Al Tabancayı, Öldür Beni

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
ATATÜRK, YAHUDİLER VE MASONLAR


.... Hatıratım sonuna yaklaşırken memleketimizde locaları bulunan Masonlardan biraz bahsetmek isterim. Masonların İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da birçok locaları vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın sevmediği iki zümre vardıı. Birincisi; DÖNMELER, ikincisi; MASONLARDI. Birgün eski adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’u çağırdı, kendisine masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verdi. Bunu güzelce mütalaa et, bir takrir ile Halk Partisi Grup Başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet etseninde bu işte büyük şeref payın olacaktır, dedi.

Gurup günü Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir takrir verdi ve takririn okunmasını reisten rica etti. Katip takriri okudu. Grup dinledi. Hülasası şöyleydi:

Bizim Eba ancet gelen Atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık.Masonluk da kökü dışarıda olan bir yahudi tarikatından başka birşey değildir. Memleketimizde bunun ne işi var? (bir süre tatışmalar oldu ve Recep Peker işi devlet reisine ***ürüp onun reyini almak için bir hafta süre istedi.)

Bu söz grubun tasvibine mazhar oldu ve mesele gelecek hafatya kaldı. Bir hafta sonra olsun, biz herhalde bütün locaları kapatırız, dediler. Ertesi gün Recep Peker geldi ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi:
Arkadaşlar bugünden itibaren Türkiye’de Masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır.

Salonda bir kıyamettir koptu, alkışlar, bağırmalar, ve KAHROLSUN YAHUDİ UŞAKLARI sesleri tavanı çınlatıyordu.

Şükrü Kaya ve arkadaşları sırra kadem basmışlardı (masonlar).
Grup dağıldıktan sonra doktor Mim Kemal Öke’yi de öne katarak meclisteki masonları toplu olarak ziyarete gitmişlerdi. Mim Kemal Atatürk’e hitaben.

---Efendim, biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrık-i azmımız olursanız, biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız, demiş Reisicumhur:

---Peki, birşey soracağım, bana cevap veriniz de , sonra... Siz Avrupa’daki hangi locaya bağlısınız ve medbuunuzun ismi nedir?

---Biz Cenova’ya tabiiz ve reisimiz de BARCA MİŞON cenaplarıdır, demişler.

Bunun üzerine küplere binen Mustafa Kemal Paşa, onlara hitaben;

---HADİ DEFOLUN BURADAN! CEHENNEM OLUN YAHUDİ UŞAKLARI! BENİM MİLLETİM BANA KAHRAMAN SIFATINI VERDİ, BEN SİZİN GİBİ BİR ÇİFT YAHUDİYE UŞAK MI OLACAĞIM? BU GECE SABAHA KADAR TÜRKİYE’DEKİ BÜTÜN LOCALARINIZI KAPATMADIĞINIZ TAKDİRDE, YARIN TEŞKİL EDECEĞİM DİVAN-I HARBİ ÖRFİ’YE HEPİNİZİ VERİR VE ASTIRIRIM. HAYDİ DEFOLUN KARŞIMDAN!

Diyerek onları kovmuş, onlar da yıldırım telgraf ve telefonlarla vaziyeti İstanbul, İzmir ve Adana’ya bildirdiler ve sabah olmadan hepsinin kapanma kararlarını getirip henüz sofrasından kalkmayan Reisicumhura verdiler ve derin bir nefes aldılar.

Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa bu suretle bütün MASON LOCALARINI kapattı....
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Atatürk'ün Türk Birliği


1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet'in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı'nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker'i kastederek "Bizimkiler nerede ?" diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk'ün dışişleri bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler.

Hep beraber Ziraat Bankası'nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, "Yaşa Gazi Paşam" şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;

-Gazi paşam ! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler. fakat, yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler... Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz ! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. iyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler.

Ama bir de Milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız ! Yahut benim bundan haberim yok ! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri ?

Atatürk bu soruya şöyle cevap verir;

-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır !

Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır ! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla herşeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve herşeyi ona göre yaparız... Ben Devlet Başkanıyım ! Sorumluluklarım vardır ! Bu sorumluluklarım altında konuşamam ! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye :

-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun ?
-Evet Paşam.
-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun ?
-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri
-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, Ben Konuşamam !

Düşün bir kere.. Osmanlı imparatorluğu ne oldu ? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu ? Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı ! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı ?.. Demek hiçbir şey sür-git değildir ! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az birşey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.

Bugün Sovyetler Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var ! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir ! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir !.

İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir !

Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız !

“Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar ? Manevi köprülerini sağlam tutarak ! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür ! Bugün biz , bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz!. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi ? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur !. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli...

Tarih bağı kurmamız lazım.. Folklor bağı kurmamız lazım .. Dil bağı kurmamız lazım..
Bunları kim yapacak ?
Elbette Biz..
Nasıl yapacağız ?.
İşte görüyorsunuz , “Dil Encümenleri” , “Tarih Encümenleri” kuruluyor
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık ! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli..

İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz ! Ama bunlar, açıktan yapılmaz ! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve Milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok ! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok !. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum.

Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir.

Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız !
Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.
Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap ! İdealler konuşulmaz, yaşanır !
İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum !

Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.

*Olay İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmey Bayur tarafından doğrulanmıştır.

