiği* idari ve siyasi kuvvet ve yetkinin tamamen saraydan Bab-ı

ali'ye geçtiği devirdir. II. Abdülhamid döneminde* bütün idare yine sarayda toplanmış ve Bab-ı ali etkisiz kalmıştır. Bu hal II. Meşrutiyet'e kadar sürmüştür.

Bab-ı ali 1878'de* kısmen yanmış* yeniden yaptırılmış* 1911'deki yangında ise sadaret ve hariciye nezareti bölümleri kurtularak* ortadaki Şura-yı Devlet ve dahiliye nezareti kısımları yanmış* bir daha yapılamamıştır.

Bab-ı ali'nin bulunduğu bina* önce Büyük Millet Meclisi Hükumeti'nin İstanbul Temsilciliğine verilmiş ve sonradan sadaret kısmı* İstanbul Vilayet Konağı ve hariciye nezareti kısmı da Defterdarlık olmuştur. Defterdarlık binası da yanmıştır.



BAB-I ALİ BASKINI

Balkan Savaşı Osmanlı Devleti'nin birbiri peşisıra uğradığı yenilgiler ile sona ermiş; ordu Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Kötü hava şartları* ulaştırma güçlükleri* politikaya bulaşan birliklerin birbiriyle olan bağlantılarının kaybolması yanında* o sıralarda ortaya çıkan kolera hastalığı da toparlanmaya çalışan ordunun gücünü zayıflatmıştır. Bu durum karşısında sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa* uğranılan felaketlerin sorumlusu olarak* görevinden istifa etti; yerine Kamil Paşa sadarete geçti.

Kamil Paşa* devletin düştüğü bu kötü durumu düzeltmek yolunda* büyük devletlerle işbirliğini sağlayarak yeni bir anlaşmanın esaslarını hazırlamaya çalışıyordu. Londra'da yapılan konferansta* büyük devletler* Osmanlı sınırının Enez-Midye hattına çekilmesini teklif etmişlerdi. Bu müzakereler sürerken*

İttihat ve Terakki Cemiyeti de* karşılaşılan bu felaketlerde beceriksiz iktidarların büyük sorumlulukları bulunduğunu; Kamil Paşa hükumetinin de Edirne'yi Bulgarlara terkederek Enez-Midye hattına çekilmeyi kabul ettiği söylentilerini yayıyordu. Edirne'nin terki* halk üzerinde derin bir üzüntü yaratmıştı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti bu uygun ortamdan yararlanmak ve kaybettirilen iktidarı yeniden kazanmak için hazırlıklara girişti. Gaye* sadrazam Kamil Paşa'nın istifa ettirilerek kabinenin düşürülmesi; siyasi iktidara sahip olunmasıydı. Kararın uygulanmasında Enver Bey ve Talat Bey'in gayretleri büyük olmuştur.

Enver ve Talat beyler* İttihat ve Terakki mensupları* muhafız birliğinin müdahalesi olmaksızın Sadaret dairesindeki küçük sofaya girmişlerdir. Gürültüler üzerine oraya gelen Nazım Paşa* vurulmuştur. Kamil Paşa* bu sırada Başkatip Ali Fuad Beyle (Türkgeldi) görüşmekteydi. Talat ve Enver beyler Sadrazam Kamil Paşa'nın yanına gelerek istifasını istemişlerdir. Kamil Paşa'nın yazdığı istifa dilekçesindeki "Cihet-i askeriye" tabirine "ve ahali" kelimesini de ilave ettirerek aldıkları istifa dilekçesi bizzat Enver Bey tarafından saraya götürülerek padişaha arzedilmiştir.

İstifa kabul olunarak İttihat ve Terakki'nin adayı Mahmud Şevket Paşa Sadarete geçmiştir. Böylece* yakın tarihimizde "Bab-ı ali Baskını" diye adlandırılan olay sonucunda İttihat ve Terakki'nin yeniden iktidarı sağlanmıştır.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
BAB-I DEFTERDARI

Osmanlı İmparatorluğu'nda Defterdarlık dairesidir.