 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Atatürk, hele askerlik sahasında su ***ürmez bir deha sahibi olduğunu dünya tasdik etmişti. İngiliz Devletinin Birinci Dünya Harbine ait Resmî Savaş Tarihi Anafartalardan bahsederken;
“ Bütün mukadderatı mavi gözlü bir Miralay değiştirdi” der. Atatürk ecnebi dili bakımından hiç de iyi durumda değildi. Sözünün kıramayacağı en yakınından birisi ki; birkaç, ecnebi dil bilirdi – Atatürk'teki Fransızca'nın bile pratik bakımından çatpatlığına bakarak bir gün Atatürk'e sorar:
— Siz hiç yabancı dil bilmediğiniz halde nasıl dâhi oldunuz?
Atatürk cevap veriyor:
YAVRUM, SEN DÂHİYİ YABANCI DİL BİLENLERDE ARIYORSAN BEYRUT'A GİT. ORANIN HAMALLARI EN AZ YEDİ YABANCI DİL BİLİR
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
HAPI YUTARDI


Atatürk Galatasaray Lisesi'nde öğrencilerden birine sordu:
-Nil olmasaydı, Mısır ne olurdu?
Öğrenci,çabuk yanıt vermek için boş bulunup:
-Hapı yutardı...dedi.
Bu yanıt Atatürk'ün hoşuna gitti.Öğrenciye on numara verdi.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR


Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı.
Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralın bindiği motor,inip çıkıyordu.
İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı.
O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu.
Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk:
-Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
DEVRİM BİR ANDA OLUR YA DA OLMAZ


Atatürk yazı devrimini gerçekleştirmişti.
Yaşlı,genç,kadın,erkek tüm yurttaşlar yeni harfleri öğrenmek için gece gündüz kurslara gidiyorlardı.
Devrimi izleyen iki yıl içinde bir buçuk milyon vatandaş okur yazar olmuştu.
yazı devriminin en dikkate değer yanı,Atatürk'ün bu devrimin yerleşmesinde en ufak bir ihmali bile kabul etmemiş olmasıdır.
Örneğin bazı kimseler kendisine:
-Paşam,ilkokulların ilk sınıflarından itibaren yeni harflerle öğretime başlayalım.
O kuşakla birlikte ortaokulu,liseyi ve üniversiteyi izletelim,diyorlardı.
Atatürk bu görüş ve düşüncelerin hiçbirisine yanaşmadı. -Devrim ya bir anda olur,yada hiç olmaz,dedi.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
YAPACAKLARIMDAN SÖZ EDİN


Bir soruşturma dolayısıyla,Atatürk'ün başardığı işlerden Vasıf Çınar söz açmıştı.
Kendisine Sordu:
-Sizin en büyük eseriniz hangisidir?
Atatürk'ün kısa cevabı şu olmuştu:
-Benim yaptığım işler,biri ötekine bağlı gerekli olan işlerdir.Fakat,bana yaptıklarımdan değil,
Yapacaklarımdan söz edin.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Yazı devriminden sonra(1928),Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce,O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı.
Aslında,adlandırmada geç kalınmıştı.
Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra,bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti:
-Yurdu kurtardınız.Şimdi ne yapmak istrerdiniz?
Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti:
-Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak,en büyük amacımdır.
Ondan sonra Atatürk nerede görünse,mutlaka orada bir okula girer,öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu.
Birgün Atatürk'ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu.
Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti.
Atatürk:
-Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz,dedi.Eğer izin verirseniz,bizde sizden faydalanmak isteriz.Sınıfa girdiği zaman,Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
İÇKİSİNE KARIŞANLAR

Atatürk’ün içki içmesine karşı olanların başında umumi kâtip Yusuf Hikmet Bayur geliyordu. Bayur- her halde Atatürk’ü hepimizden çok sevdiğinden olacak-O’nu içkisinden caydırmak için türlü bahaneler bulur, fakat hiç birini başaramazdı.
Atatürk çok içmezdi. İçtiği zamanda içmesini bilirdi. Acele etmezdi, konuşarak, sohbet ederek, yavaş yavaş içmeyi severdi. Ölçüyü kaçırmazdı. Sarhoş olduğunu bir kez bile görmedim. Taşkın bir hareketine rastlamadım.
Böyle olduğu halde Hikmet Bayur’la aralarında sık sık tartışmalara tanık olurdum. Hemen her sabah tekrarlanan bu tartışmalardan Bayur’un yenilgiye uğradığını üzülerek görürdüm.
Hikmet Bayur, erken saatlerde Atatürk’e gelir, o günkü ajans bültenlerini getirir ve kendisinden emir alırdı. Atatürk’ün yorgun halini gören Bayur dayanamaz:
-‘‘ Paşam, yine renginiz yerinde değil, çok yorgun ve bitkinsiniz. Şu içkiyi bu kadar içmeseniz daha iyi olur.’’derdi.
Bu karışmaya Atatürk’ün canı sıkılır ama hiç belli etmemeye çalışarak:
-‘‘A Hikmet Bey, ben rakıyı şimdi değil, daha Harbiye talebesiyken içerdim. Bugüne kadar da hiç zararını görmedim,’’diye karşılık verirdi. Bayur bunun da altında kalmazdı:
-‘‘ Muhterem Paşam, bu gün belki zararını görmediğinizi sanırsınız, fakat yarın göreceksiniz. Siz bu memlekete lazımsınız. Kendinize acımıyorsanız bari bu millete acıyın. Bu millet sizin varlığınızla vardır. Ne olur şu içkiyi az için.’’
Atatürk bu sözleri hep gülümseyerek karşıladı. O da Hikmet Bayur’un içinde bir kötülük olmadığını, kendisini herkesten çok sevdiğini biliyordu. Fakat bir gün canına tak demiş olacak ki, Hikmet Bayur yine içkiyi kötüleyen konferansına başladığı sırada birden bire sözü başka yana çevirerek:
-‘‘ Bu günkü işler arasında neler var bakalım?’’ diye sordu.
Atatürk o an yine sinirlendiğini belli etmemişti ama kararını vermişti. Bu içki aleyhtarı konferanslara artık bir son verecekti. Üç gün sonra mesele anlaşıldı. Akşam sofrada Atatürk, Hikmet Bayur’la beraber hepimizi şaşırtan şu haberi veriyordu:
-‘‘ Hikmet Bey, seni Kabil’e sefir yapalım. Git, oraları gör; hatta gerekirse Hindistan’a kadar git. Oralar hakkında bilgi edin. Oku, öğren ve ilim getir. Bize bu yolda faydalı ol,’’dedi.
Bu suretle Hikmet Bayur’un Kabil büyükelçiliğine atanma emri verilmiş oluyordu. Hikmet Bayur hareketinden önce veda için Köşke geldi. Atatürk, onu salonda ayağa kalkarak karşıladı. Giderken de kapıya kadar elini omzuna koyarak uğurladı. Bayur birkaç gün sonra ayrılarak Kabil’e gitti.
Bana öyle geliyor ki, bu atanma, Bayur’un yurda hizmet kaygısı, yalansız olarak Atatürk’e içki içmemesi öğüdü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O Hikmet Bayur ki, sevgisini, saygısını hiç eksik etmediği Büyük Adama ‘İçme Paşam’ sözünü ilk söyleyebilmek cesaretini göstermiş, fakat bunu çok sevdiği Atatürk’ün yanından uzaklaştırılmak cezasıyla ödemişti. Nitekim Hikmet Bayur haklı çıkmış, Atatürk de sonunda içkinin fenalığını anlamış, fakat iş işten geçmişti.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
ARMSTRONG AZ BİLE YAZMIŞ