Defterdar Kapısı da denirdi. Bab-ı Defteri olarak da adlandırılmıştır. Defterdarlık dairesi teşkilatı kuruluşundan* Maliye Nezareti adını alıncaya kadar ihtiyaca göre değiştirilmek suretiyle genişletilmiştir.

M. Z. Pakalın* D'Ohssan'dan aktardığı bilgilere göre "Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü* (c.1*140-141)* Bab-ı Defterdari'de* XIX. yüzyılın başlangıcında 32 kalem ve burada görevli 700 kişinin bulunduğunu belirterek aşağıdaki listeyi vermektedir:

1-Büyük Ruznamçe Kalemi

2-Başmuhasebe Kalemi

3-Anadolu Hesabi Kalemi

4-Süvari Mukabelesi Kalemi

5-6-Sipahi ve Silahtarlar Mukabele Kalemi

7-Haremeyn Hesabat Kalemi

8-Cizye Muhasebe Kalemi

9-Mevkufat Kalemi

10-Evamir-i Maliye Kalemi

11-Küçük Ruznamçe Kalemi

12-Piyade Mukabelesi Kalemi

13-Küçük Evkaf Muhasebe Kalemi

14-Küçük Kale Kalemi

15-Büyük Kale Kalemi

16-Maadin Mukataa Kalemi

17-Saliyane Mukataa Kalemi

18-Haslar Mukataa Kalemi

19-Başmukataa Kalemi

20-Haremeyn Mukataası Kalemi

21-Dersaadet Mukataası Kalemi

22-Bursa Mukataa Kalemi

23-Avlonya Mukataaları Kalemi

24-Kefe Mukataa Kalemi

25-Tarihçilik Kalemi

Bu 25 kaleme 7 kalem daha ilave edilmişti:

1-Defterdarlığın muhtelif kalemlerine dağıtılmış bütün malikanelerin umumi defterini tutan malikane kalemi

2-Beytülmale ait borçları kaydeden zimmet kalemi

3-Gerek mahluliyet* gerek müsadere dolayısıyla Hazine'ye intikal eden emlake ait işleri niyet eden muhallefat kalemi

4-Malikaneler üzerine kurulmuş olan % 10 kalemiye-i cibayet ile mükellef kalem.

5-Posta işleriyle uğraşan menzil kalemi

6-Koyun ve keçilere konulan resme ait adet-i ağnam kalemi

7-Episkopos kalemi ki devlet bu kalem vasıtasıyla Müslüman olmayan tebaanın resimleri ile münasebette bulunurdu.

Bu yedi kalemden ilk üçü başmuhasebe kalemine* diğer üçü mevkufat kalemine ve sonuncusu ise onuncu kaleme bağlı idi.

II. Mahmud Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdıktan ve tımar usulünü lağvettikten sonra biri askeri hesaplara bakmak üzere Masarifat Nezareti* diğeri de iltizama verilmesi usulü kaldırılmış olan mukataaların idaresi için Mukataat Nezareti olmak üzere iki yeni teşekkül kuruldu. 1250 (1834) tarihinde Masarifat Nezareti kaldırılarak Şıkk-ı Evvel Defterdarlığı* Hazine-i Amire ve Mansure Defterdarlığı adlarıyle iki kısma ayrıldı. Nihayet Tanzimat Fermanı'ndan evvel yazılan 3 Zilhicce 1253 (1838) tarihli ferman ile muhtelif devair birleştirilerek ve defterdarlık tabiri kaldırılarak Maliye Nezareti 1255 (1838) Cumade'l-ula'da Hazine-i mukataat ve Hazine-i amire unvanıyla ikiye ayrılarak defterdarlık unvanı* yeniden ihdas edilmiş* 1255 Recebinde de (Haziran 1839) Hazine-i mukataat defterdarına yirie Maliye Nazırı unvanı verilmiş ve diğeri Hazine-i Amire Defterdan olarak bırakılmıştı. Fakat 1257 (1841) yılında* bu iki Hazine Umur-ı Maliye Nezareti adı altında yeniden birleştirildi.



BAB-I HUMAYUN

Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan büyük kapısıdır.

Sultan Fatih Mehmed tarafından yaptırılmıştır (1478). Bab-ı Hümayun* Saray'ın saltanat kapısı olması yönünden önem taşır. Osmanlı dönemindeki büyük törenlerde* alaylarda bu kapı kullanılmıştır.

BAB-I MEŞİHAT

Osmanlı imparatorluğu döneminde Şeyhülislamlık makamıdır.

Şeyhülislam'ın vazife gördüğü bu yere* fetvaların burada verilmesinden dolayı Bab-ı Fetva da denirdi. Şeyhülislamlık kapısı olarak da adlandırılmıştır.



BAB-I SERASKERİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyet'den (1908) önceki Harbiye Nezareti* Serasker kapısı adı ile de anılmıştır.


BABÜ'S -SAADE




Topkapı Sarayı'nda 3. kapıdır.

Akağalar Kapısı* Enderun Kapısı olarak da adlandırılır.

Enderun denilen üçüncü avluya geçiş bu kapıdan olur; cülus ve bayram tebrikleri merasimi bu kapı önünde yapılırdı. Kapının her iki tarafında akağalara ait koğuşlar bulunurdu. Son şeklini III. Selim döneminde almıştır.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
BABÜ'S-SELAM

Topkapı Sarayı'nın orta kapısıdır. Bab-ı Hümayun'dan girilen ve birinci avlu denilen Alay Meydanı'nın sonunda* çifte kulesi olan ikinci kapıdır.


BAC

Türkçe'de genel olarak vergi ve resim karşılığı olarak kullanılır.

Tarih metinlerinde mali deyim olarak vergilerden bahsedilirken* bunlara bac denildiği görülmektedir.

Osmanlı kanunlarında bac deyimine sık sık rastlanır. Memleket yolları üzerinden geçen yahut memlekette kalmak üzere gelen mallardan alınan gümrük resminin adı bac-ı büzürg'dür.

Fatih Kanunnamesi'nde bu genel anlamından başka* şehirlere mahsus alım-satım vergisi anlamına kullanıldığı da görülmektedir.

Süleyman Kanunnamesi'nde de bu anlamdadır ve buna ait bazı maddeler olduğu gibi Fatih Kanunnamesi'nden alınmıştır. Bununla beraber Süleyman Kanunnamesi'nde daha başka ve ayn hükümler de vardır.

Bac-ı bazar* bac-ı ağnam* bac-ı tamga* hayvanlardan alınan resim anlamına bac-ı kırtıl* yolculardan alınan resim hakkında bac-ı sevendegan* yabancı memleketlere götürülen mallardan alınan bac-ı ubur* bac-ı mizadet* bac payı gibi birleşik deyimlerde kelimenin genel anlamda kullanıldığı açıktır.


BAC-I UBUR

Osmanlı İmparatorluğu'nda* yabancı bir ülkeden getirilerek başka bir ülkeye giden imparatorluk yollarından geçirilen emtiadan alınan vergidir. "Müruriyye" olarak da adlandırılırdı.


BAĞDAT

XVI.yüzyılın ilk yarısında Osmanlı idaresi altına giren Bağdat* Dicle'nin sol sahilinde* eski surlar içinde bir şehirdi.

IV. Murad* şehri fethettikten sonra* harap bir halde bulunan surlar ve Bağdat Kalesi'ni tamir ettirmiştir.

Bağdat'ın* surları aşan cami ve türbe kubbeleri* minareleri* hurma ağaçlıkları ile uzaktan çok güzel bir görünüşü vardı. Sokakları dar* eğri-büğrü ve kaldırımsızdı. Genellikle iki katlı olan evlerin sokak tarafında penceresi yoktu. Bir ticaret merkezi olan Bağdat'ın en canlı ve işlek yerleri çarşı ve pazarları ile meydanlarıydı.