Armstrong ADLI BİR YAZAR Atatürk hakkında yazdığı bir kitapta, O’nun içki âlemlerine de değinerek olumsuz ve yakışıksız yüklemelerde bulunuyordu. Hükümet o zaman bu nedenle kitabın yurda sokulmasını yasaklayan bir karar bile almıştı. Bir sabah Çankaya Köşkü’nün salonunda Atatürk kahvesini içerken, Hikmet Bayur, elinde bir kitapla geldi. Bayur, o dönemde Cumhurbaşkanlığı umumi kâtibiydi. Atatürk’e Hikmet Bayur’un geldiğini haber verdik. Atatürk’ün karşısına ilişen Hikmet Bayur’un halinde bir tuhaflık sezinlemiştik. Atatürk’e çok önemli bir meseleyi söylemekle söylememek arasında duraksadığı anlaşılıyordu.
Atatürk, bakışlarıyla kitabı işaret ederek:
-‘‘ Okuyun bakalım Hikmet Bey. Bakalım ne yazmış?’’dedi.
Anlaşılan Atatürk’ün, Hikmet Bayur’un elindeki kitaptan önceden haberi vardı.
Hikmet Bayur çok güzel İngilizce bilirdi. Sadece İngilizce konuşmakla kalmaz, İngiliz edebiyatı hakkında da geniş bir bilgiye sahipti. Hemen İngilizce kitabı açıp, çeviri yapar gibi değil de, sanki Türkçe yazılmış bir kitabı okumanın rahatlığı içinde Türkçe okumaya başladı. Atatürk’ü bazen kaşları çatılarak, bazen hayret belirtisiyle Hikmet Bayur’u dikkatle dinliyordu.
Armstrong, Atatürk’ün içki âlemlerini oldukça ağır sözcüklerle anlatıyor, fakat buna ilişkin bölümün sonunda, ‘Böyle olduğu halde yurdunu ve ulusunu ilgilendiren her hangi bir olay çıktı mı, hemen içkiyi ve eğlenceyi bir yana bırakıp, aslan gibi kükreyerek pençesini o olayın üzerine atmasını bilir,’ demekten de kendini alamıyordu.
Atatürk, kitabın burasında söze karıştı. Biz, kızacak,’ Kapat şu kitabı, yeter. Halt etmiş bunları yazmakla!’ diye bağıracağını sanıp korkmuştuk. Oysa Hikmet Bayur’a şöyle dedi:
-‘‘ Bu kitabın yurda sokulmasını yasaklamakla Hükümet hataya düşmüştür. Bu zat bizim yaşadığımız safahatı eksik bile yazmış. Bu eksikliği ben tamamlayayım da, kitaba eklensin, memleket de kitabı okusun’’
Sonra Hikmet Bayur, yeniden kitabı kaldığı yerden okumaya başladı. Atatürk, yine büyük bir dikkatle dinliyordu. Bir başka bölüme geçilmişti. Hikmet Bayur’un birkaç sayfa atladığını fark eden Atatürk:
-‘‘ Ne var ki o kısımda, sayfaları atladınız?’’ diye sordu. Hikmet Bayur, çekingenlik içinde: ‘paşam, izin verirseniz burasını okumadan geçeyim’ dedi.
Atatürk iyice meraklanmıştı:
-‘‘ Nedir yahu, bu atlamak istediğiniz? Adam ne söylemiş, ne yazmışsa hepsini bilelim. Okumaya devam…’
Atatürk okutmakta ısrar, Bayur okumamakta inat ediyorlar, aralarında sessiz bir çkişme geçiyordu. Atatürk sonunda biraz sertçe:
-‘‘ Ne diyor bu adam bizim için? Hakaret mi ediyor? Hayvan mı diyor?’ diye sordu.
Hikmet Bayur bu sözler üzerine iyice şaşırdı. Cümleleri kekelemeye başladı. Artık kaçamak yol
kalmamıştı onun için. Okumaktan başka çaresi yoktu.
-‘‘ Paşam,’’ dedi.’’ Sizin Kastamonu’da şapkayı başınıza ilk giydiğinizi anlatırken ağır kelimler kullanmış.’’
Atatürk, Armstrong’un bu sözlerine kızmak şöyle dursun, neşelenmişti bile.
-‘‘ insanlara bazen hayvan sıfatları takar, aslan gibi deriz. Bu da onun gibi. Canı istemiş, böyle düşünmüş bizi. Neyse fena değil. Haydi, okuyun, daha neler var içinde bakalım? Bayağı eğlenceli kitap,’’ dedi.
Atatürk’ün ne büyük hoşgörü sahibi olduğunu o gün bir kez daha anlamıştım. Büyük bir olgunluk içinde olayların ışığı altında kendi değer ölçülerini, görüşünü, geçmiş olayların ışığı altında kendi değer ölçülerine vurarak kıyaslıyordu.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
UYKU DÜŞMANI