Bağdat'ta Osmanlı idaresine geçtikten sonra-gerek padişahların* gerek valilerin* imar konusundaki gayretleri sonucu dini* askeri ve ticari alanda birçok inşaat yapılmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman Bağdat'ı fethettikten sonra* Kazimiye'de yarım kalmış camii tamamlatmış* Abdülkadir Geylani cami ve türbesi için zengin vakfiyeler* kurmuş İmam-ı Azam'ın mezarını buldurup* türbe* cami ve medrese yaptırmıştır.

Bağdat'ı ikinci defa fetheden IV. Murad da İmam-ı Azam'ın türbesini tamir ettirdiği gibi* bütün Osmanlı valileri de evliya türbelerine itina göstermişler ve şehrin imarına büyük gayret sarfetmişlerdir. Bunlar arasında Cagalazade Sinan Paşa bir han ve çarşı; Elvendzade Ali ve Haseki Mehmed paşalar birer cami; 1677'den 1690 yılına kadar Bağdat beylerbeyliği yapan Silahdar Ömer Paşa* bir medrese* bir kasır ve çeşitli yerlerde kervansaraylar; şehrin uzun süre valiliğinde bulunan Eyyubi Hasan Paşa da medrese ve köprü yapımına önem vermiştir. Midhat Paşa zamanında (1868-1871) rüşdi* idadi ve sanai mektepleri açılmış* karşı yaka ile Kazimiye arasında bir tramvay hattı kurulmuştur.

Bağdat* Osmanlı Devleti'nin eski idare taksimatında* aynı isimle anılan eyaletin merkezi durumundaydı. Eyalet 18 sancağa ayrılmıştı. Bunlardan yedisinde timar ve zeamet usulü geçerliydi ve bunlara "arz-ı memleket"* diğer onbirine de "arz-ı haliye-i Irak" denilirdi. Salyane usulü ile idare edilen Bağdat livasının yıllık geliri 14 yük akçeydi. Şehrin en büyük amiri beylerbeyi idi. Bundan başka

bir kadı* yeniçeri* cebeci* hisar ağaları* topçu başı; hazine ve timar defterdarları ile gümrük emini gibi birçok büyük memurlar vardı.

1847'de Bağdat'ta kurulan 6. ordunun son zamanlarında ise 13. kolordunun merkezi oldu.

Osmanlı devrinde Bağdat'ın tarihi:

Bağdad* 1508'de Safevi hükümdarı Şah İsmail tarafından alındı. Şehir daha sonra I. Tahmasp zamanında* Muslu kabilesinden Zülfikar Han'ın hakimiyeti altına girdi. Zülfikar Han* Kanuni Sultan Süleyman adına hutbe okutup* para bastırdı. 1529'da şehri ele geçiren Safevi hükümdarı Tahmasp* buraya Şerefeddinoğlu Tekeli Mehmed Han'ı tayin etti.

Kanuni Sultan Süleyman* Irakeyn seferi sırasında Tebriz'i fethedip Irak'a yürürken* Mehmed Han Bağdat'ta meydana gelen itaatsizlik sebebiyle firar etmiş* şehrin ileri gelenleri de Bağdat'ın anahtarlarını Sadrazam İbrahim Paşa'ya teslim etmişlerdi.

1534'de Bağdat'a giren Kanuni Sultan Süleyman 4 ay Bağdat'ta kaldı. Bu süre içinde şehrin imarını emrettiği gibi* tımar ve zeamet usulünü de yürürlüğe koydu.

Osmanlılar ile Safeviler arasındaki savaşlara son veren Amasya Antlaşması (29 Mayıs 1555) ile* Bağdat hukuken Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı.

I.Ahmed'in zamanına kadar Bağdat'ta* önemli olaylar olmadı. Yalnız I. Ahmed devrinde Celali ayaklanmalarından etkilenen Bağdat'ta bölükbaşı Ahmed Tavil'in oğlu Mehmed ayaklandı. Bu ayaklanmayı bastırmak için gönderilen Nasuh Paşa* asi tarafından öldürüldü.. Bağdat'taki bu ayaklanmayı Cagalazade Mehmed Paşa bastırmış* ve asayişi sağlamıştır.

I.Ahmed'den sonra Osmanlı Devleti'nde idarenin bozulmasıyla birlikte* Bağdat'ta da ayaklanmalar başgösterdi. Bekir Subaşı ve Yeniçeri zabiti ile azaplar ağası Mehmed Kanber başkaldırdılar. Bağdat valisi Hafız Ahmed Paşa ve Ali Paşa ayaklanmayı başaramadılar. Durumun kötüye gitmesi üzerine*

Osmanlı Devleti* Diyarbakır beylerbeyi Hafız Ahmed Paşa kumandasında bir kuvveti Bağdad'a gönderdi. Fakat Bekir Subaşı* Şah Abbas'a başvurarak Bağdat'ı Safevilerin nüfuzu altına vermek istedi.

Bu durum üzerine Şah Abbas* Hemedan Beylerbeyi Safi Kuli Han'ı Bağdat'ı teslim almakla görevlendirdi. Fakat olaylar Osmanlı-Safevi münasebetlerini bozacağından* Hafız Ahmed Paşa* Bekir Subaşı'yı Bağdat eyaletine tayin ederek meseleyi çözmek istedi. Bekir Subaşı'nın Bağdat'ı Safevilere teslimden vazgeçmesi üzerine* Şah Abbas 1623'de şehri 3 ay süre ile kuşattı. Bekir* Osmanlı Devleti'nden yardım istemek zorunda kaldı. Ancak Şeyh Abbas tarafından kendisine Bağdat Eyaleti'nin verileceğine aldanan Derviş Mehmed İçkalenin kapısını açarak şehri Şah Abbas'a teslim etti (1623).

Şah Abbas* Abdülkadir Geylani ve İmam-ı Azam'ın türbelerini tahrip* diğer türbe* cami ve medreseleri de ahır haline koydurdu. Hafız Ahmed Paşa'nın 13 Kasım 1625'den 3 Temmuz 1626'ya kadar süren kuşatması sırasında* Osmanlılar hem kuşatma ile uğraşmak hem de İranlılar ile çarpışmak zorunda kaldılar. Şah Abbas'ın şehri teslim edeceği sırada* Osmanlı askerinin yorgunluk* hastalık ve zahiresizlik gibi sebeplerden dolayı savaşa devam etmek istememesi üzerine Bağdat'ın teslimi daha sonraya kaldı.

Bağdat'ın tekrar Osmanlılar eline geçmesini sağlayan son kuşatma IV. Murad tarafından yapıldı. 15 Ekim 1638'de başlayan kuşatma kırk gün sürdü. Kuşatma sırasında sadrazam Tayyar Mehmed Paşa şehid oldu. Bağdat'ı Bektaş Han adında birisi koruyordu. Bağdat'ın bütün kale kapıları kuşatıldı. Bektaş Han aman dilemeye mecbur oldu.

IV. Murad Bağdat'ın alınmasından sonra İmam-ı Azam'in kabrini ziyaret etti. İmam-ı Azam ve Abdülkadir Geylani'nin türbelerini ve kaleyi tamir ettirdi. Bağdat beylerbeyliğine Küçük Hasan Paşa'yı* valililiğine Yeniçeri ağası Hüseyin Ağa'yı ve muhafızlığına da Yeniçeri kethüdası Bektaş Ağa'yı bıraktı.

Bağdat'ın Kasr-ı Şirin Antlaşması ile yine Osmanlı Devleti'ne ait olduğu tanındı. 1733'de ise* Bağdat* Nadir Şah'ın saldırısına uğradı ve 7 ay kadar bir müddetle kuşatıldı. Bu kuşatmaya Topal Osman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu son verdi.