Atatürk uykuyu sevmezdi. Uyanık geçirdiği zaman, uykuda geçirdiğinden çok fazladır. Bir insan yaşamına sığdırılamayacak gibi imkânsız görünen büyük işleri başarısı, bu yüzden kolay olmuştur.
Atatürk, yirmi dört saatlik yaşantısının hiçbir zaman bir programa sığdırmak istememiş, ani kararlarla o anda aklına gelen şeyi yapıvermiştir. Savaştan ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonra da memleket işleri yoluna girdiği dönemde de, sınırlı bir yaşamın içine girmemiştir. Daima dinç ve uyanık tutmaya çalıştığı asap ve enerjisi de O’nu uyutmazdı.
Atatürk’ün yaradılışı da, çerçeveli bir yaşama girmesine engel olmuştur. Gerek Çankaya’da, gerekse Dolma bahçe’de oturdu sıralar, gezilerinde, halk arasına serbestçe girip çıkmasında belirli bir program uygulamamıştır. Uykunun dostu değil, adeta düşmanıydı diyebilirim. Ünlü ‘Sofa’sı bu nedenle sabahlara dek sürer, davetliler birer ikişer çekilip gider, O ise sabah güneşini görmeden yatağına girmez uyumazdı.
Bir gece sabaha karşı, sofradakiler dağıldıktan sonra kendisine yatması için adeta yalvaran Başyaver Cevat Abbas Gürer’e, uykuda geçirdiği zamana acıdığını söyleyerek şöyle demişti:
-‘‘ Hayat pek kısa. Çocukluk ve mektep hayatı bir kısmını alıp ***ürüyor. Geriye kalanını da uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve vücuda gerekli dinlenme gıdasını verecek komprimeler icat olsa ne iyi olurdu. Fakat bir gün bu da olacaktır. Nitekim tıp ilimi, kimya, uyutmak için çok güzel ilaçlar yapmaya başlamıştır.’’
Atatürk’ün uykuya karşı bu alerjisi, askerlik döneminden kalmış. Çanakkale’den beri yaverliğini yapan Cevat Abbas şöyle anlatırdı:
-‘‘ Atatürk muharebe sahalarında katiyen uyumazdı. Siper muharebelerinde de tetik yatmak kaydıyla seyyar karyola elbiseyle uzanır, bir gözü açık, bir gözü kapalı uyurdu. Tabii buna uymak denirse. Kafkas Cephesinde Buğlan Gidiği muharebelerine yetişmek için otuz altı saat hayvan sırtından inmeden yürüyüş yapmış ve iki gün hiç gözünü kırpmamıştır. O acı mütareke günlerinde uykusuzluğu sürekli olan Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basışından Lozan Barışının imzasına dek gece uykusu görmedi diyebilirim.’’
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
UYKUSUZLUK REKORU