1749'da Bağdat'ın valiliğine bir azadlı kölemen olan Süleyman Paşa getirildi. 12 yıl süren valiliği sırasında bu bölgede asayiş sağlandığı gibi bir kölemen idaresi de kuruldu. Bundan sonra Osmanlı Devleti Bağdat'a kendi istediğini değil* nüfuz ve idareyi ellerinde bulunduran kölemenlerden birini tayin etmek mecburiyetinde kaldı. Uzun süre kölemenler idaresinde kalan Bağdat birçok ayaklanmalara ve veba salgınlarına maruz kaldı. 15 yıl Bağdat'ın valiliğinde bulunan Davud Paşa asayişi düzelttiği gibi* birçok hayır eserleri meydana getirdi. Sanayii ilerletti. Ziraatı geliştirdi. Davud Paşa'nın yerine Bağdat valiliğine Ali Rıza Paşa tayin edildi ve 16 yıl burasını idare etti.

Osmanlı Devleti Bağdat'ın modernleştirilmesine Midhat Paşa'nın valiliği (1869-1872) sırasında başladı. Midhat Paşa Degare-Meselesi denilen önemli bir urban ayaklanmasını bastırdığı gibi Necd'i itaat altına alıp bu bölgeyi Bağdat vilayetine bağladı.

Bağdat* Lozan Antlaşması'na (Temmuz 1923) kadar hukuken Osmanlı Devleti'ne bağlı kaldı. Irak krallığının kuruluşundan ve I. Faysal'ın krallığından sonra Irak Devleti'nin başşehri oldu.
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
BAĞDAT KÖŞKÜ


Topkapı Sarayı'nda ve 1638 yılında Bağdat'ın zaptı hatırasını ebedileştirmek üzere yapılan ve "Bağdat Köşkü" adı verilen köşk.

Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber* biçim araştırması yönünden zamanın mimarbaşısı Kasım'ın eseri olduğu sanılmaktadır.

Bağdat Köşkü* Topkapı Sarayı'nda* dördüncü avluda Hırka-i Saadet dairesi önünde yapılmış setler üzerine kurulmuştur. Köşkten Boğaz ve Eyüp'e kadar Haliç görülmektedir. Köşk* sekiz köşeli geniş bir plan üzerine yapılmıştır. İçeride dört köşeye sedir eyvanları yerleştirilmiştir. Duvarlarda altlı-üstlü iki sıra halinde 32 pencere vardır. İki pencere katı arasında uzanan dar ve uzun kısımları* üzerinde beyaz yazılarla işlenmiş ayetler taşıyan mavi çinilerle süslenmiştir. Bu yazılar Enderun'dan Tophaneli Mahmud Çelebi hattıdır.

Köşkün kapıları* pencereleri ve dolaplarının kanatları fildişi* sedef ve bağa ile; iç duvar ve kemerleri ise kubbeye kadar emsalsiz çinilerle bezenmiştir. Bronz ocak da başlıbaşına bir sanat şaheseridir.


BAHRİYE NEZARETİ

XIX. yüzyıldan saltanatın kaldırılmasına kadar deniz kuvvetlerinin bağlı olduğu nezaret.

Osmanlı Devleti'nde deniz kuvvetlerinin yönetimi Kaptan-ı Derya veya Kaptan paşalara verilmiş ve kalyonlar filosu kurulunca (1682)* denizcilik önem kazanmıştır. Baş muhasebeci Mustafa Efendi Şıkk-ı Salis defterdarlığı rütbesiyle kalyonlar defterdarlığına getirilmiş; bu göreve bir süre sonra Tersane Emirliği adı verilmiştir.

III. Selim döneminde* donanmanın yeniden düzenlenmesi ile (1804) bu göreve Moralı Seyid Ali Efendi getirilmiş; bunun yanısıra Şıkk-ı Salis ve Tersane-i Amire defterdarlığından başka "Umur-ı Bahriye Nazırı" unvanı da verilmiştir. III. Selim'in tahttan indirilmesinden sonra Bahriye Nazırı Kethüda İbrahim Efendi'nin öldürülmesi üzerine kaldırılmıştır.

II. Mahmud döneminde* deniz kuvvetlerinin ayrı bir önem kazanması ve tersane işlerinin çoğalması üzerine mali konularla ilgilenmek üzere "Bahriye Müsteşarlığı" kurulmuş (1 Temmuz 1837) ve bu göreve o tarihte Evkaf Nazırı bulunan Saffeti Musa Efendi getirilmiştir.

1867'de donanma komutanlığı Kaptan-ı Derya'ya bırakılarak deniz işlerinin mali konuları için Bahriye Nezareti yeniden kurulmuştur. O dönemde Kaptan-ı Derya bulunan Mehmed Ali Paşa* bu karardan gücenerek istifa edince* kaptan paşalık kaldırılmış ve donanmanın idaresi yeni kurulan "Kumanda Meclisi"ne verilerek başkanlığa Vesim Paşa getirilmiştir. Böylelikle* deniz kuvvetleriyle ilgili bütün idari işler Bahriye Nezareti'nde toplanmış ve bu göreve Hazine-i Hassa Nazırı Hakkı İsmail Paşa getirilmiştir.

1876'de Bahriye Nezareti kaldırılarak yeniden Kaptan-ı Deryalık olmuş* bir yıl sonra tekrar Bahriye Nezareti'ne çevrilmiştir.

23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi Hükumeti kurulunca* Milli Savunma Bakanlığı'na ayrı bir daire şeklinde bağlanmışsa da 31 Aralık 1924'de ayrıca "Bahriye Vekaleti" kurulmuş ve 2 Kasım 1927'de bu bakanlık kaldırılarak deniz kuvvetleri yeniden Milli Savunma'ya bağlanmıştır.

BAHRİYE NAZIRLARI

Hakkı İsmail Paşa 1867

Mahmud Nedim Paşa 1868

Ferid AbdülhamidPaşa 1871

Fosfor Mustafa Paşa 1871

Semih Paşa 1872

Moralı İbrahim Paşa 1872

Ahmed Esat Paşa 1872

Fosfor Mustafa Paşa (2. defa) 1872

Namık Paşa 1872

Hüseyin Avni Paşa 1873

Hasan Rıza Paşa 1873

Kayserili Esat Paşa 1875

Rauf Paşa 1875

Hasan Rıza Paşa (2. defa) 1875

Namık Paşa (2. defa) 1875

Hasan Rıza Paşa (3. defa) 1875

Lofçalı Derviş Paşa 1876

Abdülkerim Nadir Paşa 1876

Kayserili Ahmed Paşa (2. defa) 1876

Rauf Paşa(2.defa) 1877

Sait Paşa 1877

Morali İbrahim Paşa (2. defa) 1877

Vesim Paşa (3. defa) 1878

Rasim Paşa 1879

Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa 1881

Ahmed Ratip Paşa 1882

Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa (2. defa)1882

Celal Bey 1903

Hasan Rami Paşa 1906

Arif Hikmet Paşa 1908

Hüseyin Hüsnü Paşa 1909

A.Rıza Paşa 1909

Emin Paşa 1909

Arif Hikmet Paşa (2. defa) 1909

Halil Paşa 1910

Hakkı Paşa (Vekil) 1910

Mahmud Muhtar Bey (Paşa) 1910

Salih Paşa 1911

Mahmud Muhtar Paşa (2. defa) 1912

Hurşit Paşa 1912

Çürüksulu Mahmud Paşa 1913

Cemal Paşa 1914

(Suriye'de bulunduğu sırada vekil Enver Paşa)

Rauf Bey(Orbay) 1918

Ali Rıza Paşa (2. defa) 1918

Şakir Paşa 1919

Avni Paşa 1919

Salih Paşa (2. defa) 1919

Esat Paşa 1920

Kara Sait Paşa 1920

Hamdi Paşa 1920

Salih Paşa (3. defa) 1920

Ziya Paşa (Vekil) 1921

Salih Paşa (4. defa) 1921
 

C0M!S3R-eX

Uzman üye
14 Kas 2006
1,174
27
BALIKHANE KÖŞKÜ


Topkapı Sarayı'nın Marmara'ya açılan kapılarından en batısındakine Balıkhane Kapısı adı verilmiştir.