Atatürk için ‘içkiyi bırakamaz’ diyenler, acaba bir gün gelip aldanacaklarını hiç düşünmemişler midir? O’na içkiyi bıraktırmak isteyenler, o zaman kim bilir nasıl şaşırmışlardır. Evet, bu kadar içki kullanan ve ondan ayrılmaz görünen adam, üç ay hiç rakı içmeden durabiliyor.
Atatürk hiç Kimsede bulunmayan büyük bir irade gücüne sahipti. Eğlenmesini de, içmesini de, çalışmasını da çok iyi bilirdi. Büyük Nutku’nu yazarken ben bunun tanığı oldum. Akşamları yine sofraya kuruluyor, herkes karşısında yiyor, içiyor; fakat O, ağzına bir damla bile içki koymuyordu. Hatta yemek yerken herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hala gözümün önündedir. Oysa ben, içkiye alışkın insanların bir gün bile içmeden duramayacaklarını sanırdım. Atatürk’ün tam üç ay kendi isteğiyle içkiye boykotuna benimle birlikte tüm çevresindekiler de şaşıp kalmışlardı. Bu da O’nun görev aşkını ve sorumluluğunu, alışkanlıklarının ve beğenilerinin de üstünde tuttuğunun en güzel örneklerinden biridir.
Atatürk’ün sevdiği ve güvendiği insanlardan otuz beş yıllık arkadaşı İzmit milletvekili Süreyya Yiğit, bir anısında şunları yazmıştı:
-‘‘ Atatürk, büyük işler hazırlarken asla alkole ilgi göstermezdi. Nitekim Erzurum’dayken biz içerdik. O içki teklifimizi kabul etmez, kahve içmekle yetinirdi. Korkunç derecede bir irade gücü vardı. İçkiyi irade zaafından değil, düpedüz sarhoş olmak için içerdi.’’
Çankaya Köşkü’nde Büyük Nutku’nu hazırlarken hiç içki içmediği gibi, kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat O, binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kâh oturarak, kâh ayakta çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışmanın, insan gücünün nasıl üstüne çıkışını gösterdiği için, ayrı bir önem de taşımaktadır.
Atatürk’ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de, görmüş ve gözlerime inanamamıştım. Cephe de değildik, savaş da yoktu. Uykusuzluğu gerektirecek önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat O, bir işe, ama ciddi bir işe başladı mı, onun sonunun geldiğini görmeden asla rahat edemezdi.
Atatürk, çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende, ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlene anında sofrada bile karşısında görevlilerden birini gördü mü, sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, ‘Beni mi istiyorsunuz?’ diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi. Bazen hiç durmadan okuduğu, kırk sekiz saat aralıksız çalıştığı da olmuştur. Çankaya Köşkünde eline geçirdiği bir tarih kitabını bitirmek için iki gün, iki gece hiç yatağa girmemiş, şezlongda dinlenmekle yetinmişti. Yalnız kaldığı, ya da okuduğu zamanlar masaya pek iltifat etmez, koltuğa bağdaş kurup oturmayı daha çok severdi.
Tarihle uğraştığı sıralarda. Atatürk içerde çalışıyor, ben kapıda oturmuş bekliyordum. Ara sıra uyumamak için banyoya girip, yüzüme su vuruyor, sonra anahtar deliğine gözümü uydurup, bir post üzerinde yüzükoyun uzanıp Nutku hazırlayan Atatürk’ü gözetliyordum. Saat sabahın beşine geliyordu. Uykumu dağıtmak için elime bir kitap almıştım. Adı ‘İzmir’in İşgali’ idi. Çok meraklı olan bu kitaba kendimi kaptırdığım halde, tüm uğraşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, yorgunluğun etkisiyle uyuya kalmışım.
Bu sırada Atatürk zile basmış, fakat ben koltukta derin bir uykuya daldığım için uyanamamışım. Zille uyandıramayınca, kendisi çağırmak zorunda kalmış. Bir de baktım ki, kapıyı aralamış:
-‘‘Çelebi, Çelebi.’’ Diye sesleniyor.
Hemen yerimden fırladım:
-‘‘Paşam. Emriniz…’’ diyebildim.
Ama bendeki korkuyu varın siz hesap edin. Bağıracak, parlayacak diye ödüm kopuyordu. Ellerimi önüme kavuşturmuş, bekliyordum. Fakat nedense kızmadı. Gayet sakin yüzüme bakarak:
-‘‘ Bana bir kahve getiriniz,’’dedi.
Söyleyecek hiçbir şey kalmamıştı. Sadece kekeleyerek,
-Paşam, uymadım. Kitap okurken içim geçmiş.’’diyebildim.
Gidip arkadaşları kaldırdım. Hizmeti devrettim ve yatmaya gittim.
Akşam nöbet sırası yine bana gelmişti. Üçüncü gecedir ki, Atatürk gözünü kırpmıyordu. Kütüphanede yere serili bir postun üstüne uzanıyor ve çalışıyordu. Notların arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla doluydu. Sadece duş yapıyor, kurulanıp tekrar odaya kapanıyordu. Yemeği bile kütüphaneye getiriyorduk. Yüzü hafif süzülmüş gibi geldi bana.
Çankaya Köşkü’nde sofra kuruldu. Bu on altı kişilik bir sofraydı. Konuklar gelerek yerlerini aldılar. Sabah ki uyku olayını unutmuştum bile. Tam içki faslı başladığı zaman, konuklara dönerek:
-‘‘ Bu çocuk dün gece sabaha kadar beni bekledi,’’dedi.
Birden koltuklarım kabardı, önüme baktım. Konuklar bana biraz da kıskançlıkla bakarken Atatürk:
-‘‘ Öyle ama sabaha karşı uyuyarak beklemiş,’’ demez mi?
Sonra ‘‘Senin uykusuzluğa tahammülün yok’’ diye alay etmeye başladı. Canım çok sıkılmıştı. Önceleri ‘Çelebi işini bilir Paşam,’ diye beni öven konuklar da hep birden gülmeye başladıklarından utanç içinde kıvranıyordum. İçimden kendi kendime nasıl da kızıyordum. Saat sabahın beşine kadar uyuma da, ondan sonra uyu.
Bu olay bana ders oldu. Atatürk’ün o tarihten sonra üç gün süren büyük uykusuzluk geçirdiğini hatırlamıyorum. Fakat geç saatlere dek kaldığı vakitler de bütün dikkatimi kullanarak uykuyu aklıma bile getirmemeye çalışmışımdır. O birkaç dakikalık uyku, bende unutulmaz bir anı bıraktı. Büyük adama hizmetin zor olduğunu bir kez daha anlamış oldum.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.

Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor.

İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.

Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur:


- Sen kimsin?
- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.

Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.
Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.
O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar:
- Kim bu kız?
Kız cevap verir:
- Ben İğneciyan’ın kızıyım.
- Nerede baban?
- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...
Gazi hemen emir verir.İğneciyan’ı huzuruna alırlar.İki dost özlem içinde kucaklaşırlar.İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır.İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür.

Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
30 Ağustos sabahı, Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı, terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi...

Atatürk şöyle söylendi:
"Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir de Yunan bayrağı gören başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
"Bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır, kaldırıp topun üzerine koyunuz."
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle: - Valle Padişah bilir! dedi Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: - Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne? İhtiyar tekrar etti: - Padişah bilir!... Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..."
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Atatürk'e, düşmanlarından bir bayan, bir yabancı gazetede (sokak ****** ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki: - Bana sokak ****** diye yazmış... Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp Okulu'na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha büyüktür... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim..." demişlerdir.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Mustafa Kemal, Selanik'te yine bir akşam o zaman Sağlık Müfettişi olan eski Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar içerlerken, devletin dış siyaseti söz konusu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey'i göstererek: - "Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim." Deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker: - "Ne? Ne... Sen mi düzelttireceksin?" Diye küçümseme ile sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey'le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: - "Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim." Nuri Bey şaka ile sormuş: - "Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?" - "Seni de vali ve komutan yaparım!" Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor: - "Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?" Mustafa Kemal Bey Salih'in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra: - "Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım." Cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak: - "Allahını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?" demiş. Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey'in bu sorduğu soruya gülerek: - "Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım." Diye karşılık vermiş.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Türk Devrimi'nin ve Anadolu Türk Aydınlanması'nın yaratıcısı olan Atatürk, kısacık hayatının 26 yılını asker olarak yaşamış ve bunun da 11 yılında, savaş alanlarında muzaffer bir komutan olarak bulunmuştur.
Henüz 16 yaşındayken, Manastır Askeri Lisesi'nde sıtmaya yakalanmış, Trablusgarp'ta gözlerinden ve dünya savaşının sonlarında böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1920'de dalak büyümesi saptanmış, Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde ve 1927'de iki kez kalp krizi geçirmişti. Görüldüğü gibi Atatürk ne yazık ki sağlıklı bir bünyeye sahip değildi. Atatürk'ün sağlığı 1935'ten sonra bozulmaya başladı denilebilir. Karaciğer yetersizliğinin ilk belirtileri olan kaşıntı, burun kanaması, halsizlik ve yorgunluk 1937 yılında başlamıştır. Bu dönemde karaciğer hastalığı olabileceği düşünülmediği gibi şikâyetleri günübirlik giderilmeye çalışıldı. Atatürk 21 Ocak 1938'de kaplıca sularından faydalanmak ümidiyle Yalova'ya gider. Kaplıca Prof. Nihat Reşat Belger 'in yönetimindedir. Belger, karaciğerde büyüme ve sertleşme saptar. Kaşıntı ve burun kanamasını da buna bağlayarak siroz tanısı koyar.
'Çabuk ol çocuk'

Etraftakiler telaşlanırlar ve hemen Ankara'dan özel doktoru olan Neşet Ömer çağrılır. Neşet Ömer de muayene eder, tanı doğrudur. Ne yazık ki tanıda bir gecikme olmuştur. Eğer erken tanı konulsaydı, Atatürk daha bir süre yaşayabilirdi belki, ama onun gibi yüksek şahsiyetler kendi alışkanlıkları içinde kendilerini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar. Atatürk Yalova'da 11 gün gerekli istirahat ve tedaviden sonra kısmen iyilik hali üzerine Bursa'ya gelir ve Merinos'un açılışını yapar. Akşam Çelik Palas'ta şerefine verilen baloda vals yapar, sonra orkestradan Sarı Zeybek çalmasını rica eder. Bir kahramanlık ayini yaparcasına Zeybek'i oynayan Atatürk, kadere ve doğaya karşı başkaldırıp yıkılmadığını, ayakta kaldığını ispat etmek ister gibidir. Balodan çıkışta tek başına yürürken yorulduğunu hisseder, arabasına bindiğinde şoföre "Çabuk ol çocuk, üşür gibi oluyorum..." der.
Uyandığında ateşi vardır, Neşet Ömer "zatürree" tanısı koyar. Bir hafta tedaviden sonra Balkan Antantı sebebiyle Ankara'ya geçer. 27 Şubat'ta Balkan devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunur, akşam verilen davete katılırsa da ayakta duramayacak haldedir. Başbakan Bayar, yurtdışından uzman getirilmesine izin istediği halde Atatürk, "Ortada Hatay sorunu var. Hastalığım hariçte duyulursa fena olur" diyerek karşı çıkar. Atatürk'ün sağlık durumu hakkında ilk konsültasyon 6 Mart günü yapılır. Türklüğün bu büyük dehası artık dönülmez bir yolda ve sonsuz ölüm ülkesinin eşiğine doğru ağır ağır ilerlemektedir. 16 Mart günü Bayar'a "Çocuk, ne yapacaksan çabuk yap. Ben hastayım" demesi üzerine Paris Tıp Fakültesi'nden aynı zamanda patalog da olan, karaciğer uzmanı Prof. Fissenger davet edilir. Fissenger 28 Mart günü Çankaya'da Atatürk'ü muayene eder ve karaciğerde büyüme ile karında sıvı saptar. Ayrılırken Fissenger, Başbakan Bayar'a "Söylediklerimi yaparsa 7-8 yıl daha yaşayabilir" demesine karşın Atatürk sadece 3 gün önerilerine uyar. 19 Mayıs törenleri onun Ankaralılarla son buluşması olacaktır. Törenden hemen sonra Hatay sorununa verdiği önemi göstermek amacıyla, kendisine son darbeyi vuracak olan yorucu Mersin ve Adana seyahatlerine çıkar.
Bu seyahatler sonunda Fransız hükümeti Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini açıklar. Adana'dan Ankara'ya döndüğünde bitkindir, ertesi gün pek yorgun olarak İstanbul'a giderken istasyonda Şükrü Saracoğlu 'nun Falih Rıfkı'ya "Falih, Atatürk'ün derisinin rengine bak. Bu bir ölü rengi" sözleri, durumu açıklar gibidir. 27 Mayıs'ta İstanbul'a varır. Haziran ile birlikte sıkıntıları giderek artmaya başlar. 8 Haziran'da ikinci gelişinde Fissenger hastalığın ilerlemiş olduğunu görür. 19 Haziran'da Romanya Kralı Karol 'u kabul edip ertesi gün de 4.5 saat süren Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder. Durumu giderek bozulunca 8 Eylül'de Fissenger 3. kez tekrar gelir. Her ne kadar Atatürk'ün ölümüne sebep olan hastalığın "alkole bağlı siroz" olduğu kabul edilse ve Türk doktorlar ile Avrupa'dan çağrılanlar arasında görüş birliği var gibi görülse de, 8 Eylül'de Neşet Ömer, Nihat Reşat Belger ve Fissenger tarafından imzalanan ortak raporda Fissenger, "Laennec tipi skleroz hepatit, yani alkole bağlı siroz olamaz. Söz konusu olan hanot tipi hipertrofik skleroz hepatittir, yani alkol dışı bir nedene bağlı sirozdur" notunu düşmüştür. Atatürk doktorların alkol konusundaki uyarılarını hem ciddiye almıyor hem de inanmıyordu.
'Beynimi yavaşlatamıyorum'