Bu kapının yanında Balıkhane Ocağı mensuplarının oturmasına mahsus Balıkhane Köşkü adı verilen bir yapı vardı.

Tanzimat'tan önceki dönemlerde* padişahların gazabına uğrayan sadrazamlar Saray'dan Balıkhane Kapısı'na indirilir ve oradan gemiye bindirilerek* kararlaştırılan yerlere sürülürlerdi. Ancak* Bostancı-başı Balıkhane Kapısı'na daha önceden gönderilmişse* kapıya indirilen kişi sürgün edilmeyerek* cellada teslim edilir ve boğdurulurdu.

Balıkhane Kapısı'na indirilen son sadrazam* vezirliği üstünden alınarak Gelibolu'ya sürgün edilen* ancak tekrar vezirlikle Erzurum valiliğine ve Şark seraskerliğine atanan Mehmed Said Galip Paşa'dır (1824).


BALİ BEY(MALKOÇOĞLU)

II. Bayezid devri komutanlarından. Çok cesur bir akıncı beyi olarak tanınmıştır. Uzun süre Silistre Sancakbeyliği yapan Bali Bey* ayaklanan Eflak Voyvodasının tenkiline memur edilen askere komuta etti. Daha sonra Macaristan'a gönderilen orduya katılarak Varadin Kalesi'ni aldı ve Boğdan voyvodasını bozguna uğrattı. 1499'da 40.000 kişilik bir orduyla Lehistan üzerine akın yapmış* Varşova'yı tahrib ederek* 10.000 kadar esir ve değerli ganimetlerle dönmüştür. Bali Bey* Çaldıran seferinde şehit düşmüştür (1514).


BALKAN BİRLİĞİ (İTTİFAKI)

Balkan devletleri arasında kurulan birlik.

Balkan Yarımadası üzerinde yaşayan Sırplar* Karadağlılar* Bulgarlar* Ulahlar* Rumenler* Arnavutlar ve Rumlar çeşitli tehlikelere karşı zaman zaman birleşmek zorunda kaldılar.

Balkan Birliği fikri 1789 Fransız İhtilali'nden sonra milli duyguların Balkanlara da sıçramasıyla gelişmeye başladı. Bu sırada Balkan Yarımadası'na Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları hakimdi. Bu iki imparatorluğun tebaaları arasında ilk defa birlik akımları belirmeye başladı ve bağımsızlık hareketlerine giriştiler.

Siyasi ve askeri anlamda tam bir Balkan Birliği fikri 1911-1913 yıllarında ve Osmanlı İmparatorluğu'na karşı doğdu. Önce Bulgaristan* Sırbistan ile (13 Mart 1912); daha sonra da yine Bulgaristan* Yunanistan ve Karadağ ile (29 Mayıs 1912) anlaştı. Bu anlaşmanın amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar'daki hakimiyetini yok etmek ve Balkanlardan uzaklaştırmaya yönelik olmuştur.

Ancak bu birlik uzun süre devam etmedi. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşlarının ilk safhasında Osmanlı İmparatorluğu yenilince* galipler kendi aralarında savaşa tutuştular. Bu defa Bulgarlara karşı Rumenler* Sırplar ve Yunanlılar bir antlaşma yaptılar.

Aşırı milliyetçilik duyguları Balkan milletleri arasında esasta gevşek olan bağları daha çok zayıflattı. Bulgaristan* II. Balkan ve I. Dünya Savaşlarında yenildi ve toprak kaybetmeye başladığı gibi kendisine Dobruca ve Makedonya verilmedikçe işbirliğine yanaşmadı.

Balkanlar'da ikinci defa birliğin kurulması 1930 yılından sonra tekrar canlandı.
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.