Bir gün Hasan Rıza Soyak , Atatürk'e dilinin döndüğü kadar ve nezaketle, hoşgörüsüne sığınarak "her akşam içmekten vazgeçmesini ve böylece bundan kendisinin de memnun kalacağını" ifade edince, "Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeye mecburum. Kafam çok ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum..." demiştir. Daha hastalığın başlangıcında İsmet Paşa 'ya "Ben bunun alkole bağlı olmadığını göstereceğim" dediyse de ne kendisi ne de bundan kuşkulananlar gerçeği zamanın koşulları içinde hiçbir zaman öğrenemediler.
Tanıda geç kalındığını Atatürk kendisi de fark eder ve Cenevre'de bulunan Afet İnan 'a 14 Haziran'daki mektubunda şunları söyler: "Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Zamansız ayağa kalkmak, yürümek, burunda yapılan atuşmanlar üzerine gelen kusma, yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir." Çok istemesine karşın o yılki Zafer Bayramı törenlerine katılamaz. Sabiha Gökçen 'e "Ulusal heyecan 1922'lerdeki gibi ayakta tutulabiliyor mu? Gazeteler 30 Ağustos'un önemini iyi belirtmişler ve iyi değerlendirmişler mi" diye sorar. O günlerde Berlin'den G. Bergmann ve Viyana'dan H. Eppinger gibi uzmanların gelmesi de durumu değiştirmez. 7 ve 21 Eylül'de kendisine çok sıkıntı veren karındaki sıvı alınır, fakat alınan sıvı süratle yeniden birikmektedir.
'Öngörüleri hep doğrulardı'

15 Eylül'de vasiyetini yazdırır. 18 Eylül'de Dolmabahçe'de Başbakan Bayar ile 4 yıllık ekonomik planı görüşür. Bayar'a "Bizim bu işleri bitirebilmemiz için en çok 3 yıla ihtiyacımız var... Bir umumi harbi bu yıl değil, gelecek yıldan itibaren beklemelidir" sözleriyle bir öngörüde daha bulunur. İlk komaya 21 Eylül'de girer.
İki gün sonra gözlerini açtığında başucunda bekleyen Afet İnan'a "...Ölüm demek böyle olacakmış, kızım" sözleri dökülür ağzından. 16 Ekim günü 4 gün süren bir koma dönemi daha olur. 29 Ekim'de durumu iyice ciddileşince, törenlere katılamayacağını anlar ve yapacağı konuşmayı Bayar'dan rica eder.
Dolmabahçe önünden geçen gençlerin coşkusu karşısında Neşet Ömer ve Salih Bozok 'a "Duyuyor musunuz? Cumhuriyeti emanet ettiğimiz gençlerimiz... Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi biliniz ki Türkiye olacaktır. Gençliği köreltmek isteyenler çıkacaktır. Tarihe bakınız, ulusların mutluluğuna, esenliğine gölge düşürecek bedbahtların çıktığını görürsünüz" diyerek bir kez daha gençliğe verdiği önemi dile getirir.
8 Kasım'da girdiği komadan çıkamayan Atatürk, son nefesini verirken, başucundaki doktorlar derin bir sessizlik ve keder içinde ölüm raporunu düzenlediklerinde Hasan Rıza Soyak'ın şu sözleri yankılanır: "Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor." Hayatını ve kişiliğini Türk ulusunun hizmetine sunan, Türk'ün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü niteliklerin hepsini kişiliğinde barındıran Atatürk, hâlâ Türk ulusuna ruhundaki ateşten canlılık vermektedir. Aziz hatırası sönmez bir meşale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutmaya devam edecektir.
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.

Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor.

İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.

Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur:


- Sen kimsin?
- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.

Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.
Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir.
O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar:
- Kim bu kız?
Kız cevap verir:
- Ben İğneciyan’ın kızıyım.
- Nerede baban?
- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar...
Gazi hemen emir verir.İğneciyan’ı huzuruna alırlar.İki dost özlem içinde kucaklaşırlar.İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır.İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür.

Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır
 

ÇağlaR

Yaşayan Forum Efsanesi
22 Tem 2007
9,942
17
Ankara
Atatürk'ün cebinden saat çıkarıp armağan ettiği çocuklardan biride küçük Altan'dır. 1937 Haziran ayında İstanbul da ünlü Park Otel'de , küçük Altan'la konuşmalarından duygulanan Atatürk, değerli saatini vererek onu da ödüllendirmiştir. Bu olaydan iki yıl sonra (1939) Galatasaray Lisesi'nin ilk okul bölümünde okuyan küçük Altan, yaşantısındaki bu mutlu olayı bir gazeteciye şöyle anlatmıştır.



"İstanbul, 1937 Haziran. O gece erken yatmıştım. Annem, teyzesinin oğlu ile eve dönerken, Park Otel'in önünde bir kalabalık görmüşler. Atatürk'ün orada olduğunu anlayınca içeri girmişler. Derken annemin aklına ben gelmişim. Ağabeyime:

"Altan'ı çağıralım demiş. Gece yarısı karyolamı biri sallıyordu, gözlerimi açtım, karşımda Etem Ağabeyim:

'Çabuk Altan'

'Ne var?'

'Seni Atatürk'e ***üreceğim'

Rüya görüyorum sandım.

'Atatürk mü? Ağabey beni aldatıyorsun. Atatürk gözle görülür mü hiç? Daha o zaman 6 yaşındaydım. Okula bile gitmiyordum. Anneme bazen sorardım:

'Anne Atatürk kimdir?

'Büyük adamdır'

'Büyük adamlar bizim gibi yer bizim gibi konuşurlar mı?' Ağabeyim böyle gece yarısı 'Seni Atatürk'e ***üreceğim' deyince,anneme sorduğum şeyler birer birer aklıma geldi. Onun için inanamadım:

'Hiç Atatürk gözle görülür mü?'

Fakat ağabeyim: 'Vallahi atmıyorum, kalk! 'deyince fırladım.

'Şimdi Atatürk'ü görecek miyim?'

'Göreceksin!'

Artık iyice inanmıştım. Çabucak giyindim. Park otele gittik. Gittik ama Atatürk'ü hemencecik göremedim. Bir çok adamlar etrafını sarmışlardı. Annem beni kucağına alarak kalabalık arasında onu bana göstermeye çalışıyordu. En sonunda, iki kişinin omuzları arasından başımı uzatarak baktım. Bakar bakmaz da:

'Aaaaa anne , işte Atatürk! 'diye bağırdım.

Derken Atatürk eli ile bir işaret yaptı. Bu işareti yaparken anneme doğru bakıyordu. Fakat annem dalmıştı farkında olmadı. Atatürk bir daha işaret etti. Annem bu işareti de görmeyince yüksek sesle yaverine emir verdi:

'Hanıma söyleyin, lütfen yanındaki ****** buraya göndersin.'

A! Gösterdiği çocuk bendim. Atatürk beni çağırıyordu. Annem ne yapacağını şaşırmış her tarafı titriyordu,bana:

'Haydi Altan koş! Atatürk'e git' dedi. Ama onunla nasıl konuşacağını bana öğretmedi. Zaten vakitte yoktu ki…

Ben büyük bir adam gibi Ata'nın huzuruna çıktım, hemen sarılıp iki elini birden öptüm. O sordu:

'En çok kimi seviyorsun bakayım, anneni mi,babanı mı?' hemen atıldım:

'Ben en çok seni severim' 'Atatürk olduğum için mi?'

'Evet'

'Ne yaptım ki bu kadar çok seviyorsun?'

'Düşmanları denize döktün. Memleketi sen kurtardım.' Dedim.

Beni masanın üzerine çıkararak etrafındakilere gösterdi ve :

'Ne sevimli çocuk değil mi?' sonra beni sevip okşadı:

'Büyüdüğün zaman ne olmak istersin?'

Amcam Mualla tayyareci idi. Aklıma geldi:

'Tayyareci olacağım' dedim.

Atatürk o zaman kulağıma eğilerek şu sözleri söyledi:

'Çocuğum sen ne tayyareci, ne mühendis,ne de doktor olma. Büyük adam ol.'

'Söyle bakayım: Büyük adam olacağım de'. Ben tekrar ettim.

'Büyük adam olacağım'

'Aferin ******m'.

Atatürk, o gece hep benimle ilgilendi bilmem böyle ne kadar yanında kalmıştım. Galiba sabah oluyordu. Bir aralık:

'Dur' dedi,

'Sana bir hediye vereyim'

Annemim, 'kimseden bir şey alma 'diye sıkı sıkıya tembih ettiği aklıma geldi. 'Teşekkür ederim. Ben bir şey istemem,sonra annem darılır' dedim. Ben bunu söylerken, Atatürk elini cebine sokmuştu. Oradan çıkardığı bir saati,kordonundan tutarak boynumdan geçirdi.

'İleride büyüdüğün zaman kullanır, beni hatırlarsın' Ayrılırken tekrar anlımdan öptü. 'Bu günden sonra sen benim ******msun. Verdiğin sözü unutma…Çalışıp çabalayacak büyük adam olacaksın ha!'

Atatürk'ün Altan' a verdiği değerli saate ilgili olarak da Altan 'ın annesi Bayan Didar, aynı gazeteciye şu bilgileri vermiştir:

'Atatürk'ün hediyesini o geceden beri,canımız gibi saklıyoruz. İlk zamanlar maddi değeri hakkında bir fikrimiz yoktu. Sonra onu bir kuyumcuya gösterdik. Onbeşbin lira değer biçti. Ziraat bankasında saklanan saat o gün için masanın üzerindeydi. İki buçuk mm kalınlığında, som platin bir saat bu. Gene platinden yapılmış kordona takılı,iki ucu mor yakutla kaplanmış platin bir kalemi de var. Saatin üzerinde gayet ince bir yazı ile şunlar okunuyordu:

-Turhal Şeker Fabrikası -arkasında da Gazi Mustafa Kemal'in ilk harfleri GMK. 'Fakat bizce onun en büyük kıymeti Atatürk'ün yadigarı oluşudur. Altan' ın üzerine nasıl titrediğini bir görseniz.' Küçük Altan, Atatürk'ün hediye ettiği bu saati büyüdüğü zaman annesinden alıp kullanacakmış. Sordum:

'Atatürk'e verdiğin sözü unutmuyorsun değil mi?' 'Unutmuyorum. Mutlaka büyük adam olacağım. Karnemde hiç kırık numaram yok'
 
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.